top of page

Arama Sonuçları

Boş arama ile 215 sonuç bulundu

  • Love Exposure Sion Sono'nun Başyapıtı

    Japon sineması dendiğinde aklımıza klasik sinemadan uzak bir sürü unsur gelir. Klasik korku sinemasının başlangıcı, aşk sinemasının köklerinin uzandığı Japon sineması aslında basit kurgulardan günümüz hikayelerine kadar uzanmıştır. Bu kökleri akıl almaz bir biçimde kullanan yönetmen Sion Sono’nun başyapıtı Love Exposure (Aşka Maruz) klasik olmayan bir aşk hikâyesine dayanıyor. Love Exposure filmini anlamak için öncelikle Netflix belgeseli olan Sex and Love Around The City’nin ilk bölümü olan Tokyo’yu izlemek lazım. Belgeselde Yoko, Yu ve Koike‘nin babalarını bulabilirsiniz. Filmde baba, ruh ve din kavramlarını iyice anlamak içinse nefret ve aşk duygularını anlamak gereklidir. Yu, günahsız ruhunu babası ile iletişime geçmek için günahlarla doldurmaya başlar. Filmde özellikle cinsellik, tanrı ve günah terimleri bolca bulunur ve özellikle günah ve cinsellik kavramlarına baskı yapılır. Ana karakterlerimizden biri olan Yu’nun babası saygın bir pederdir ve kilisede dua sırasında bir kadın gelir ve ondan Hristiyanlığı öğretmesini ister. Peder ona yardım eder ve kadına karşı ilgi duyduğunu fark eder. Fakat pederler inancında kimse ile evlenemez ve ilişki yaşayamazdı. Bütün kalbini ve ruhunu dine ve tanrıya adamak zorundaydı. Yunun annesi ölünce babası kederini atlatmak için bunda bulur. Yu’nun küçüklüğü ve Yoko ile karşılaştığı ve en son görüşüne kadar incelememiz lazım. Yu Yu küçük yaşta annesini kaybetti ve yunun ailesi din konusunda katı bir aileydi. Annesi bir gece dua ederken Yu yanına gelir ve annesi ona bir seyahate çıkıyorum ama bu Meryem ana heykelini kaybetme der ve beni Meryem’in ile tanıştır der. Yu bu sözlerden çok etkilenir ve heykeli alır ömür boyu saklar. Kısa süre sonra annesi o yolculuktan döner ve bir daha birbirlerini göremezler. Annesinin gidişinden sonra babası dediğim gibi acısını dindirmek için kendini din ve tanrıya adamaya başlar. Bir kilise de peder olarak işe başlar ve tamamen sessizlik içinde yaşarlar. En başta bir kilise yani peder evine taşınırlar orada mutlu olacaklarını zanneden Yu rahatlamıştır. En azından annesinin vefatından sonra yeni bir adım atarlar. Fakat beklediği gibi olmaz. Babası kendini dine adar ve Yu ile konuşmaz. Yu sık sık babasının vaat günlerine gelir ve vaatlerini dualarını dinler. Zaman geçtikçe babası bir kapalı kutu haline gelir. Kapalı kutu halinde ise kiliseye Hristiyan olmak isteyen kadın gelir. Bu kadın kiliseye gelince üstü başı kilisedeki insanlara göre farklı bir giyim tarzındadır. Pederin gözünden bu kaçmaz. Dua ve vaat saati bitince normalde Yu’nun babası Yu’nun yanına gelse de bu sefer gelmemiştir. Babası o kadının yanına gider ve kadın ona ağlayarak yalvararak bana din öğret der. Şimdi burada duralım. Koike Koike geçmişi yüzünden psikolojisi bozulmuş, şiddete maruz kalmış ve cani haline gelmiş bir kızdır. Küçük yaşta babasının şiddetine maruz kalmıştır. Her gün okuldan gelince onu kemer ile acımasızca döven babası bir de üstüne onu döverken bağırarak kendisini tekrar etmesini ister. Babası Koike’nin kuşuna da zarar vermiştir ve Koike için bu son noktadır. Bir gün okuldan eve gelince babasını yatakta uzanmış hareketsiz bir şekilde bulur. Koike ne kadar uğraşsa da babasını kaldıramaz ve sonrasında babasının cinsel organını kırar ve koparır. Sonrasında hemen polisi arar ve ağlayarak babasının uyanmadığını belirtir. Babasının aşırı doz ilaçtan orada öldüğünü öğrenir. Koike artık kendini özgür hissediyordur ve sokağa çıkıp rahatça dolaşmaktadır. Bir ara sokakta gezinirken bir adam ona yaklaşır ve bir kiliseden bahseder. O kilise için Koike’yi eğitir ve hastalıklı olan zihnini daha kötü hale getirir. İnsanları çıkar için, zihinlerini yıkamak için kurulan bu sahte kilise Koike’yi kolları altına alır ve ona bir ev olur. Koike ve Yu Koike Yu’yu yağmur altında dua ederken görünce ona yanaşıp adını ve neden dua ettiğini soruyor. Yu ağlayarak ona cevap veriyor. Koike onun dinine bu kadar bağlı kalmasını çok seviyor ona korkutucu bir şekilde şefkatli ve garip davranıyor. Yine elinde koz geçirmek maksadıyla onunla yakınlaşıyor. Koike için sadece Yu’nun adını öğrenmek bile yetiyor. Çünkü asıl istediği Yu, onun babası ve saygınlığı. Yu’nun hayatına geri dönersek. Yu babası ile iletişimini tamamen kaybediyor. Ve babası ile iletişime geçmek için bir yol bulmalı. Bu yol ise günah işlemek. Hayatında bir karıncaya bile basmamış olan Yu, günah işlemeye karar veriyor. Buna karar vermesi Koike ile tanışmasıyla oluyor. Günahsız ve Günahlı Koike ile konuştuktan sonra Yu babası ile konuşmanın tek çaresinin bu olacağını anlıyor ve sokakta bir grup gence takılıp devlet mallarını darp ediyorlar. İşte şimdi Koike günahlarını Yu’ya aktarabileceğini anlıyor. Yoko ise günahlardan nefret eden ve aşkı için her şeyi yapan kız. Hepsinin ortak noktası günah ve aşk oluyor. Tanrı ve Günah Başrolümüz Yû babası ile iletişime geçmek için günahsız ruhunu günahlar ile kirletmeye başlıyor. Peki papaz oğlu olarak ‘günah işlemesi bundan zevk alması ama Meryem’ini araması’ nasıl bir çelişki? Yû’nun tanrısı kim ve gerçek mi? Love Exposure bu sorulara odaklanıyor. Tanrı gerçek mi? Tanrı’nın varlığını kabul edenler: Herhangi bir Tanrı’nın varlığını kabul eden anlayış içinde de “Nasıl bir Tanrı? Yani Tanrı’nın mahiyeti nedir?” sorularının cevapları ekseninde birbirinden farklı Tanrı anlayışları ortaya çıkmıştır. Deizm, ateizm gibi. Yapacak çok şeyi olan insan inançlarını ve genel düşüncelerini hemen hemen hiç değiştirmeksizin korur. - Friedrich Wilhelm Nietzsche Sahne: Son Akşam Yemeği 1.Korintliler 13 Sevginin Üstünlüğü İnsanların ve meleklerin diliyle konuşsam, ama sevgim olmasa, ses çıkaran bakırdan ya da çınlayan zilden farkım kalmaz. Symphony No 7 in A Major Op 92 II allegretto Tanrıyı bulmak, ilerlediği yolu korumak ve aşk. SION SONO

  • Oslo Üçlemesi: Reprise

    Ortak noktaları, Anders Danielsen Lie’yi ve modern hayat depresyonunu üç eşit parçaya bölen 15 yıllık bir Joachim Trier üçlemesi. Aydınlık anlarında bile karanlık filmler serisi. İlki, 2006 yapımı, dostluğun filmi: Reprise. Tüm güzellemeler kötü gün dostlarına yapılsa da insanın başarılarına sevinecek eleştirel arkadaşlara da ihtiyacı vardır. Filmimizde hepsini karşılayan bir Erik karakteri görüyoruz. Filmin başında, kendisi kaybederken Philip’in başarmasına gözlerinin içi gülen Erik; aynı gözlerle, Philip yerle yeksan olduğunda merhamet ve sevgiyle bakıyor. Ama elbette hayatın olağan akışı olarak, tüm çabasına rağmen bir noktada Philip tarafından uzaklaştırılıyor. Dış sesin olduğu bir filmi, basit bir çocuk filminden farklı tutmak, bayağı kılmamak zordur; Trier bunu başarmış. Dış sese eşlik eden hızlı akan görüntüler sayesinde büyüklere masallar tadında bir filme imza atmış. Anders Danielsen Lie’nin oyunculuğu o kadar takdire şayan ki tüm üçlemeyi ama en çok da ilk iki filmi tamamen Philip’in gözlerinde izledik. Hangimiz eski anılarımızı, eski insanlarla yeniden yaşadığımızda ne hissedeceğimizi merak etmeyiz ki? Film, bunu da açığa kavuşturuyor. Elbette hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır, seks bile. Eski sevgiliyle yeniden çıkılan Paris turunda bunu gözlemledik. Filmin en kendine özgü tarafı ise bu kadar karanlık ilerledikten sonra, Philip ve Erik’in dargın kalmasına gönlü elvermemek, allem edip kallem edip muhtemelen eski güzel günlerine döndükleri izlenimini vermek, böylece tatlı bir bir finalle izleyicinin yüzünde bir tebessüm bırakmak.

  • The Painted Bird

    Vaclav Marhoul imzalı, siyah beyaz olmasına rağmen gönül rahatlığıyla ismiyle müsemma denebilecek; kendi halinde yokluk içinde yaşayan halkın tepkileri ve umursamaz zalimlikleri bakımından Yaşar Kemal kitabı tadında bir film. İlk yarı mükemmel ilerliyor, görüntüler müthiş, ne göz kırpmaya ne kalkıp bir kap su içmeye müsaade ediyor. Zaten zeytin gözlü çocuk, safi yetenek; annesinin karnından bu filmin başrolü olmak için doğmuş. Neredeyse hiç diyalog yer almaması cuk oturmuş, çünkü pek fazla söylenecek şeyin olmadığı zamanlarda geçiyor film. Gelgelelim ikinci yarıda film bir anda holocaust temasına bürünerek tüm orijinalliğini ve kendine özgülüğünü kaybediyor. Sinema dünyası Yahudi soykırımı konusunu çoktan son damlasına kadar tüketip dibini bile sıyırmadı mı? Bu konuda çekilebilecek en güzel, en rahatsız edici, en acıklı, en duygusal filmler çoktan çekildi, artık bundan sonrası seyirci bıktırmaya girer. Hele ki bu filmde olduğu kadar göze sokulan sahneler varsa. Filmin ilk yarısındaki, yalnız kalmış küçük bir çocuğun çektikleri, ayrıntılarda yakalanan Yahudi ayrımcılığı teması gayet yerindeydi. İkinci yarıda, bir anda bu metaforik kullanım bıçak gibi kesildi ve yağmalanan köyleri, vurulan çocukları, tecavüzcü ve kalpsiz ikinci dünya savaşı insanlarını bilmem kaç milyonuncu kez izledik. Seksomanyak kadının olayını rahatlıkla anlayabilmiştik zaten, kendini keçiyle mastürbe etmesine gerek var mıydı gerçekten? Eşsiz görüntülerine, güzel senaryosuna, başroldeki ufaklığın mükemmel oyunculuğuna rağmen abartıların filmi. Bazen ne yaparsan yap olmuyor bazen.

  • TWD 11. Sezon-1. Kısım: KEPAZELİK

    Entel gönlüm şu güzide site için ilk yazımın Jarmusch filmlerinden birinin üzerine olmasını isterdi ama maalesef ilk yazım The Walking Dead (TWD) dizisi üzerine oluyor. Sinemada korku yapımlarının kalitelisi çok zor bulunangillerden bir tür, ancak şükür ki bazı diziler bu kıtlığı biraz olsun hafifletiyor. TWD? Yo, hayır o değil. Mike Flanagan'ın mini dizileri. Hatta bir diğeri de yolda ve dahası bir Edgar Allan Poe uyarlaması. Üşengeç okurlara adını da veriyorum: The Fall of the House of Usher. Beklentim büyük. Neyse şimdi konuya dönecek olursam, Arka Sokaklar'ın Amerika şubesi TWD 11. Sezonu yayınladı. Toplamda 24 bölüm ve 3 kısımda yayınlanması planlanmış. İlk kısım olan 8 bölümü ev işi yaparken izledim. Bu ayrıntıyı özellikle veriyorum. Ev işi yaparken izlenen bir zombi dizisi. Sanki birileri hadi ıkının son bir sezon daha demiş gibi yönetmeninden oyuncusuna, ışıkçısından kostümcüsüne kadar öyle baştan savma öyle zorlama bir sezon olmuş ki anlatamam. Kepazelik burada bitmiyor. Diyaloglar, bakışmalar uzun ve sıkıcı. Geleneksel Türk dramalarını aratmıyor. Hele bi sahneler arası cutlar var ki aman yarabbi. Ritim yok, her şey gelişine. Dediğim gibi bu türün edebiyatta da sinemada da kalitelisini bulmak zor. O yüzden yıllar yıllar önce bu diziye şans vermiştim. Başta fena değildi. Her türlü klişeye rağmen belli bir noktada seyirciyi-en azından beni tutuyordu. Kaçıncı sezondan itibaren sapıttığını hatırlamıyorum. Ancak bir korku türü ev işi eşliğinde izleniyorsa vakit kaybıdır, izlemeyin. Sizin için zombiler illa ağzı yüzü yamulmuş homurdayan tipler değilse alternatif zombi dizisi önerim Avusturalya yapımı Glitch olabilir. Ama söylemeden geçemeyeceğim. Jeffrey Dean Morgan gerçekten de Javier Bardemle Robert Downey Jr karışımı. Ne adamlar ama!

  • Babysitter

    Mizah, yapılması kolay bir şey değilken kara mizah çok daha zor. Bu nedenle gönül rahatlığıyla burun kıvırıp, peh olmamış film, diyemiyor; medeni cesaretinden ötürü Monia Chokri'yi kutluyorum. Aşırı zor ilerleyen bir film; bir ara kendimi bir elimde portakal diğer elimde yelpazeyle antik Yunan'da bir amfitiyatroda hissettim. Hani sanki sessiz sinema olsa daha çok şey anlardık, özümserdik gibi. Hem böylece filmin o güzel renkleri de daha anlamlı olurdu. Gerçi o zaman da en iyi sahne olan, kiminin fantezisi kiminin cehennemi temalı meşhur kalpli jakuzi sahnesini yakalayamayabilirdik. Saçma ve abartı feminizmiyle bir miktar 9 Kere Leyla'yı çağrıştırdığını da söylemeden geçemeyeceğim. Filmin başındaki yakın çekimlerde kesinlikle bir şeyler amaçlanmış olmalı ama biz pek anlayamadık. Neyse ki hemen akabinde, dövüşen adamların yarattığı kanlı tablo sahnesini hem yakın hem de uzak çekim doya doya gördük de bu da ne biçim bir filmmiş diye kapata basmadık. Velhasılı kelam, öyle bir film ki izleyenin, duygularını karşısındaki aktarmakta kelimeler kifayetsiz...

  • Hayatboyu

    Mutsuz ve iletişimsiz bir karı-koca, sadece zaruri ihtiyaçlar için lütfen devam ettirilen ortak yaşam, öyle bir sıkılmak ki kavga bile edememek haleti ruhiyesi; hukuki adıyla evlilik birliğinin temelinden sarsılması... Sürekli gençleşmek isteyen, yılgın, gözlerinden her daim, keşke ölüp gitsem de bitse bu işkence, cümlesi okunan ağlak yüzlü bir adam... Elindekine razı olarak kocasına kendini gösterebilmek için çırpınıp, beceremeyen; küskün fakat yine de kocasına aşık olmaya devam ettiğini anladığımız, evdeki en eski mobilya gibi hisseden bir kadın... Kendi tatminini kariyerinde arayan ama başarılı olduğu halde mutlu olamayan bir kadınla; hayatından kaçmak için Van deprem bölgesine kadar giden bir adamın küçük burjuva hikayesi. Bekarların ezelden beridir merak ettiği konu, evli çiftlerin cinsel hayatı, tam olarak bu filmdeki gibi işte. Açılışın bu sahneyle yapılması mükemmel olmuş. Filmin genel boğucu havasıyla uyumlu aheste sekanslar, ince gözleme dayalı ayrıntılar ve Defne Halman'ın kusursuz oyunculuğu ile Aslı Özge bizlere bir kadın gözünden, müthiş bir kötü giden modern evlilik tablosu çizmiş.

  • Üç Hikaye Bir Film - Fransız Postası

    Wes Anderson'ın yazıp yönettiği "The French Dispatch" filmi favorilerim arasına girmiş bir filmdir. Beni çeken özelliği Wes Anderson'ın her zamanki farklı tarzı olmuştur. Wes Anderson'ın tarzından kısaca bahsetmek gerekirse yarattığı filmlerin bir düzene sahip olmasıdır. Çekimleri dümdüzdür, simetri boldur, oyuncuların yönetimi ve düzeni ayrıca kamera hareketlerinin de simetriği her zaman öne çıkıyor. Bunların yanı sıra her zaman rengarenk filmler yapmaktadır. Fransız Postası filminin konusu, baş yazarı öldükten sonra, son sayısı yayınlanacak olan gazeteye yazılacak hikayelerin arayışıdır. Birçok yazar toplanır ve ellerindeki hikayeleri analtır. Wes Anderson’ın her filminde olduğu gibi bu filmde de hikâye anlatımı görüyoruz. Ama bu sefer üç hikâye. Fransız Postasındaki üç hikâye şunlar: Akli dengesi yerinde olmayan bir adamın hapishanedeki sanat öyküsüdür. 1968 Paris olaylarındaki bir gencin öyküsüdür. Yemeklerle kurtarılan, kaçırılmış polis çocuğunun öyküsüdür. İlk hikâye modern sanatı anlatan bir yapıda. İntiharın eşiğinde olan alkolik adam, girdiği hücrede tanıştığı kadın gardiyanla olan ilişkisinden sonra sanatçı ruhunu keşfediyor. “Kim bir pis suçluyla birlikte olmak ister ki?” diye sorabiliriz. Bazı kadınlar, suç işlemiş ve hapse girmiş adamları cinsel anlamda çekici bulabiliyor. Gardiyan kadının bu hislerinden dolayı, suçlu Moses Rosenthaler ile çamaşırhanede ilişki yaşıyor. Moses o an kendini keşfediyor. İlişkiden aldığı hazzı resme dökmek istiyor ve resimler yapıyor. Kadının çıplaklığına bakarak, modern sanat yaratıyor. Bu sanatın farkına varan Cadazio ise ondan tablolar isteyerek bir sergi kurmak istiyor. Moses bunu ona veriyor fakat eserlerini birer betona yapıyor. Bu eserler taşınamayacak kadar ağır veya sabit olduğu için hareket ettirilemediğinden ortalık karışıyor. Bu betona yapılan modern sanatın amacı da, Moeses’in güçlü olduğunu bizlere anlatıyor. 1968’de Paris’de geçen bu hikaye devrimci bir genci anlatıyor. Satranç manifestosu mücadeleler görürüz. Erkeklerin kızların okul yurtlarına girebilme isteklerinden doğan bir protestodur bu. Gerçek bir savaşı ve karakterin anlatabileceği bir dilde mücadelesini satrançla izliyoruz. Hikaye, evlerine gelen gazeteci kadın Krementz, lavaboya gittiğinde Zefirelli ile karşılaşmasıyla başlıyor. Banyoda, sohbet ederler. Gazeteci onun aldığı notları okur ve bir amacının olduğunu fark eder. Daha da geliştirilerek kendini daha iyi ifade edebilmesini sağlar. Zefirelli’nin ilk cinsel ilişkisi de o akşam, yaşlı gazeteci kadınla olur. Kendini keşfettiği bu dönemde Zefirelli, satranç oynayarak zaman geçirir ve politik olaylara girer. Protestoculardan olan Juliette, Zefirelli ile cinsel ilişki yaşar. Bundan önce de kendisinin bakire olduğunu hatırlatır, Zefirelli de kendisinin öyle olduğunu ama gazeteci Kremetz hariç der. Bu da onu ileri taşıyan bir adım olduğunu gösterir. Devrimlerin ardından korsan radyolar ve satışlarla devrim devam eder. Zefirelli’nin manifestolar onu çok kısa sürede ölüme götürür Üçüncü hikâye benim en sevdiğim. Daha çok biçimsel olarak en sevdiğim diyebilirim. Wes Anderson değişik bir yöntem denedi bu sekansta çünku. Konusu şöyle; Eşcinsel, siyahi ve tipografik hafızaya sahip bir gazetecinin, davet edilip yemeklerini yediği polisin oğlunun kaçırılmasını anlatıyor. Bu hikayede kaçırılan çocuğun kurtarılması için, düşman tarafa zehirli yemek verililyor. Çocukda dahil herkes bu yemekten yiyor. Zehir sadece turplara konuluyor. Çocuk turp sevmediği için yemiyor, yaşıyor. Tesadüf ki, düşman şoför de sevmiyormuş. Çocuğu alıp kaçırıyor. Angoulême sokaklarında kovalamaca izliyoruz. Bu sahne Fransa'nın Angoulême kentine benzer sokaklarda geçiyor. Bunu birçok kişi izlerken farkına varmayabilir ama Angoulême kenti çizgi romanlarıyla ünlü bir kenttir. Wes Anderson bu yüzden birdenbire iki boyutlu animasyon göstermek istemiş. Yani kafasından uydurmamış. Bu filmi diğer Anderson filmlerinden ayıran özelliği bence siyah-beyaz ağırlıklı olması. Daha önceden bunu bu kadar uzun gömememiştik. Üstelik 4:3 kadrajla izliyoruz bunları. Bu kadraj olayı benim en sevdiğim biçimsel özelliklerden biriydi. Zaten Wes Anderson’ın renk paletlerini herkes biliyor ve harika olduklarını biliyordur. Aklıma takılan bir şey var. Fizik! Bu filmler fizik kurallarına uymuyor. Diğer filmlerinde de sürekli görüyoruz. Uçan insanlar, düşen insanlar, insanların uyguladığı kuvvetler… Aşağıdaki sahneye bakın. Bu tekerlekli sandalyedeki Moeses’in bu şekilde uçması mümkün mü sizce? Wes Anderson, sessiz sinema dönemindeki hızlandırma taktiğini çok uyguluyor ve çizgi filmlerin absürtlüğünü de her zaman sunuyor. Bu da farklı bir renk katıyor tabi ki. Bayılıyorum. Filmle ilgili olumsuz görüşlerim de var. Film çok hızlıydı insanı yormuyor fakat bazen anlamadığım yerler oluyordu. Geri alıp izlediğim sahneler oldu. Devamlılığı korumak ve filmin biçimsel tadını çıkartabilmek için aynı anda dublajlı ve alt yazılı izledim. Wes Anderson filmleri çok karışık gibi görünebilir, ayrıntıları çoktur evet. Şunu bilin gerçekten basit ve eğlenceli anlatıları olan filmler bence bunlar. Bu filmi bir kere izledim, ikinci ve üçüncüde çok daha iyi anlayacağımı umuyorum. Birden fazla kez izlenebilecek bir sinemadır Wes Anderson sineması. İzlediğim filmleri ve dizileri, önerilerimi kaçırmak istemeyenler buraya tıklayabilir! 🙂

  • Benedetta

    Paul Verhoeven yönetmenliğinde 2021 yılında çekilen, 17. yüzyılda bir manastırda geçen gerçek olduğu iddia edilen olaylardan esinlenilen film. Daha ilk bakışta filmin, bir tür kilise eleştirisi ve aynı anda queer tema gütmek iddiası olduğunu görmek zor değil. Bundan mütevellit mükemmel bir bakış açısı hatta belki Kazancakis esintileri izleyeceğimi umarken, malesef hevesim kursağımda kaldı. Yüzeyselliği, kopukluğu, yapmacıklığı yetmezmiş gibi; bazı sahneleri ve diyalogları ciddi ciddi üç film birden havasındaydı. Çıplaklığın, güzel ve rezalet olması arasındaki ince çizgi malesef yerle bir edilmiş. Sevişme sahnelerini gelişigüzel serpiştirince film bir anda statü atlamıyor ki. Bir ara maviş gözlü muhtemelen Selanik göçmeni Hz. İsa, çarmıhtan, başrol rahibeye seslenerek önce, soyun; sonra da, hadi aramızdaki engeli kaldır diyerek donunu çıkarttırdı. Neredeyse, aramızda bir aşk filizlenmeden buradan gidelim senin bakışın bakış değil, diyecekti mübarek. Başrol rahibenin bir sıkıntısı vardı belli ki ama Darth Vader sesi verip bir anda bağırtmak gerekli miydi gerçekten? Ayrıca bu insanlar ortaçağın pisliği, yoksulluğu içinde yaşamıyorlar mı, neden bu kadar güzel ve pürüzsüzler? Bütün sermaye, setin makyözüne yatırılmış heralde. Çok sığ bakıyorum, bir yerde hata yapıyorum diye tekrar tekrar sorguladım ama iler tutar bir yan bulamadım. Günümüzün acımasız tüketim çağında, ama geçmişte böyle şeyler gerçekten yaşanmış, bu bir biyografi diyerek işin içinden sıyrılmak mümkün değil.

  • Plemya/The Tribe

    Yetişin, sözün bittiği yer bulundu: Bir süredir Ukrayna-Rus savaşının şaşkın üzüntüsünü yaşadığımız şu günlerde, sessiz çığlıklarıyla dehşetin gelmişini geçmişini gözler önüne seren film. Dünyanın geri kalanı, rahat koltuklarında oturup birilerini kınama yarışı içine girmişken, biz her zaman batak içindeydik siz yeni fark ettiniz diyor film bizlere, üstelik hiç bilmediğimiz bir dilde, daha doğrusu sadece işaret ve beden dilinde. Filmin her karesinde sert ve soğuk Rus kültürünün farklı bir zerresini görüyoruz. Tüyü bitmemiş küçücük bir kızın, ancak başına gelen olarak tabir edilebilecek hamileliğini sonlandıran hemşirenin halinden tavrından, sen bu acıyı hak ettin rezil aşifte, diyecek ağır ortodoks kesimi görüyoruz. Meşhur kürtaj sahnesinde hem canlı canlı kürtaj yaptırmış olma acısını yaşıyoruz hem de adeta kendi kendimize kürtaj yapabilmeyi öğreniyoruz. Tam, romantizmin mekandan ve diğer her şeyden nasıl bağımsız olabildiğini hayretle fark etmişken; fakirlikten, soğuktan, bakımsızlıktan, sevgisizlikten kırılan başrol oğlanın, başına gelen her şeyi kanıksayıp, sahip olduğu tek bir ilgi parçasını kaybettiğinde nasıl canavarca hisle öldüren soğukkanlı bir katile dönüştüğünü görüyoruz. Özetle, bu filmde hiçbir şey duymazken çok fazla şey görüyoruz. İzleyiciye çok yönlü düşünebilme yeteneğini kazandırmak için elinden geleni ardına koymayan Myroslav Slaboshpytskyi'nin bu çabasının üstüne bizlere sadece şapkayı önümüze koyup düşünmek kalıyor.

  • “İnsanlar İkiye Ayrılır”, Filmler de Öyle

    2022’de hangi filmleri “ben izledim” diye bir düşündüm, aslında artık pek de film izlemediğimi (ve izlediğimde zaten sevdiğim filmleri tekrar tekrar izlediğimi) fark ettim. Peki neden? Hollywood klasik anlatısını normalde çok seven ve keyifle izleyen biri olarak son dönem filmlerini çok formülize ve sığ buluyorum. Orta sınıfın bitişiyle orta bütçeli filmler de yok oldu sanırım. Ya high-concept dünyayı kurtarmalı filmler yapıp globale oynuyorlar, ya da bağımsız sinemacılar beni asla ilgilendirmeyen ve özdeşleşme(veya empati) kurduramadıkları karakterlerin hikayelerini anlatıyorlar. Yeni-yeni dalga. Tam ortada çok güzel bir aralık vardı (sweet spot.) L.A. Confidential gibi polisiyeler, K-Pax gibi bilim kurgular, Groundhog Day gibi komediler veya bayıldığım As Good As It Gets gibi dramalar. Bu filmlere artık yer yok. Yerel sinemamızda ise ne izleyeceğimi bilemiyorum. Tek düze BKM komedileri ile birbirinin kopyası olan aynı zamanda hikaye anlatma becerisinden yoksun ama zaten anlatmak istemiyormuş gibi yapan festival filmleri arasında gidip geliyoruz gibi hissediyorum. Hollywood için bahsettiğim orta nokta Türk sineması için de gerekliydi. Her Şey Çok Güzel Olacak, Eşkıya, İnşaat, Hokkabaz gibi geleceğe kalabilmiş gişe filmleri bu orta noktadan çıkmadıysa nereden çıktılar? 2010’larda da Silsile (Açıktan, 2014) tam benim istediğim ve “aha böyle filmler yapalım sinemamız gelişsin” dediğim filmlerdendi. Gelelim 2022’ye. Aslında 2020 yapımı, vizyon tarihi 2021 olan ve sanıyorum Covid kurbanı bir film: İnsanlar İkiye Ayrılır. Ben Blutv’de görüp fark ettim ve izledim. Film bana o kadar keyif verdi ki anlatamam. Kısaca “borçlular üzerinde baskı kurup tahsilat yapan” bir çalışanı (ve ofisi) anlatan filmde, çeşitli plot twistler ve sorgulanan birkaç kişinin anlattıklarını izleyerek olayı çözüyoruz. İçeriden biri borçlu birine yardım ediyor ve şirketle ilgili sıkıntılar meydana geliyor. Sürprizbozan (spoiler) vermemek için filmden detay vermesem de durumu anladınız sanıyorum. İnsanlar İkiye Ayrılır’ın yaptığı aslında klasik anlatı diyebiliriz. Karakter sıradan dünyasından çıkıp bilmediği sulara yelken açar, düşmanlarla savaşır sonunda değişerek herkesi yener. Fakat bu filmde seyirci de olayları çözmesi gereken ve sorgulamaları izleyen üçüncü bir kişi konumunda. İzleyicinin bu şekilde biraz daha aktif katılımı kesinlikle doğru bir tercih olmuş. Amerikan sineması yıllarca klasik anlatının ekmeğini yedi ama şu an onlar bile bu yoldan ayrıldı. Artık aksiyon arası seyirciyi yakalayacak sahneler çekiyorlar. Bu durumun meşhur Z kuşağı ve hatta bizim odaklanma süremizle ilgili olduğu söylenebilir, ama artan bütçelerin ancak herkesin sevebileceği popcorn filmlerle geri kazanılabilmesi daha mantıklı bir açıklama da olabilir. Sonuç olarak zamanında herkesin küçümsediği ama aslında insanlığın binlerce yıllık anlatı dili olan klasik anlatıyı iyi kullanan filmleri görmek artık çok zor. Bu yüzden ben 90 dakika içinde bize büyükçe hikayeler anlatan ve “doyurabilen” filmlerin örneklerini gördüğümde çok seviyorum. (Sonraki yazılarda yabancı filmlerden örnekler vereceğim, bu tam öyle bir örnek değil ama idare edin:) Film benim çok özlemini duyduğum bir şeyi yapıyor: beyaz yakalının hikayesini anlatıyor! Film birkaç kademede çok iyi. (Bu arada çok iyi derken, sinema tarihine geçecek anlamında değil, seyir zevki veren gişe filmi anlamında söylüyorum, zira bu duyguyu yaşamayalı uzun zaman oldu.) Film benim çok özlemini duyduğum bir şeyi yapıyor, beyaz yakalının hikayesini anlatıyor! Bu bile gişenin “esnaf” klişesinden kurtulup, festivallerin “kırsal” takıntısını aştığı için takdire değer. Kafe açmak isteyen ama maaş için istemediği işleri yapması gereken beyaz yakalının kafası kel mi? Onun da hikayeleri anlatılmalı. (filmde karakter gerçekten kafe açıyor bu arada hahah) İkincisi, film toplumda gerçekten var olan ve son yıllarda daha da artan borç/kredi krizini bir psikolojik gerilim üzerinden inceliyor. Yeşilçamvari şekilde taraf tutmuyor(kötü adamlar vs. evini yıktırmayan halk), iki tarafı da aktarıyor. Bunu gayet düzgün bir tempoyla (kurguyla) yapıyor ve ilgi çekiciliği korumak için seyirciyi farklı bilgilerle bombalıyor. Ünlü ve popüler oyuncular (Burcu Biricik, Pınar Deniz) oynadığı için aslında gişe potansiyeli olabilirmiş gibi görünüyor fakat konu halk için yeterince ilgi çekici değil. “Halkın zaten yaşadığı şey.” Her gün iş yerinde mobbinge uğruyorsak mobbing üzerine bir film mi izlemek isteriz yoksa dünyayı kurtaran sümüklüböceği mi? İlk seçenek ancak mobbing yapanları öldüren bir seri katil dizisiyse ilgi çekici olur sanırım. İnsanlar İkiye Ayrılır örneğinde de para ve hırs üzerine bir film insanları sinemaya götürecek bir film değil ne yazık ki. (Sinema neden sadece aksiyon ve bilim kurgu filmlerine kaldı? Bunu da o tür bir film incelemesinde konuşuruz aslında) Film teknik olarak zaten belli seviyenin üstünde. Göze batan kötü hiçbir yanı yok. Bu filmin tek laneti sanıyorum BluTV ortaklığıyla yapılmış ve sadece orada yayınlanmış olması. Bir gün farklı platformlarda veya TV’de gösterildiğinde daha çok ilgi çekeceğine eminim. NFT mantığı güdersek, böyle filmler az yapılıyor, o yüzden değerli. Rare item. Buraya kadar okuyana teşekkürler, Sevgiler.

  • Pleasure

    2021 yılı yapımı, Ninja Thyberg'e ait bir İsveç filmi. Öyle bir film ki belgesel desen değil, porno sektörünü anlatmıyor, güzeller güzeli başrol kızımızın neden durduk yere bu işin içine girdiği bilgisini vermiyor. Şiddet içerikli porno sahneler aslında nasıl çekiliyormuş, pornocu bireylerin çekim sonrası iletişimleri ne tür bir seviyedeymiş bunları gördük çok şükür, o da gerçeği yansıtıyorsa tabi. Acemi pornocu kızımız, içine düştüğü durumdan aslında hiç memnun değilken, bir anda feminist havalarda vay efendim sektörün en iyisi olmaya ant içiyor. İyi ama neden? Duyan da kansere çare arıyor, hasta babasına ilaç parası biriktiriyor, kardeşleri okusun diye uğraşıyor sanır. Determinizme ucundan kıyısından gönül vermiş orta zekalı herkes, aile ilişkilerinin ve eğitim seviyesinin makul olduğunu anladığımız, yedi kuşak İsveçli orijinal bir sarışının neden pornocu olduğuna ve sevmemesine rağmen neden devam ettiğine dair küçük bir bilgi pırıltısı görmeyi ister. Yılların, İsveçliler dertsizlikten intihar ediyor klişesinin porno versiyonunu izledik. Ne bir karakter analizi var, ne herhangi bir sorunun cevabı. Tebrikler, berbat porno sahneleri çekmeyi çok iyi başarmışsınız. Ingmar Bergman'ın gözleri yaşlı...

BEN İZLEDİM

Ben İzledim; Film, Dizi ve Belgeseller hakkında eleştiri ve tavsiye yazılarının yer aldığı bir medya ve eğlence platformudur.

TAKİPTE KALIN

ÖNCE SİZ OKUYUN

Üye olarak, yeni blog yazılarımızdan ve haberlerden ilk siz haberdar olun!

Abone olduğunuz için teşekkür ederiz!

  • Instagram
  • Facebook
  • Twitter
  • YouTube
  • TikTok

Copyright © 2022 www.benizledim.com

bottom of page