29 ve ardından 30 yaşında, hayatının en tatlı baharını yaşamaya hazırlanan, kendini bulma çabası içinde bir genç kadın ve kendi tabiriyle, bir sonraki adıma geçmeye hevesli, belki bir miktar da geç kalmış sayılabilecek, hayatını oturtmuş olgun bir erkek… Julie ve Aksel’in hikayesi, üçlememizin son filminin ilk kısmı, ana hatlarıyla böyle.
Bu defa, ilk iki filmden farklı olarak, başrolde bir kadın var ve hisleriyle, düşünceleriyle, ifadeleriyle son derece kadın bakış açılı bir film izliyoruz. Sosyoekonomik konumuna göre çılgın sayılabilecek kararlar alarak büyüyen, hiçbir şeyin sonunu getirmeyen, Norveçli bir kızın yaşam öyküsüne, dertlerine dahi imrenerek bakıyoruz bu son filmde.
Her azılı sosyal medya kullanıcısının, bol “like” almayı umacağı, sükseli bir kareyle başlıyor film. İlerleyen süreçte, bu kareyi kendi sahnesinde de görüyoruz; ama kızımızın, güzel poz çekilme gibi bir amacı yok, hatta gözlerinden, ben kimim ve şu an burada ne işim var bakışları okunuyor…
Kafamızda birbirine bağlı ve çözümsüz sorular canlanıyor:
O, Before serisinden fırlamış kadar romantik malum gece bir aldatma mıdır? Eğer bu hikâyenin, sonradan muhteşem bir devamı gelmese yine de aldatma sayılacak mıdır? Cevabımız evetse, bu kadar güzel bir aldatma hikayesi, kızımızı dünyanın en kötü insanı yapacak mıdır? Eğer öyleyse, için için keşke benim de başıma gelse diye imrendiğimiz bu romantik kısa hikâye, hepimizi dünyanın en kötü insanları mı yapacaktır?
Peki hikayelerimizin Akselleri kimlerdir? Sonuçta bir yerde hepimiz bir Aksel aramıyor muyuz, onu bulduğu halde kıymetini bilmeyen bu şımarık kıza bir de hak mı vereceğiz canım? E Aksel’in yerine bulduğu, onun daha az entelektüel ama daha genç ve yakışıklı versiyonundan da sıkıldı işte. Ah biz insanlar…
Kendimizi Julie yerine koyduğumuzda onu kötü kalpli bulamıyoruz; yaptıklarına, en azından hissettiklerine hak verip, bazen Aksel’e güceniyoruz. Sonuçta, aşırı güzel olmamakla birlikte kendine has bir aurası olan gencecik bir kızla sevgili olma şansını yakalayan bir sevgili, işine ve orta yaşlı hayatına kendini kaptırıp, onu ilgisiz bırakmamalıydı. Derken kendimizi Aksel yerine koyduğumuzda, bu defa ona hak verip Julie’ye lanetler okuyoruz. Gerçek sevgi bu mu yani, beş dakika ilgisiz kaldın diye hemen yakışıklı gençlerin kollarında, icabında, “ama o aldatma sayılmaz!!!11” diyebileceğin tatlı heyecanlar mı araman gerekiyordu? Peki ya ama aslında aşk, tam olarak böyle bencil bir şey değil midir zaten?
Tüm bunların yanında, aşırı yaş farkı, ilişkilerde problem yaratır mı sorusunu da mercek altına alıyoruz. Esasında, bir miktar mantık sahibi olan herkesin, cevabını bildiği bir soru; elbette yaratır. Film, en bariz örneklerle bu gerçeği yüzümüze vuruyor. Hayatta kendini arayış ve buluş zamanlarının tutmayışı; çocuk sahibi olmak için gereken fiziksel ve ruhsal motivasyon uyuşmazlığı; hayattan alınan hazzın, birbirini tutmayan vektörlerden oluşması… Yani hayatı hayat yapan hemen hemen her şeyin, sadece on küsür yıllık bir aralıkta bambaşkalaşması ve çiftlerin, aşklarını sağlam tutmalarında büyük zorluklar çıkarması… Öyle ya, tabiri caizse ununu eleyip eleğini asmış olgun sevgilisi karşısında Julie, 30 yaşında hala kendini buz üstündeki Bambi’ye benzetiyor ve bu benzetmeyi yapabilmesine hala şaşırmaktan da kendini alamıyordu.
Filmin, otuzuncu yaş günü bölümünde, Julie’nin babasıyla yaşadığı iletişim ve sevgi problemini görüyoruz. Olayların bir şekilde dad issues’a bağlanmış olmaması belki daha mı iyi veya en azından daha mı az klişe olurdu; yoksa bağlanma şemalarının, aile fertleriyle olan bağıntısını o kadar da hafife almamalı mıyız bilemiyorum. Bu nedenle haddimi aşmamak için es geçtiğim bir ayrıntı.
Ve masalsı bir müzik eşliğinde zamanın donduğu o çok basit, ama büyülü sahne… Hadi itiraf edelim o an Aksel ölse hiçbirimizin umurunda olmazdı.
Julie’nin, gerçekten dünyanın en kötü insanı olduğu an, yeni sevgilisi Eivind’e, edebiyattan sanki ne anladığını, ona kalsa 50 yaşına kadar barmenlik yapmaya devam edeceğini söylediği, o aşağılamanın ve memnuniyetsizliğin kekremsi kokusunu ciğerimizde hissettiğimiz andı. O kadar kırıcıydı ki çocuklar toplanıp gittiler içimden.
Son olarak, Anders Danielsen Lie’den bahsetmeden geçmek olmaz. Hüzün, bir insana bu kadar yakışmasaydı belki kendisi bu üçlemenin ortak adamı olmazdı. Bu film, üçlemeye ne kadar damgasını vurduysa, her üç filme de asıl damgasını vuran Lie’dir. Kim bilir, belki bir film daha gelir de dörtleme olur; izlemelere doyamadık, tadı damağımızda kaldı ey Trier…
Comments