top of page

Hikâyenin Peşinde: Tuna Yüksel ile Yazarlık, Dil ve Sinema Üzerine


Kısaca Tuna


ree

Tuna Yüksel, dijital platformlar ve televizyon için yazdığı projelerle tanınan, çağdaş anlatı dilini kara mizah ve şehir gerçekçiliğiyle birleştiren genç bir senaristtir. Kariyerinin erken döneminde çektiği kısa filmle yönetmenlik deneyimi de yaşayan Yüksel, son yıllarda hem içerik geliştirme hem de yapım süreçlerinde aktif olarak üretmeye devam ediyor.


Kurucusu olduğu Abart ile yeni nesil hikâye anlatıcılığına odaklanan projeler geliştiriyor.

Sinema dünyasında yeni nesil hikâye anlatıcılarının sesi giderek daha fazla duyuluyor. Bu isimler arasında öne çıkan Tuna Yüksel, şehirle kurduğu neredeyse “karakter-sahipli” anlatım dili ve mizahi tonun ardındaki duygusal gerçekçilikle dikkat çekiyor. Yüksel’in hikâyelerinde sıkça hissedilen döngü, kader ve tesadüf kavramları da onu çağdaş senaryo yazarları arasında ayıran imza unsurlardan biri.


Biz de kendisiyle yazarlığa nasıl adım attığını, üretim alışkanlıklarını ve bugünün sinema/dijital platform ekosistemini konuştuk.


Hikâye anlatmaya ilk ne zaman merak sardınız? Yazar olma isteği sizde nasıl belirdi?

Çocukluğumdan bu yana gerek aile arasında gerek arkadaşlarım arasında bir şeyler anlatan insan bendim, hala da benim. Çocukken evcilik oynarken bile “sen anne ol, sen çocuk ol” diyen biriydim, sanıyorum bütün bunların hepsi hikaye anlatmaya merakımla ilgiliydi. Daha sonra bir beyin hastalığı geçirdim, liseye geçerken. Onun ardından çok içime kapandım, biraz uyumsuzluk başladı ve sanıyorum ondan sonra da yazarlık beni seçti. Başka şansım yoktu.


Yazma serüveninizde dönüm noktası saydığınız bir an ya da proje oldu mu?

Pembe Eldiven kısa filmini yapmaya karar vermek oldu. Onu yaptıktan sonra hayatım değişti. Her şey çok hızlı gelişti. Daha sonra hemen ardından gelen Leyla ile Mecnun’da çalışma fırsatı. O fırsat çocukluğumun hayaliydi ve o hayatımda en büyük kırılma noktası oldu. Hala inanamıyorum, garip geliyor.


Pembe Eldiven
Pembe Eldiven

Son dönemde hangi projelerde yer aldınız? Şu anda üzerinde çalıştığınız bir iş var mı?

Son olarak Muhabir adlı bir dizide senaristlik yaptım, Tabii’de o yayınlanacak. Ama yapım şirketlerinde ve çekilmek üzere olan birkaç projem daha var.


Muhbir
Muhbir

Peş peşe projelerimin yayınlanacağı bir dönem olabilir maalesef. Onun dışında ise üzerinde çalıştığım hem sipariş işler hem de benim hazırladığım kendi projelerim var. Dizi ve film.


Bir dönem yönetmenlik de yaptınız. Yeniden kamera arkasına geçmeyi düşünüyor musunuz?

Yönetmenliğim unutuldu sanıyorum. Senaristliği çok seviyorum ve daha kolay geliyor. Ancak buna rağmen yönetmenlik yapmayı özledim, düşünüyorum ama yapımcıların da düşünmesi gerekiyor. Umarım onlar da düşünür.


Kendinizi ifade ederken yazarlık mı yoksa yönetmenlik mi size daha yakın geliyor?

Yazarlık daha yakın geliyor bana. Sanıyorum kişiliğim yönetmenlik için uygun değil. Ama yönetmenliği de istiyorum. Bunu yaptım, okulunu okudum, nasıl yapılıyor gördüm ve bu yüzden yönetmenlik biraz daha iş gibi geliyor. Gelirse yaparım, gelmezse yapmamaya devam ederim. Yazarlık ise asla vazgeçemeyeceğim bir şey.


Burak Aksak, Doğu Demirkol, Hakan Bonomo, Emrah Ağuş gibi isimlerle çalıştınız. Bu iş birliklerinden size kalan en önemli deneyim neydi?

Çok iyi isimlerle çalıştım hatta en iyilerle çalıştım. Burak Aksak beni sektöre katan insan ve çok şey öğrendim, okul gibiydi. Komedi yazmanın, komedi düşünmenin nasıl bir şey olduğunu gösterdi. Doğu Demirkol zaten ülkenin en komiği ve bence en formda komedyeni.


O sahne insanı olduğu için onunla çalışmak hem çok zor hem de kolay. Onun düşünce yapısını, yapmak istediklerini, neyi nasıl söyleyeceğini artık çok iyi biliyorum. Doğu Demirkol ile çalıştığım için artık herhangi bir oyuncuyla daha kolay çalışabiliyorum. Hakan Bonomo ise sektörün büyük yapım şirketlerinde çok büyük işlere imzasını atıyor. Ondan da özellikle drama olarak ne yapabileceğimi, sektörün ve seyircinin ne beklediğini ve onlara nasıl yaklaşabileceğimi öğrendim.


Pembe Eldiven Kamera Arkası
Pembe Eldiven Kamera Arkası

Yaptığı işler benim yaptığım ve yapmak istediğim gibi daha psikolojik alt tabanlı şeyler oluyor ve ben de bunu çok seviyorum, bu konuda da çok şey öğrendim. Emrah abi de bir yönetmen olduğu için yönetmenle aynı dili buluşmak, onun kafasına girebilmek gibi çok konuda bana çok şey kattı. Kendisi iyi de bir senarist. Bu isimler benim için okul gibiydi ve çok şey öğrendim hepsinden. Kendimi şanslı hissediyorum bu yüzden.


Farklı üsluplara sahip yaratıcılarla çalışırken kendi sesinizi ve dilinizi nasıl koruyorsunuz?

Ben aslında metot oyuncusu gibi görüyorum kendimi. Metot yazarım yani. Zihnimi kiralıyorum, onlar gibi hareket ediyorum, onlar gibi konuşuyorum, onlar gibi düşünüyorum. Ne istiyorlarsa, nasıl bir dünya hayal ediyorlarsa onu daha iyi yapabilmek adına onlara dönüşüyorum. Ve iş bittikten sonra hemen kendime dönüyorum.


ree

Kimseye sormadan kendi kafamın doğrultusunda kendi hayatımdan bir şeyler yazarak o sesi ve dili koruyorum. Bir noktada bu kadar farklı insanlarla iş yapabilmek kendimi karaktersiz gibi hissettiriyor olsa da ben mutluyum. Her mevkide forma giyebilen futbolcu gibi hissediyorum kendimi.


Son dönemin komedi işleri olan “Gibi”, “Prens”, “Var Bunlar” gibi yapımları nasıl değerlendiriyorsunuz? Size yakın bulduğunuz veya ilham aldığınız bir iş var mı?

Her ne kadar televizyonda satışı yok denilerek biraz uzak duruluyor olsa da dijitalde komedilerin karşılık bulması çok hoşuma gidiyor. Gibi bence Leyla ile Mecnun’un televizyonda yarattığı etkiyi yarattı. O yüzden ayrı tutuyorum onu.


Leyla ve Mecnun
Leyla ve Mecnun

Feyyaz Yiğit olmasa belki de hiç çalışmayacak, zorlanacak bir komedi çok sevildi ve hak ederek yaptı bunu. Ben Bartu Ben’i de çok beğenmiştim, onun da anılması gerektiğini düşünüyorum. Daha niş bir kitleye hitap etmişti sadece. Prens beni çok yakalayamadı ama Var Bunlar’ı çok başarılı buldum, sevdim de. Kerem’in çok iyi olduğunu düşünüyorum. Öte yandan Mahsun J’yi de çok beğendim, özellikle ilk sezon iyiydi. Yakın bulduğum iş olarak Bartu Ben bana daha yakın geliyordu, ben öyle sürekli güldürme peşinde olan, daha formül kokan işleri seven biri değilim. BoJack Horseman gibi bir iş yapmak isterim mesela, ilham verir. Daha Amerikan Bağımsız bir komedi yapmak isterim sanıyorum. Her Şey Çok Güzel Olacak tadında bir


Komedi filmi yapmak da en büyük hayalim. En sevdiğim yerli filmin o olması bile bunu gösteriyor sanırım.


Dijital platformlarda üretmek sizce daha çok fırsat mı, yoksa bazı açılardan riskli mi?

Dijital platformlarda üretmek aslında büyük bir fırsat. Fırsattı aslında. Ama görüyoruz ki, süre düşürülünce bile çıkan işler iyi değil. Dijital televizyonu değiştirir diye düşünüyorduk ama televizyonu aratır oldu. Çünkü bunun nedeni iyi senarist sorunu kadar o platformların başındaki insanlar sanıyorum. Televizyona karar veren onlardı ve şimdi onlar platformlara da karar veriyorlar. Televizyona yapılan 120-140 dakikalık işlerin daha iyi olması utandırmalı ama utandırmıyor kimseyi… Bunun haricinde en büyük riski dijital platformlara yapılan işlerin sadece çok kısa bir zaman izlenip konuşulup daha sonra tamamen unutulması. Buna üzülüyorum ama anlayabiliyorum.


Platformların “trend” baskısı, hikâyelerin derinliğini sizce etkiliyor mu?

Tabii ki etkiliyor. Trend senaristler, trend oyuncular, trend yönetmenler, trend yapım şirketleriyle çalışma istekleri bile etkiliyor. Aynı insanların para kazanıp aynı insanların iş yaptıkları bir şeye dönüştü. Ancak burada biz yazan insanların da yapacak bir şeyi olmuyor çünkü bizden beklenen, kabul edilen işler ortada. Ayak uydurmak zorunda kalıyoruz.


Bir hikâyeye başlarken nereye varacağını bilerek mi yazarsınız, yoksa süreç içinde mi keşfedersiniz?

Nereye varacağımı bilerek başlıyorum ama o yere varmadığım çok zaman da oldu. En azından başlarken sonunu biliyorum ama başladıktan sonra orayı unutuyorum. Eğer hikaye kendisi oraya varmak isterse varır diye düşünüyorum.


Karakterlerin isimleri sizde nasıl ortaya çıkıyor? Önce isim mi gelir, yoksa karakter kendisini mi “adlandırır”?

Ben önce karakteri bulup daha sonra o karakteri yakışacak ismi düşünüyorum. Anlamı, sosyo ekonomik durumu gibi çok şeyi hesap ederek o ismi seçiyorum. Önce isim geliyor ama seçtiğim o ismi de karakter kendisi adlandırıyor.



İstanbul, hikâyelerinizde çoğu zaman ayrı bir karakter gibi duruyor. Sizin gözünüzde İstanbul nasıl bir karakter?

İstanbul’da doğup büyüdüm, o yüzden İstanbul’u çok seviyorum. Başka bir yerde yaşamayı da düşünmedim, düşünmüyorum da. Ancak buna rağmen İstanbul benim için toksik bir karakter. İstanbul, ayrılmak isteyip ayrılamadığın ve çok sevdiğin, bağlandığın bir karakter benim için. Teoman’ın şarkısında dediği gibi “İstanbul bugün yorgun, üzgün ve yaşlanmış. Biraz kilo almış, ağlamış yine. Rimelleri akıyor” tam olarak İstanbul'a böyle bakıyorum.



Kendi hayatınızdan ne ölçüde besleniyorsunuz?

Çok besleniyorum. Yemek tarifi bile yazıyor olsam kendi hayatımdan mutlaka bir şey koyarım. Bu hayal gücümün eksik olduğu anlamına gelmesin çünkü tam tersi aslında. Ne yazarsam yazayım, kendi hayatımdan yola çıkmayı seviyorum. Hem bir noktada kendim rahatlıyorum hem de yazdığım o şey gerçek oluyor. Kendi hayatım, bir projeye gerçeklik katmak istediğim zaman ilk baktığım yer oluyor ve bunu yapıyorum.


Tür olarak en çok hangisinde yazmayı seviyorsunuz: romantik komedi, kara mizah, psikolojik dram, yoksa bunların arasında bir geçiş mi?

Ben yazmayı seviyorum aslında. Mevkisi olmayan, her mevkide oynayabilen futbolcu gibiyim. Ancak komedi yazmayı düşünmüyorum, üzerime bir komedi yapıştı. Kendimi daha çok dram yazarken rahat hissediyordum ancak şimdi komedi, romantik komedi, kara mizah gibi şeylerde daha iyi hissediyorum kendimi. Psikolojik dram, polisiye, gerilim. Hepsi olur.


Çalışmak istediğiniz yönetmenler var mı? Türkiye’den ve dünyadan kimleri sayarsınız?

Beni tanıyan herkes sanıyorum bu isimleri söyleyeceğimi biliyordur. Joachim Trier kesinlikle. Bana göre modern dünya insanlarını, şehir insanlarını en iyi anlatan insan. Yüzyıllar sonra insanlar, bizim dönemi araştırmak istediklerinde Joachim Trier’in filmlerini izleyecek diye düşünüyorum. Onun dışında Gaspar Noe ile de çalışmayı çok isterdim. David Fincher, Tarantino gibi isimlere kim hayır diyebilir? Ama büyük abiler dışında Xavier Dolan ile de çalışmak isterdim, onun sinema kariyerini kurtarabilirdim belki ahaha.


Türkiye’den ise hepsi arkadaşım ya da tanıdığım insanlar olduğu için çok zor bir soru. Ancak Zeki Demirkubuz ile çalışmak çok isterdim. Abi olarak gördüğüm Tolga Karaçelik de öyle. Selman Nacar’ı da eklerim bu listeye. Onun dışında tabii ki Fatih Akın, müthiş güzel olurdu. Onu biraz darlıyorum hatta. Çağrı Vila Lostuvalı ile çalışmayı çok istiyorum ama onu hiç darlamadım, haberi bile yok sanırım.


Örnek aldığınız ya da ilham duyduğunuz bir senarist var mı?

Joachim Trier ve Eskil Vogt. Ne yazarlarsa yazsın bir bakıyorum. Yazdıkları her şey çok hoşuma gidiyor. Ramy Youssef, Donald Glover, Phoebe Waller-Bridge, Sam Levinson gibi isimler tabii ki aklıma geliyor, seviyorum ve hayranlarıyım. Ricky Gervais zaten en iyisi.


Joachim Trier, The Worst Person in the World
Joachim Trier, The Worst Person in the World

Vince Gilligan, Michael Schur, Bill Lawrence gibi isimleri takip ederim ve ne yapıyorlarsa bakarım, severim de işlerini. Martin McDonagh da sevdiğim bir başka isim. Raphael Bob Waksberg de severim. Böyle çok insan var… Türkiye’den ise Burak Aksak, Hakan Bonomo ve Ethem Özışık diyebilirim.


“Bir gün mutlaka çalışmalıyım” dediğiniz bir oyuncu var mı?

Öyle bir oyuncu var mı emin değilim. Çok şey izliyorum ve izlediğim her yapımda oyuncuları not ediyorum, beğeniyorum da. Ama açıkçası benim kuşağımdaki oyuncuları pek beğenmiyorum. Bu yüzden bir isim düşündüğümde bu yaşı çok büyük olan oyuncular oluyor. Haluk Bilginer ile çalışmak isterim.


Kim hayır diyebilir ki ona? Şener Şen ile de çalışmak isterdim ama sanıyorum onu kaçırdım. Kıvanç Tatlıtuğ’u çok beğeniyorum, bence çok ama çok iyi oyuncu. Farah Zeynep ile çalışmak isterim, menajerimiz aynı ama henüz böyle bir şeyi o da düşünmedi. Salih Bademci, Özge Özpirinçci çok iyiler. Mert Yazıcıoğlu, Alper Çankaya ve Burak Dakak benim kuşağımdan çok iyi oyuncular. Sibel Aytan ve Dilin Döğer’i de keza beğeniyorum. Cem Yılmaz ile çalışırsam da bir çocukluk hayalimi gerçekleştirmiş olurum.


Bir kurmaca filmi dizi ya da film yapmak isteseniz. Bu hangi eser olurdu?

Oğuz Atay’ın yazdığı herhangi bir şeyi uyarlamak isterdim. Tutunamayanlar’ı çok istiyorum, oradaki Selim Işık’ı. Onun dışında Ayfer Tunç’un üçlemesini de dizi yapmak isterdim. Ama sanıyorum o yapacakmış. Osman’ı okuduktan sonra direkt dizi yapmanın hayalini kurmuştum. Onun dışında Yeraltından Notlar, Beyaz Geceler, Çavdar Tarlasında Çocuklar gibi kitaplar geldi aklıma ilk olarak.


En sevdiğiniz üç film hangisi ve neden onlar?

Oslo 31 Ağustos filmini ilk sıraya koyuyorum. Bana göre günümüz insanını en iyi anlatan film. Her ne kadar bir bağımlının hayatını anlatıyor olsa bile modern hayatı ve insanı çok iyi anlattığını düşünüyorum. Oradaki duyguyu çok güçlü ve çok gerçek buluyorum. Bunu da altını çizmeden yapabiliyor olması çok kıymetli.


Oslo 31 Ağustos
Oslo 31 Ağustos

Love filmini alıyorum. Çünkü aşk insanıyım ve bir ilişkiyi bu bu denli güçlü, gerçek anlatabilmesini çok sevdim. Ayrıca karakterler bana yakın geldi, geliyor. Hem böyle bir film yapmak isterdim, o yüzden de ikinci sıraya bu filmi alıyorum.


Üçüncü filmde ise aday çok. Fight Club demek istiyorum ama sanıyorum son dönemde bu filmi hor görmek moda oldu. Ancak ben hala çok iyi bir film olduğunu düşünüyorum. O tarihte böyle bir film yapabilmek müthiş. Ortaokul sonda son sahnesini izlediğimde yaşadığım hazzı neredeyse hayatımın hiçbir anında almamıştım. Onun dışında Blue Valentine filmini de demek isterim, bana göre ilişki filmleri arasında en iyisi ve en gerçeği. Daha ötesi yapılabilir mi? Bilmiyorum. Nocturnal Animals filmini de keza seviyorum. Benim gibi kibar, kırılgan her yazarın hayali, fantezisi sanırım.


Senaristlik, yönetmenlik ve yapımcılık... Çok kimlikli bu üretim hali yorucu mu yoksa besleyici mi?

Aslında her ikisi de. Hem yorucu hem besleyici. Ama zaten üçü de birbirleriyle ilgili, o yüzden birbirini tamamlıyorlar da.


İlhamı en çok nerede yakalarsınız: gece, kalabalık içinde mi, yoksa tam sessizlikte mi?

Aslında şöyle oluyor, ben yazmaya başlamadan yani bilgisayar başına oturmadan önce ilhamların hepsini topluyorum. Kalabalığa karışıyorum, kafamdaki düşünce yığınlarını normal hayatımda gördüğüm o kalabalıkla eşleştiriyorum ve daha sonra özellikle geceleri, sessizlikte, tek başıma yazıyorum. Ancak son dönemde daha fazla yazmaya başladığım için gündüzleri de yazmayı öğrendim. Tek başıma, sessiz bir ortamda, dikkatimi sadece benim dağıtabildiğim bir ortam daha iyi.


Yazarlığın size öğrettiği, hiç beklemediğiniz bir şey oldu mu?

Her şeyi yazarak öğrendim. Benim gibi hayat konusunda her zaman toy yaşayanlar için yazarlık, hayatı öğrenebilmek oluyor. Ama bunun dışında gerçekten sabırlı olmayı öğretti. Sabretmeyi hiç beklemezdim ama yazar biri olunca mecbur sabretmek zorunda kalıyorsunuz.


20 yıl sonraki Tuna Yüksel’e bir not bırakacak olsanız, ne yazardınız?

Beklediğinden daha uzun yaşamışsın ama umarım buna üzülmeyecek bir hayat yaşamayı başarmışsındır.



Bu keyifli sohbet ve yaratım süreçlerine içtenlikle kapı araladığı için Tuna Yüksel’e teşekkür ediyoruz.Yeni projelerini merakla bekliyoruz.

 
 
 

Yorumlar

5 üzerinden 0 yıldız
Henüz hiç puanlama yok

Puanlama ekleyin

BEN İZLEDİM

Ben İzledim; Film, Dizi ve Belgeseller hakkında eleştiri ve tavsiye yazılarının yer aldığı bir medya ve eğlence platformudur.

TAKİPTE KALIN

ÖNCE SİZ OKUYUN

Üye olarak, yeni blog yazılarımızdan ve haberlerden ilk siz haberdar olun!

Abone olduğunuz için teşekkür ederiz!

  • Instagram
  • Facebook
  • Twitter
  • YouTube
  • TikTok

Copyright © 2022 www.benizledim.com

bottom of page