Arama Sonuçları
Boş arama ile 229 sonuç bulundu
- Endless Poetry (Poesía sin fin) - Alejandro Jodorowsky
“Bana hiçbir şey vermeyerek, bana her şeyi verdin, Beni sevmeyerek, bana sevginin mutlak bir gereklilik olduğunu öğrettin, ve Tanrıyı inkâr ederek, bana hayatın değerini öğrettin…” Alejandro Jodorowsky’nin bu filmini anlamaya ve anlatmaya çalışırken, kendimi 1972 yapımı ‘The Ruling Class’ filminden bir alıntıyı düşünürken buldum: “Kendimin dışında duruyorum, kendimi izliyorum. Gülümsüyorum, gülümsüyorum, gülümsüyorum…” Sinema şamanı Alejandro Jodorowsky, 80’lerinde bir afyon rüyası kadar çılgın ve keyifli otobiyografik film üçlemesiyle müthiş bir dalga yarattı. Böylesi anarşik bir öz farkındalığa sahip birisi olan Jodorowksy’nin kendinden şüphe etmiş olabileceğini hayal etmek zor. Ancak bastırılamaz ve ezber bozan sinematik imgelerin yaratıcısı (El Topo, Holy Mountain), kendi terapisi ‘Psychomagic’ in kurucusu ve düzinelerce çizgi roman ve kitabın yazarı, annesinin pasifliğiyle harmanlarmış baba şiddetinin altında sinerek büyüdü. Bu travmatik çocukluk, Jodorowsky’nin sinemaya verdiği uzun bir aradan sonra 2013’te bi’nevi geri dönüş filmi olan ‘ The Dance of Reality (La Danza De La Realidad)’ nin konusu oldu. Endless Poetry (Poesía sin fin) ise, önceki filme kaldığı yerden devam ediyor ve bu kez Jodorowsky ailesi, Şili’nin kuzeyindeki Tocopilla maden kasabasından Santiago’ya doğru yola çıkıyor. Bu filmde kabaca anlatmak gerekirse, otoriter babasından kaçıp şair olarak gerçek çağrısını benimseyen genç yetişkin Alejandro Jodorowsky’nin hikayesini görüyoruz. Evet, tabi, hikâyenin özü böyle okuyunca basit dursa da filmin içine daldığımızda, Jodorowsky’nin ürettiği her şey gibi, yoğun gerçeküstü imgelerin, görsel metaforların ve şiirselliğin ustaca kullanıldığı çılgın bir sirkte buluyoruz kendimizi yine ve bu filmle izleyici olarak Jodorowsky’nin hissettiği yaşam sevincini hissediyoruz. Film; renkli karakterler, kostümler ve setlerle dolu. Jodorowsky çocukluk anılarını, gerçek Santiago sokaklarını, her şeyin eskiden nasıl olduğunu gösteren devasa sepya baskı fotoğraflarıyla giydirerek yeniden yaratıyor. Bana kalırsa bu, filmdeki fantastik ve gerçeküstü unsurları garip bir şekilde yumuşatmaya yardımcı olan çok yerinde bir detay. Büyük şehirde, Alejandro’nun evde yaşadığı vahşet ve karmaşa sokaklarda yankılanıyor. Depremler onu dehşete düşürüyor. Ancak genç Alejandro, saldırgan bir şekilde erkeksi olan babası Jaime’nin (Jodorowsky’nin en büyük oğlu Brontis Jodorowksy tarafından canlandırılmaktadır) ve annesi Sara’nın (Pamela Flores) büyük üzüntüsüne rağmen şair olmaya karar veriyor. Bu nedenle genç Alejandro, büyükannesinin evindeki çok sevdiği bir ağacı sembolik olarak keserek ve şehirdeki bir sanatçı kolektifine kaçarak isyan ediyor. Babasının tüm şairlerin “maricón” (en kaba tabiriyle ibne) olduğu konusundaki ısrarı tarafından rahatsız edilen Alejandro, kendini keşfetme yolundaki ilk adımı olarak eşcinsel bir öpücük paylaşmaya karar veriyor. Öpücüğün kendisine hiçbir şey yapmadığını anladığında, Alejandro bir adam oluyor ve genç Herskovits, rolde yetişkin Adan ile değiştiriliyor ve tüm güvensizlikler eriyerek yeni bir özgüven ortaya çıkıyor. Bu güzellik parıltısı Alejandro’ya ilk benlik duygusunu veriyor ve bunun ardından yazmaya başlıyor. Şiir, vizyonunu ve daha sonra eylemlerini şekillendiriyor. Ailesinden ayrılarak evinin yalnızca birkaç dakika uzaklığında başka bir dünya buluyor. Karanlık ve ışık, film içerisinde Jodorowksy’nin bir sanatçı olarak hayatı boyunca karşı karşıya gelen iki kavram oluyor. -tıpkı gerçek hayatı gibi- Adan’ın Alejandro’su saf coşku ve tutkuyu temsil ediyor. İçki içip eğlenmediği zamanlarda sanatı yaşıyor ve soluyor. Gerçek bir Freudyen seçim olarak, Pamela Flores tarafından canlandırılan şair arkadaşı Stella Díaz Varín ile tutkulu bir ilişkiye başlıyor. Şair arkadaşı Enrique Lihn (Leandro Taub) ile arkadaş oluyor ve ikisi birlikte kendi gerçeküstü şiir evrenlerini yaratıyorlar. Yine de Alejandro, tam zamanlı bir kariyer sanatçısı olmanın bu şekilde neredeyse imkânsız olduğunu bilmekle, ailesinin ondan istediği hayata geri dönme hayalinden vazgeçmeyi reddetmek arasında hala çatışma yaşıyor. 1940'larda Şili şairlerle doluydu. Pablo Neruda baskın, ataerkil bir varlıktı ve Gabriela Mistral yakın zamanda Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanmıştı. Alejandro, Enrique Lihn ve Nicanor Parra ile arkadaş olarak ve Stella Díaz Varín ile bir ilişkiye başlayarak bohem dünyasına sorunsuz bir şekilde giriyor. Tüm sahneler tam olarak orijinal yerlerinde çekiliyor. Jodorowsky, sadece o zamanın figürlerini bir araya getirmekle kalmıyor (Cereceda kız kardeşlerin sahip olduğu aynı evde yaşayan sanatçılar Alberto Rubio, Gustavo Becerra ve Hugo Marín'i sunuyor), aynı zamanda şu anki arkadaşlarını ve işbirlikçilerini de işe alıyor. Suriyeli şair Adonis, film yapımcısı Andrés Racz'ı canlandırıyor. Çağdaş dansçı Carolyn Carlson, Alejandro'yu tarotla tanıştıran yazar ve sanatçı María Lefevre'yi canlandırıyor. Bu kararlar başlı başına şiirsel bir eylem bana kalırsa. Hikayesini yeniden ele alıp anlatırken Jodorowsky, metaforu gerçeğe, sembolizmi de eti kemiğe büründürüyor. “Gerçekte kendimi anlatmıyorum” diyor Jodorowsky, “Sanat yaratımını gerçek hayatla harmanlıyorum.” Bu dürtü, derin acının ve bilinçaltı blokajlarının rüyalar, tiyatro ve performans yoluyla çözüldüğü Psychomagic’in de temelini oluşturuyor. “Mantıkla çalışmıyorum,” diye devam ediyor, “ama duygusallıkla, izleyiciye yüce hissetme kapasitesini göstermek için devreye benim ve ailemin terapisinin kamusal bir gösterimini sunuyorum. O noktada da bu gerçek oluyor, film değil.” Endless Poetry bir büyüme filmi. Sadece ekrandaki 20 yaşındaki Alejandro için değil, aynı zamanda geleceğin bir hayaleti olarak ara sıra görünen 88 yaşındaki – şu anda 95 yaşında, Allah uzun ömür versin - Alejandro için de. Alejandro, bugünkü benliğini dahil ederek hem kendi geçmişini terapötik olarak inceleyip üzerinde düşünebiliyor hem de genç benliği karşısında rahatlatıcı ve yol gösterici bir ses olarak hareket edebiliyor. Filmin gerçek doruk noktası, Şili'den Fransa'ya taşınmak üzere olan Alejandro'nun babası Jaime ile karşılaştığı son sahnedir. Hayal kırıklıkları, Alejandro'nun babasını döverek bağımsızlığını tam anlamıyla iddia etmesiyle yumruklu bir kavgaya dönüşür, tıpkı babasının onu dövdüğü gibi. Sahne daha sonra yaşlı Alejandro tarafından yeniden yazmaya çalışırken durdurulur ve genç halinden yumruğunu bir okşamaya çevirmesini ister, bu sadece babasını hayatta gördüğü son sefer olacağını yansıtmakla kalmaz, aynı zamanda babasının tüm kusurlarına rağmen sadece elinden gelenin en iyisini yapmaya çalıştığını da kabul ettiğini gösterir. Yaşlı Jodorowsky'nin orada durup sahnede hem babasını hem de kendisini temsil eden iki oğlunu kucakladığını görmek hem acı hem de çok güçlüdür. Filmi gerçekten parlatan şey, bu empati ve öz-yansıma düzeyidir. Endless Poetry, Jodorowsky'nin varlığının saf bir örneğidir; bu filmdeki her şey kesinlikle kendisinin bir uzantısı ve kendisine bir ders olarak hizmet eder. Babasının şiddeti ve aşırı erkekliği aracılığıyla, absürtlüğü, korkuya gülmeyi öğrenir. Sevdiği sanatçı arkadaşlarının kusurları ve kendini aşağılayıcı davranışları aracılığıyla, gerçek öz tanımının kendi sıkı çalışmanızdan ve tutkularınızdan geldiğini, kimsenin sizin için yapamayacağını öğrenir. Kendi hayal kırıklığı ve yön arzusu aracılığıyla, kabul etmenin önemini öğrenir -kendini kabul etmek ve hayatın sunabileceği her şeyi kabul etmek-. Kabulü vaaz etmek onun savaş çığlığı, evrenin boşluğuna cevabı olur. Bu, onun gerçeküstücülük markasını tanımlar ve onu başkalarının bakmadığı yerlerde güzellik ve anlam aramaya yöneltir. Kendini kabul etme ve iç huzuruna yapılan bu vurgu, Jodorowsky'nin her zaman varoluş nedeni olmuştur, ancak daha önce hiç bu konuda bu kadar açık olmamıştı sanırım. Jodorowsky'yi esas olarak psikedelik Western'ler olan El Topo veya The Holy Mountain'ın arkasındaki beyin olarak tanıyanlar, bu son iki filminin sıcaklığı ve çekiciliği karşısında şaşırabilirler. Endless Poetry hala klasik Jodorowsky temaları ve ikonlarıyla- açık sembolizm, dini ikonografi, amputeler, cüceler, eşit fırsat çıplaklığı, maneviyat, mizah gibi – dolu olsa da bu sefer hikâye anlatımı sadece gerçekçi değil, aynı zamanda şaşırtıcı derecede kişisel. Bu film hakkında birkaç sayfa daha konuşabilirim ancak burada bırakıyorum. “Zaman duygusuna sahip değilim.” diyor Jodorowsky bir röportajında ve ekliyor, “Paris'te neredeyse 100 hayat yaşadım. Bana göre, ölen çok sayıda Alejandro Jodorowsky var. Ve sonra yeniden doğdum. Her şey değişiyor. Sen, ben, evren. Her şey değişiyor. Yaşlı olmak diye bir şey yok. İçimde aynıyım. Yaşlanmamak için kendimi aynada görmüyorum." Evet hareket ettiği hızla, hepimizden daha uzun yaşayacak. -amin-
- Korku Sinemasının En İyi 10 Filmi: Tüylerinizi Diken Diken Edecek En İyi Korku Filmleri
En İyi Korku Filmleri listesi izleyicilere adrenalin dolu anlar yaşatarak unutulmaz deneyimler sunar. Eğer kalbinizin biraz daha hızlı atmasını istiyorsanız, işte korku sinemasının en önemli filmleri, detaylı yorumlarıyla birlikte: The Shining (1980) IMDb Puanı: 8.4 İzlenebilecek Platformlar: Netflix, Amazon Prime Video Açıklama: Stanley Kubrick'in yönettiği bu başyapıt, Stephen King'in aynı adlı romanından uyarlanmıştır. Jack Nicholson'ın etkileyici performansıyla hafızalara kazınan film, psikolojik gerilim ve doğaüstü korku öğelerini mükemmel bir şekilde harmanlıyor. Psikolojik korku türünü sevenler için vazgeçilmez bir seçenek . İzlenmesi gereken bir klasik çünkü sinema tarihinde derin izler bırakmış ve birçok filme ilham kaynağı olmuştur. Ceren Dere'nin harika analizleriyle The Shining'e derinlemesine bakabilirsiniz: https://www.benizledim.com/post/the-shining-here-s-kubrick . The Exorcist (1973) IMDb Puanı: 8.1 İzlenebilecek Platformlar: Amazon Prime Video Açıklama: William Friedkin'in yönettiği bu film, şeytani bir varlığın etkisi altındaki küçük bir kızın hikayesini anlatıyor. Döneminin en korkutucu filmlerinden biri olan "The Exorcist", izleyiciyi derinden sarsacak sahnelere sahip. Doğaüstü korku ve dini temalara ilgi duyanlar için ideal . İzlenmesi gereken bir yapım çünkü korku sinemasının sınırlarını zorlayarak yeni bir dönemin kapılarını aralamıştır. Gurur Sönmez'in yapım notlarıyla The Exorcist ve ötesi için yazdığı detaylı yazılara bakmanızı öneririz: The Exorcist: Hayat değiştiren film Leap of Faith: Friedkin ve the Exorcist Üzerine Notlar . Psycho (1960) IMDb Puanı: 8.5 İzlenebilecek Platformlar: BluTV, Amazon Prime Video Açıklama: Alfred Hitchcock'un bu klasiği, gerilim ve korku türünün en önemli yapıtlarından biri olarak kabul edilir. Motel sahibi Norman Bates'in gizemli ve karanlık dünyasını keşfetmek isteyenler için harika bir seçenek. Gerilim dolu hikayeleri ve sürpriz sonları seven izleyiciler için vazgeçilmez . İzlenmesi gereken bir film çünkü sinematografisi ve anlatım tekniğiyle birçok yönetmene ilham vermiştir. Alien (1979) IMDb Puanı: 8.5 İzlenebilecek Platformlar: Disney+ Açıklama: Ridley Scott'ın yönettiği "Alien", uzayda geçen bir korku macerası sunuyor. İzole bir ortamda hayatta kalma mücadelesi ve bilinmeyen bir tehlike, filmi nefes kesici hale getiriyor. Bilim kurgu ve korku türlerini bir arada sevenler için mükemmel bir seçim . İzlenmesi gereken bir yapım çünkü güçlü kadın karakteri ve atmosferik anlatımıyla türünün öncülerinden biri. The Silence of the Lambs (1991) IMDb Puanı: 8.6 İzlenebilecek Platformlar: Netflix Açıklama: Anthony Hopkins ve Jodie Foster'ın unutulmaz performanslarıyla "The Silence of the Lambs", gerilim ve korkuyu üst düzeyde yaşatıyor. Psikolojik analiz ve seri katil temalarını seven izleyiciler için ideal . İzlenmesi gereken bir film çünkü hem gerilim hem de karakter derinliği açısından benzersiz bir deneyim sunuyor. Halloween (1978) IMDb Puanı: 7.7 İzlenebilecek Platformlar: Amazon Prime Video Açıklama: John Carpenter'ın yönettiği "Halloween", maskeli katil Michael Myers'ın hikayesini anlatıyor. Slasher türünün en önemli örneklerinden biri olan film, gerilimi sürekli yüksek tutuyor. Gençlik ve korku temalarını sevenler için harika bir seçenek . İzlenmesi gereken bir yapım çünkü korku sinemasında bir ikon haline gelen karakteri ve atmosferiyle dikkat çekiyor. A Nightmare on Elm Street (1984) IMDb Puanı: 7.5 İzlenebilecek Platformlar: Netflix Açıklama: Wes Craven'ın bu filmi, rüyalarda kurbanlarını avlayan Freddy Krueger karakteriyle tanınır. Doğaüstü korku ve slasher türlerini seviyorsanız, bu film tam size göre . İzlenmesi gereken bir yapım çünkü korku sinemasına yeni bir soluk getirmiş ve kült bir karakter yaratmıştır. The Conjuring (2013) IMDb Puanı: 7.5 İzlenebilecek Platformlar: Netflix, HBO Max Açıklama: James Wan'ın yönettiği "The Conjuring", gerçek olaylara dayanan hikayesiyle dikkat çekiyor. Paranormal aktiviteler ve ruh çağırma seanslarıyla dolu bu film, sizi koltuğunuza çivileyecek. Gerçek hikayeler ve doğaüstü olaylar ilgisini çekenler için ideal . İzlenmesi gereken bir film çünkü modern korku sinemasında önemli bir yer edinmiştir. Get Out (2017) IMDb Puanı: 7.7 İzlenebilecek Platformlar: Amazon Prime Video Açıklama: Jordan Peele'in yönettiği "Get Out", ırkçılık temalarını korku ve gerilim öğeleriyle birleştiriyor. Toplumsal mesajlar içeren ve düşündürücü bir korku filmi arayanlar için mükemmel bir seçim . İzlenmesi gereken bir yapım çünkü özgün senaryosu ve başarılı anlatımıyla övgüler toplamıştır. Hereditary (2018) IMDb Puanı: 7.3 İzlenebilecek Platformlar: Amazon Prime Video Açıklama: Ari Aster'ın bu filmi, aile trajedisi ve doğaüstü olayları iç içe geçiriyor. Yavaş yavaş yükselen gerilim ve rahatsız edici atmosferiyle etkileyici bir deneyim sunuyor. Psikolojik korku ve dramatik hikayelerden hoşlananlar için ideal . İzlenmesi gereken bir film çünkü benzersiz anlatımı ve güçlü oyunculuklarıyla dikkat çekiyor. Not: Filmlerin izlenebileceği platformlar, ülkelere ve platformların güncel içeriklerine göre değişiklik gösterebilir. İzlemeden önce ilgili platformlarda arama yapmanız önerilir. Bu filmler, korku sinemasının en önemli ve etkileyici yapımlarından bazılarıdır. Eğer gerilim dolu anlar yaşamak, unutulmaz karakterlerle tanışmak ve sinema tarihinin en iyi korku filmlerini deneyimlemek istiyorsanız, bu liste tam size göre. Cesaretinizi toplayın ve bu filmlerin büyüleyici ama bir o kadar da ürkütücü dünyasına adım atın!
- 81. Venedik Film Festivali'nden "Gecenin Kıyısı"
Türker Süer’in ilk uzun metraj filmi Gecenin Kıyısı 81. Venedik Film Festivali’nde Orizzonti Extra seçkisinde dünya prömiyerini yaptı. Film biri teğmen diğeri yüzbaşı iki erkek kardeşin, Sinan ve Kenan’ın birbirleriyle, kendileriyle, görevleriyle ve içinde bulundukları canavarlaşan toplumla ilişkisini “bir askeri darbeyi” merkezine alarak anlatıyor. Filmdeki bu “askeri darbenin” 15 Temmuz darbe girişimi olduğunu Fatih Sultan Mehmet köprüsünü duyunca köprünün tarihsel bağlamıyla ancak idrak edebildim. Uluslararası bir festivaldeki Türkiye dışından bir izleyici için darbenin hangi darbe olduğu çok şey ifade etmeyebilir ve kişi kendisini hikayeye bırakabilir, ama o geceyi yaşayan bizler için öyle mi? 2016 senesindeki darbe girişimi üzerine çekilen iktidar propagandası filmlerinin hiçbirini izlemediğim için Gecenin Kıyısı benim için temasıyla bir ilk. Film odaklanmayı zorlaştıracak dağınıklıkta başlıyor ama kısa sürede kurduğu atmosferin içine çekmeyi başarıyor. Belirsizliğin başrol olduğu, sabit olan tek şeyin güvensizlik duygusu olduğu bir toplumu ordudaki komuta zinciri içinden ve hatta iki kardeş üzerinden kurmanın iyi bir fikir olduğuna ikna oldum film bittiğinde. Başlarken sorduğum soruya cevap vereyim: 80 darbesini görmemiş birinin 80 darbesi üzerine film izlemesiyle, 15 Temmuz’u yaşamış, o gece sevdiklerine ulaşamamanın kaygısını ve tepesindeki F-16’ların sesini hatırlayan, sabaha karşı televizyonlara düşmüş linç görüntülerini unutamayan kesimler için bu filmi izlemek aynı şey değil. Ahmet Rıfat Şungar’ın canlandırdığı Teğmen Sinan, Berk Hakman’ın canlandırdığı ağabeyi Yüzbaşı Kenan’ın Malatya’daki askeri mahkemeye tutuklu nakliyesinde görevlendirilir. Bu emri sorgulasa da itaatten başka seçeneği olmadığına ikna olduğumuz Sinan’ın ağabeyi Kenan’la görüşmediğini, sebebinin general olan babalarının ölümü olduğunu öğreniyoruz. Kenan Sinan’ın aksine bir emre itaat etmeyip ordudan firar etmiş bir asker, bu nedenle askeri yargılama sürecinde. İstanbul’dan Malatya’ya bu sevkiyatın gerçekleştiği gecede, ordudaki bir grubun darbe girişimi yaşanıyor, zaten cevapsız olan sorularla çıkılan yola bir yenisi ekleniyor: Kim hangi tarafta? General babaları kumpas davaları sonucu intihar etmiş, Sinan kendisine sunulan belgeleri gözleriyle gördüğü için babasına karşı tanıklık etmiş. Sinan karakterinin hem tarihte hem Türkiye toplumunda bir karşılığı var, emre itaat etmeyen ağabeyinin de karşılık geldiği bir yer var kolektif hafızamızda. Zor zamanlarda tarafların farkında olmak, taraf olma(ma)k, askerliğin doğası, emir-komuta zincirinde bireylerin vicdani muhasebesi, bireyin değerleri için feda edebilecekleri gibi evrensel temaları Türkiye tarihinden karanlık bir geceye giderek sorguluyor film. Gösterim sonunda yönetmen Türker Süer ve iki başrol oyuncusuyla söyleşi gerçekleştirildi. Film boyunca yabancı bir izleyicinin tarafları zihninde nasıl konumlandırdığını merak etmiştim ve moderatörden gelen ilk soru bu evrensel temalar için çekilen Türkiye fotoğrafının yerelliğini ispatladı bana. Soru, “sistemdeki iki karşıt görüşü erkek kardeşler hikayesi üzerinden anlatma fikri” üzerineydi. Halbuki ortada sisteme yönelik iki karşıt görüş yoktu, Sinan da Kenan da tercihlerini “memleket için” yapan, vatanını seven iki askerdi. Buradaki karşıtlık sisteme dair değildi, karakterlerin doğasına dairdi: Her emre itaat edenler ve toplum hızla insanlığın kıyısına itilirken emirleri sorgulayıp isyan edenler. Film 31. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali’nin Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması’nda gösterilecek.
- Tangerines /Anlamsız düşmanlıklar
Tangerines 1992 yılında gerçekleşen Gürcü - Abhazya savaşı devam ederken Estonyalı vatandaşlarının birçoğu ülkelerine geri dönmektedir. Ivo ve Margus tüm bu savaşın içerisinde anavatanlarına dönmeyi reddeden iki Estonyalıdır. Ivo mandalina bahçeleri olan bir marangozdur. Filmin açılış sekansından itibaren seyiriciye rahat ve huzurlu bir atmosfer sunulur. Çeçen askerleri sırtlarındaki silahlarla filme dahil olana dek... Ivo'nun neden ülkeyi terk etmediği çeçen askerleri için merak konusudur. Çeçen askerleri savaşın vazgeçilmez iki sorusunu sorar. Nerelisin, Kimsin? Bu soru belirler kim dost, kim düşman. Oysa varolmadan sorulmaz bu soru, seçim hakkı verilmez insana. Verilen neyse onunla yaşamak zorundayızdır. Gün sonunda insan, seçemediklerinden yargılanır. Sanki bir anadan doğmamış, hiç çocuk olmamış gibi tek kalıba sokarlar. Kim olduğundan ziyade ne olduğun önemlidir. Çeçen Askeri bir soru daha sorar "bu kasalar ne için patlayıcılar için mi?" Beyin öyle bir yapıdırki düşündüğünü görür. Ahmed için etraftaki her şey bir tehdit, her şey savaş için orada varolmaktadır. Oysa varolan tüm kasalar mandalina kasalarıdır. Tüm bu savaşın içinde Ivo'nun tek isteği savaş başlayana kadar mandalinaları ağaçlardan toplayabilmektir. Çok geçmeden Ivo'nun evinde Çeçen ve Gürcüler arasında bir çatışma başlar. Askerler arasından sadece Çeçen askeri Ahmed sağ kaldı sanılırken Gürcü askeri Niko'da yaralı olarak hayatta kalmaktadır. Ivo'nun evi adeta bir revire döner. Artık evde iki düşman benzer hikayalerle başbaşa kalmaktadır. Ahmed'in savaşa katılma sebebi de Niko'nun savaşa katılma sebebi de aynıdır ekomomik nedenler... -Yani oğlunu gürcüler mi öldürdü ? +Evet ama ne fark eder ki ? -Nasıl yani ? oğlunun mezarının yanına bir gürcü gömdün. +Ahmed, fark eder mi ? -... +Cevap ver! -Fark etmez. Film, basmakalıplardan uzak anlatımıyla, geçmişte ve günümüzde yaşanmış savaş hikayelerinin insan nefretinin bir tohumu olduğunu gözler önüne sererken, insanın içindeki nefretten ziyade vicdani duyguların varlığını da bir kez daha ortaya koyuyor. Etnik ve milliyetçi nefretin tüm ülkeyi sardığı bir dönemde, bu film aslında barış ve insanlık üzerine bir mesaj taşıyor... -Toprak için savaşıyorlar +Benim mandalinaların yetiştiği toprak için Yazan: Ceren DERE
- Deadpool 3 - After Credits Var Mı?
Deadpool'un yeni filmi izleyicilerle buluştu! Ve şu an bu yazıyı okuyan herkesin aklında tek bir soru var. Hemen cevap veriyorum. Marvel, Deadpool ve Wolverine filmine post credit sahnesi koymadı. Sadece en sonda after-credit sahnesi bulunmakta. Filmi nasıl buldunuz? Film hakkında konuşalım mı? Instagram'da bizi takipte kalın.
- Triangle of Sadness/Hüzün Üçgeni
The Square filmine olan, yersiz küskünlüğüm nedeniyle bugüne kadar beklettiğim için beni utanca boğan film. Modern zamanları yaşamaya başladığımızdan beri, bu kadar nüktedan bir modern zaman eleştirisi izlememiştim. Film, Balenciagalı v. H&M'li birey pompalamasıyla başlayıp; ıssız adaya düşsen yanına ne alırdın dünyasının gerçekliğine koyveriyor bizleri. Özetle, Şeytan Marka Giyer'li bir peşrev; yer yer Titanik yer yer Çiçek Abbas'ın sağ sol çatışmalı versiyonuyla gelişme; Lost ve Sineklerin Tanrısı arasında gidip gelen bir kapanış. Üstelik ne badireler, ne kusmuklar, ne gaita şelaleleri, olaylar olaylar... Envai çeşit milletten yakışıklı erkek modeller, komikli bir gey spiker, hepimiz eşitiz sloganları ve hemen akabinde, yine hesap kitlenen adamın isyanı karşısında yine haklı çıkmayı başaran nemrut kadın sahnesini görünce ben de sandım ki aman allahım woke kültürü geliyor olmasın sakın. Yok yok gelmedi. Yeri gelmişken değineyim, e yurt dışında da erkekler habire hesap ödüyormuş işte, hani ecnebi kadınlar hep Alman usulü yapıyorlarmış diye övüp duruyordunuz, noldu? Ruben Östlund, üstelik taa İsveçlerden çekmese hiç bilemeyeceğiz. Taksicinin dediği gibi, mücadele et kaardeşim yoksa kadınının kölesi olursun. Oldu da nitekim, üstelik birden fazla kadının şamar oğlanı oldu dünyanın en yakışıklı çocuğu. Ama hakkını yemeyelim, gerçek bir hayatın içinde, sahte Yaya'nın sahte güzelliğinin triplerini çekmektense; Abigail'in çirkin ama kıymet bilen gerçek yanından etkilenmeye başlamıştı o da. Dünyanın en boş instagrammer kızı dedik. Hepimiz, çevremizde sıkça görüp tiksindiğimiz bu boş teneke tiplemeden nefret ediyoruz; hatta artık o kadar çoklar ki varlıklarını kanıksadık bile diyebiliriz ne yazık ki. Yanlarında da hep böyle bir yakışıklı ama testosteronu düşük zamane erkeği bulunur, hiç sekmez. Üstelik doyumsuz ve belli ki zevksiz kızın gözü de tipsiz ve kıllı adamlarda hâlâ. Günümüzün, kalpler hatta evler yıkan microcheating sorununa böylece değinilmiş diyecektim; ama bu artık düpedüz, ne var bunda herkes yapıyor aldatması. Kusmuk sahnesinin abartılığı beni rahatsız etmedi, daha doğrusu elbette rahatsız etti ancak sinematografik açıdan yerinde ve kara mizahın dibi olarak değerlendirdim. Değinmeden geçemeyeceğim; bir demokrasi sağlama aracı olarak el bombası ticaretinin, buzdolabı aristokratı İngiliz bir çifte layık görülmesine bayıldım, bin maşallah yönetmenin hiciv yeteneğine. Beni asıl üzen, filmin üçüncü kısmı olan, eşek adası bölümü oldu. Üzen de demeyelim de ilk iki bölümün süksesi yanında belki bir miktar klişe mi kaldı acaba diyelim. Yine de yakışır bir kapanış olmakla birlikte, temanın çok fazla işlenmişliğine dayalı bir bıkkınlık hissedilmedi değil. Ama onu da kalp kırıcı eşek sahnesi ile açıkta kalmış gibi görünen finali bağlayarak tam doksandan vurmayı başarmış Östlund. Ne diyelim, on numara beş yıldız, Altın Palmiye'yi fazlasıyla hak ederek göğüslemiş.
- İstanbul’un Ritmi: Fatih Akın ile Müzikal Bir Yolculuk
İstanbul'un kültürel mirasına ve müzikal çeşitliliğine derin bir bakış sunan "İstanbul Hatırası: Köprüyü Geçmek" belgeselini, Fatih Akın'ın imzasıyla izleme zamanı geldi. Akın’ın genel sinematografisinde sıkça rastladığımız toplumsal ve kültürel derinlik, bu belgeselde de kendini gösteriyor. Alexander Hacke'nin rehberliğinde, İstanbul’un sokaklarında, stüdyolarında ve sahnelerinde dolaşıp, rock'tan rap'e, geleneksel Türk müziğinden elektronik müziğe kadar geniş bir müzikal yelpazeyi keşfediyoruz. Fatih Akın’ın belgesel sinemasına genel olarak bakıldığında, toplumsal ve kültürel dokuları başarıyla işlemeyi sevdiği görülür. “Duvara Karşı” ve “Soul Kitchen” gibi filmlerinde de bu derinlik ve detaycılık kendini gösterir. Akın, İstanbul'un müzikal dokusunu yansıtırken, şehrin mimari ve tarihi yapısına da saygı gösteriyor. Belgeselde, Galata Kulesi'nden Taksim Meydanı'na, Boğaz’dan Kadıköy sokaklarına kadar birçok ikonik mekânın müziğe kattığı atmosferi hissediyoruz. Filmin genelinden bahsetmek gerekirse, müzik ve görsellik açısından zengin bir deneyim sunuyor. Her sahne, her nota birbirleriyle uyum içinde. Film boyunca İstanbul’un sokaklarını, stüdyolarını ve sahnelerini keşfetmek büyük bir keyifti. Müziğin evrensel dili, izleyicileri İstanbul'un kalbine götürmeyi başarıyor. Filmde yer alan müzisyenler, şehrin çok kültürlü yapısını ve müzikal zenginliğini gözler önüne seriyor. Benim gibi İstanbul’un tarihine ve kültürel yapısına meraklı olanlar için bu belgesel harika bir araştırma fırsatı. İstanbul’un mimari ve kültürel dokusunu keşfetmek isteyenler için mükemmel bir rehber. Müzik yoluyla anlatılan hikâyeler, şehrin tarihini ve kültürel evrimini anlamak için eşsiz bir fırsat sunuyor. Belgeselde, 2000'lerin başındaki İstanbul'un sokak sanatı, gece hayatı ve gündelik yaşamı da gözler önüne seriliyor. Sonuç olarak, “İstanbul Hatırası: Köprüyü Geçmek” sadece bir müzik belgeseli değil, aynı zamanda İstanbul’a yazılmış bir aşk mektubu. Şehre dair derin bir sevgi ve merakla izledim. Film, müzikal çeşitliliği ve kültürel zenginliğiyle tam anlamıyla büyüleyici. Fatih Akın’ın bu eseri, İstanbul'un müziğini ve ruhunu anlamak için harika bir kaynak. Akın'ın belgeseli izlenmeye değer!
- Saint-Omer: Yorgun anneler ve kızları
Yazar ve akademisyen Rama, basının da ilgiyle takip ettiği Saint-Omer’de görülecek bir davayı izlemeye gider. 2022 Fransız yapımı, Alice Diop imzalı filmde, 15 aylık bebeğini ölüme terk eden bir göçmen annenin yargılandığı davayı biz de Rama ile birlikte izliyoruz. Basın bu davaya ilgi gösteriyor, çünkü kendi bebeğini öldüren bir canavar kadının portresini çizeceklerinden eminler; fakat sanık Laurence Coly’nin günler süren savunması bu portreyi çizemiyor. Karşılarında, sorgulama sırasında tüm detayları ortaya çıkarılan olayı inkar etmeyen; ama buna rağmen kendisinin suçlu olmadığını iddia eden bir kadın buluyorlar. “Bebeğimi öldürdüm ama bana bebeğimi öldürten bu düzen asıl sorumludur.” diyor. Filmin gücü, çoğunlukla, mahkeme salonundaki uzun sorgulama ve savunma sahnelerini izlememize rağmen bu düzenin kişisel ve toplumsal ölçeğini çok sakin ve soğukkanlı sunmasından geliyor. Laurence henüz hiçbir savunma yapmamışken, toplumun ona hangi ön yargılarla baktığını film üç ayrı noktadan işaret ediyor. Önce, Fransızcasının düzgünlüğü ve kendini ifade etme şekli kamuoyunu şaşırtıyor. Sonra, danışman hocasının bir felsefe öğrencisi olarak Laurence’in tezi için Wittgenstein’i seçmesine şaşırdığını öğreniyoruz; Afrikalı bir göçmen olarak bir kalıba oturtuyor öğrencisinin akademik merakını. Son olarak da sorgulama memurunun, Batı kültürlerinde aşina olmadığımız büyü ve nazar gibi inanışlara dair sorularla Laurence’ı yönlendirdiğini, bu davaya biraz da kültürel sos eklemek istediğini anlıyoruz; Avrupalı beyaz bir kadın, bebeğini öldürmedi sonuçta değil mi? Toplumun ırkı, kültürü ve göçmen kimliği ile ona biçtiği rol buyken, kişisel ölçekte de çok parlak değil Laurence’in hayatı. Babası annesini terk etmiş, anne ve anneannesiyle büyümüş. Mahkemedeki Fransızcası ve iyi hali kamuoyunda övgüyle karşılanınca gururlanan bir annesi var. Öte yandan, okumak için gittiği Fransa’dan bir süreliğine Senegal’e geri döndüğünde kendi ailesi onu değişmekle ve beyazlara benzemekle itham etmiş. 33 yaş büyük partneri tarafından varlığı dahi inkar edilen, hamilelik boyunca yalnız bırakılan ve evde tek başına doğum yapan, hamileliğinde ve doğumdan sonra da evden hiç çıkmayan Laurence ancak bebeğini denizin gelgitine bıraktığında görünür oluyor. Doğumu anlatırken kalp atışları hızlanıyor ve partneri bebeğinin babasını sorguladığında Laurence “o benim bebeğim” diyor. (Kendi ifadesiyle) “… bebeğini öldürdüğü için sempati beklenemeyecek…” bu kadınla empati kuruyoruz yargıcın soruları derinleştikçe. Rama da 4 aylık hamileyken bu davayı izliyor ve mahkeme Laurence ile annesinin ilişkisini irdeledikçe Rama da kendi annesiyle hesaplaşıyor içinden. Empatinin bir tık ötesine kolayca geçebildiği bir özdeşleşme olarak izliyoruz bunu. Kız evlat-anne ilişkisine dair çok tema var filmde. Bu iki kadın da annelerini çok çalışan, hep yorgun ve mutsuz kadınlar olarak hatırlıyor. İki kadın da annesiyle mesafeli ve bir noktadan sonra anneden kopuşu yaşamışlar ama tamamen de vazgeçememişler. Rama’nın annesine yemeğe gittiğini ama ona hamileliğinden bahsetmediğini izliyoruz, aynı şekilde Laurence’in annesiyle düzenli olarak telefonda konuştuğunu ama doğumunu bile sakladığını öğreniyoruz. Rama annesine benzemekten korkan bir anne adayı ve geçmişe döndüğümüz dört kısa sahneyle onun endişesine hak veriyoruz. Biri sanık sandalyesinde oturan ve okulunu bitirememiş göçmen kadın ile okulunu bitirmiş, akademisyen olmuş ve sanığı izlemeye gelmiş göçmen kadın arasındaki bu örtüşme fazla gelmiyor izlerken, tüm kimliklerin üzerinde kurumsal bir annelik olduğuna ikna oluyoruz tüm salonla birlikte. Böyle evrensel bir konunun da ne kadar az işlendiğine şaşırıyoruz. Mahkemenin sonunda Laurence’in avukatı tıbbi destek alabilmesi için hapse girmemesini talep ediyor. Avukatın izleyiciye doğru yaptığı konuşmasıyla mahkeme salonundaki tüm kadınlar duygusal bir çözülme yaşarken Rama’nın da hamileliğinin sonlarında annesinin elini tuttuğunu görüyoruz ve anlıyoruz ki Rama için döngü tamamlanıyor.
- Sarı Çocuk: Amerikan Çizgi Roman Tarihinde Bir Dönüm Noktası
Yaratılışı ve Yaratıcısı "Sarı Çocuk" (İngilizce: "The Yellow Kid"), Amerikan çizgi roman tarihinin en önemli figürlerinden biridir. Richard Felton Outcault tarafından yaratılan karakter, ilk olarak 1895 yılında New York World gazetesinin bir eki olan "Truth"ta ortaya çıktı. Karakter, daha sonra "Hogan's Alley" adlı çizgi roman serisinde yer aldı ve bu seri sayesinde büyük bir popülarite kazandı. Neden Sarı ? Karakterin Yaratılışı ve Sarı Gecelik Tanıtım ve Farklılık: Richard F. Outcault, Sarı Çocuk'u yaratırken karakterin görünümünü dikkat çekici ve unutulmaz hale getirmek istedi. Sarı renkli büyük gecelik, karakteri diğerlerinden ayıran ve okuyucunun ilgisini çeken bir unsurdu. Teknolojik Yenilikler: 1890'larda, renkli baskı teknolojisi gazetelerde yeni kullanılmaya başlanmıştı. Sarı renk, baskıda kullanılan ilk renklerden biriydi ve bu nedenle karakterin geceliği sarı yapıldı. Bu, karakterin isminin "Sarı Çocuk" olmasının ana sebeplerinden biridir. Gazetecilik ve "Sarı Gazetecilik" Sarı Gazetecilik: Sarı Çocuk'un popülaritesi, "sarı gazetecilik" teriminin ortaya çıkmasına da katkıda bulundu. Sarı gazetecilik, sansasyonel ve abartılı haber yapma anlayışını ifade eder ve dönemin rekabetçi gazetecilik ortamını yansıtır. Sarı Çocuk, bu gazetecilik tarzının sembolü haline geldi. Gazete Rekabeti: Joseph Pulitzer'in New York World gazetesi ve William Randolph Hearst'in New York Journal gazetesi arasındaki rekabet, Sarı Çocuk'un bu gazetelerde farklı versiyonlarla yayınlanmasına neden oldu. Her iki gazete de renkli baskı teknolojisini kullanarak Sarı Çocuk'un popülaritesini artırdı. Gazete Yayınları Sarı Çocuk'un maceraları ilk olarak New York World gazetesinde yayınlanmaya başladı. Bu yayın, Joseph Pulitzer tarafından yönetilen bir gazete idi. Çizgi romanın popülaritesi kısa sürede arttı ve William Randolph Hearst'in sahip olduğu New York Journal gazetesi, Richard Outcault'u ve Sarı Çocuk'u kendi bünyesine kattı. Bu nedenle, Sarı Çocuk bir dönem iki farklı gazetede de yayınlandı, bu da çizgi romanın o dönemdeki etkisini ve önemini gösterir. Kitap Yayınları ve Diğer Medya Sarı Çocuk, kendi çizgi roman kitabına sahip oldu ve bu, karakterin ve hikayelerinin daha geniş bir kitleye ulaşmasını sağladı. Bunun yanı sıra, çeşitli dergilerde ve diğer yayınlarda da Sarı Çocuk'un hikayeleri yer aldı. Ancak, Sarı Çocuk'un kendi başına bağımsız bir çizgi roman serisi olarak devam etmesi, dönemin diğer popüler çizgi roman karakterlerine kıyasla daha sınırlı kaldı. Bugünkü Durumu Sarı Çocuk, günümüzde aktif olarak yayınlanan bir karakter değil. Ancak, çizgi roman tarihindeki önemi ve etkisi nedeniyle çizgi roman tarihçileri ve meraklıları tarafından sıkça anılır ve incelenir. Sarı Çocuk, modern çizgi romanların ve popüler kültürün temellerini atan öncülerden biri olarak kabul edilir. Bugün, Sarı Çocuk'un çizgi roman tarihindeki yeri, medyanın evrimi ve gazetecilikteki rolü üzerine yapılan çalışmalarda önemli bir referans noktasıdır. Kültürel ve Tarihsel Etkisi Sarı Çocuk'un ortaya çıkışı, aynı zamanda "sarı gazetecilik" (yellow journalism) olarak bilinen ve sansasyonel haber anlayışını ifade eden terimin de doğmasına neden oldu. Bu terim, dönemin rekabetçi gazetecilik anlayışını ve sansasyonel haberciliği ifade eder ve Sarı Çocuk'un popülaritesi bu dönemin sembollerinden biri haline geldi. Sonuç olarak, Sarı Çocuk, çizgi roman dünyasında ve Amerikan gazeteciliğinde önemli bir yer tutar. Richard F. Outcault'un bu yaratımı, sadece eğlence amacıyla değil, aynı zamanda sosyal ve kültürel eleştirilerin bir aracı olarak da büyük bir etki yaratmıştır.
- MÜKEMMEL BİR GÜNÜN KEŞFİ
43. İstanbul Film Festivali'nin onur konuğu olarak, geçtiğimiz ay Türkiye'ye gelen usta yönetmen Win Wenders'in son filmi Perfect Days; birçok seyircinin gönlünde iz bırakan, festivalin ve son dönemlerin en çok konuşulan filmlerinden biri oldu. Film, baş karakteri Hirayama'nın günlük rutinlerine sadık mütevazi yaşamına, işiyle, çevresiyle, şehirle ve doğayla kurduğu incelikli bağlara odaklanıyor. Gününün önemli bir kısmını Tokyo'nun umumi tuvaletlerini meditatif bir dinginlikle temizleyerek geçiren Hirayama'nın peşinde, "Mükemmel bir günü mükemmel yapan şey nedir?" sorusunun cevabını arıyoruz filmde. Hatta Wenders bu soruyu bir röportajında (https://www.theguardian.com/film/2024/feb/11/wim-wenders-perfect-days-tokyo-toilet-cleaner-paris-texas-werner-herzog) "Tüm filmlerim, hayatın nasıl yaşanacağı sorusuyla ilgilidir" diyerek genişletiyor. Sanatın da hayatın da büyük sorusuna gelip dayanıyor o halde mesele; tek bir cevaba indirgenemeyecek, bir cevap bulunsa da vaaz edilemeyecek, her durumda kolayca aktarılabilecek bir metodu ve tekniği olmayan, bazen tekinsizlik bazen belirsizlik içinde defalarca yeniden yüzleştiğimiz o soruya: "Nasıl yaşayacağız?" Wenders'in, bu filmle önerdiği cevaplara bakınca filmin taşıyıcısı da olan Lou Reed'in Perfect Days şarkısındaki gibi hem derin bir hüzünle hem de o hüznün yanı başında taşıdığı neşeyle karşılaşıyoruz. Bir günü "mükemmel" yapan sıradanlık, basitlik, sadelik, içtenlik, denge, uyum gibi hasletlerin iddiasız görünen ama derinliğe, barışa ve bütünlüğe işaret eden şeyler oluşu, filmin her unsurundan seyirciye yansıyor. Yine aynı röportajında Wenders, Hirayama için "Seküler bir keşiş olarak görüyorum onu." diyor bu yüzden. (Konusunun da yaşama sanatıyla ilgili keşiflerinin de Zen duyarlılıklarla bezenmiş bir zeminden devşirildiğini açıkça görebildiğimiz bir filmin baş karakterinin tam olarak neresinin "seküler" olduğu başka bir tartışma konusu olarak kalsın şimdilik.) Peki böyle bir bütünlük duygusu gerçekten de Hirayama'nın neredeyse obsesyona varan bir titizlikle parlatıp pırıl pırıl yaptığı tuvaletlerin yüzeyi gibi pürüzsüz, dokusuz, parlak, çapaksız, kırışıksız, yarasız mı görünür? Böyle bir yaşamın güzelliği, böyle bir "mükemmellik"ten mi gelir? Hirayama'nın, sebebini bilemediğimiz ama kız kardeşiyle karşılaştığı sahnede açığa çıkan -belki de bütün ayrıcalıklı, zengin hayatını geride bırakmasına sebep olan- o içsel çatışmanın kaynağına, babasıyla olan derdine bakınca meselenin yüzeyde görünen tatmin duygusundan fazlasını içerdiğini anlayabiliyoruz. Yardımcısı Takashi'nin "Böyle bir işe nasıl bu kadar bağlanabilirsin ki?" diyerek dillendirdiği; cevabı, sessizlik olan soru da kitapçı kadının Hirayama'nın satın aldığı Patricia Highsmith kitabıyla ilgili "Korkunun ve anksiyetenin farklı şeyler olduğunu fark etmemi sağladı." cümlesi de tam olarak buraya vurgu yapıyor. Fakat film, örtük bırakmayı tercih ediyor anlatının bu katmanını. Haliyle, biçimsel olarak sürekli bir derinliğe ya da aşkınlığa işaret eden; ama duygusal yüzeyden öteye bir türlü gidemeyen, manevi yaraları da maddi çapakları da anlatı çerçevesinin dışında bırakan "temiz" bir içerikle baş başa kalıyoruz ilginç bir şekilde. The Tokyo Toilet markasının reklam projesi olarak başlayıp, uzun metrajlı bir filme dönüşen Perfect Days’in dilini oluşturan her şey, zaaflarından soyutlanmış, estetize edilmiş ve hijyenik bir şekilde yeniden paketlenmiş nesnelere dönüşüyor bu sebeple. Retro kasetler, kitaplar, siyah beyaz fotoğraflar, stilize rüya sekansları ve elbette tuvaletler... Ozu Etkisi Filmini Yasujiro Ozu'dan ilhamla yaptığını her fırsatta dile getiriyor Wenders. Onda gördüğü tecrübeye sevgisi ve saygısı açık. Wenders gibi maharetli bir ustanın, tevarüs etmeye çalıştığı mirasın sadece kamera açıları, mekan kullanımları gibi biçimsel ögelere indirgenemeyeceğini bilmemesi de mümkün değil. O halde bir Ozu filminde yaşayan, iç derinliğini de berrak bir şekilde -sadece sezebildiğimiz değil- bizzat görebildiğimiz karakterlere canlılığını, sahiciliğini veren şey neydi? Bu soruyu takip etmek belki Wenders'in, Perfect Days'le girmek istediği; ama onu, o denizin kıyısında bırakan estetik tavrını, konusuna bakışını, kavrayış şeklini daha iyi anlamamıza yardımcı olabilir. Mark Cousins, Sinemanın Hikayesi belgeselinde Ozu'yu anarken "Ozu, bedenin bütünlüğünü merkeze alıp benliği merkezden çıkarıyor. Bu yüzden onun filmleri Holywood'un içli romantizminin sınırlarından uzaktır" diyor. Böyle olduğu için bütün dünyanın, atmosferin üzerine inşa edildiği tipik bir özne temsili ya da kahramanlık zemini bulamayız onun filmlerinde. (O meşhur "tatami shot"ların, insan bakışına en yakın ölçüyü veren 50 mm'lik sabit lenslerin, denge unsuru olarak boşluk içeren planların kullanımı bu yüzden, biçimsel bir perspektif oyunundan ibaret değil.) Modernizm, gelenek, geçmiş ve bugün arasındaki gerilimlerin, küçük ya da büyük içsel çatışmaların, zaafların, toplumsal yaraların hepsi insani bütünlüğün bir parçası olarak tezahür eder bu filmlerde. Meşhur Tokyo Story filminde fabrika bacaları, kalabalık, yaşlılık, hastalık, yorucu çalışma saatleri, insanlar arası uzaklık, aşınan aile ilişkileri hem modern şehir hayatının tecessümü olarak bizzat görünür hem de bütün bunların dokunaklı etkisi her bir karakter üzerinde rahatça okunur haldedir. Dışsal olan da içsel olan da hatta aşkın olan da aynı çerçevenin içinde birlik içinde barınırlar. Bu, o karakterleri romantik sahne ışığı altındaki "seküler keşişler" yapmıyor; ama masumiyeti de hüznü de neşeyi de sahiplenen, anlamı hala taze bir eserin yaşayan parçaları olmalarını sağlıyor. Perfect Days'de ise Hirayama'nın temizliğini yaptığı tuvaletlerde öyle pek kir bile göremiyoruz. Yemyeşil ağaçlar altında yenen öğle yemekleri, fotoğraflanan ışık ve gölge oyunları, dost sıcaklığıyla paylaşılan akşam yemekleri, harika manzaralar içinde gün doğumları, gün batımları, şimdi şimdidir aforizmaları, "feel good" coşkusu içinde hüzünlü gözyaşları... The Tokyo Toilets markasının imaj çalışması burada evet, peki Tokyo'nun kendisi ve insanları nerede bu filmde? Hirayama'nın hayatla barışıklığının, uçarı, aşık, başıbozuk Takashi'nin, çocukları kendisine meftun eden merhametinin kaynağı nerede? Mükemmel Günlerin Mimarları Gelelim bir de bu umumi tuvalet işinin umuma bakan tarafına. Filmin, merkezindeki mekanlarla yani tuvaletlerle ve şehirle kurduğu ilişkide de çatlaklardan sızan şeyler var. Tokyo tuvaletleri işlevsel bir mekandan daha çok, ilgi çeken mimari stilleriyle turistik bir ziyaret yeri gibi aynı zamanda. Peki temiz bir tuvalet medeni bir şehir için ne ifade eder? Hirayama'nın koşullarından hiç şikayet etmeden (sadece Takashi işi bıraktığında artan iş yüküyle rutininin bozulması onu biraz endişelendiriyor), geçinmek için değil de neredeyse sosyal sorumluluk duygusuyla gönüllü çalışıyormuş gibi bir bağlılıkla yaptığı tuvalet temizliğini bu turistik imajın bir parçası olarak mı göreceğiz? Yoksa kimsenin yapmaya talip olmayacağı işleri üstlenen bu insanların statükonun baskısıyla nasıl güçsüz ve sömürüye açık kılındığına da bakmayı mı seçeceğiz? Şehri, gün doğumundan gün batımına kadar her gün yeniden temizleyen, kuran, inşa ve imar eden emeğe biçilen ekonomik ve toplumsal değerin, sağlıklı bir hayat kurmaya yetip yetmediği sorusunu yadsıyacak mıyız? Hirayama'nın edebiyatla, müzikle, ağaçlara duyduğu arkadaşlık hisleriyle çevrili alçakgönüllü yaşamının örtük yüzünde okunan yalnızlık, bağlantısızlık ve dilsizliği, Takashi'nin aylak, dağınık, dikkatsiz, uçarı karakterinin ardında okunan yoksulluk ve değersizliği kreatif stratejilerle, turistik bir mekan kurgusuyla iç içe çizilen şehir hayatının neresine sığdıracağız? Evden Uzakta Bir Sığınak Wenders, yukarıda yineleyerek andığım röportajında ciddi bir noktaya daha değiniyor. Almanya'nın önemli sanatçılarından biri olan Anselm Kiefer'in belgeselini çekerken zorlandığı, yorulduğu bir dönemde filme ara verip çok sevdiği Japonya'ya gelerek Perfect Days'i yapmaya karar verdiğini söylüyor. Anselm'in Almanya'nın sarsıcı, katmanlı ve karmaşık savaş geçmişiyle yüzleşmeye çalışan eserler ürettiğini, belgeselin de bu hafızaya bakmaya çalışan bir sanatçının portresi olarak şekillendiğini anlatıyor. Bir yerde Wenders, "Anselm burada kaldı ve canavarla yüzleşti, ben istemedim" diyor Amerika'ya gittiği dönemi kast ederek. Yani kendi ülkesinde böyle bir işi ardında bırakıp "egzotik" Japonya'da "otantik" bir figür olarak kurguladığı karakteri Hirayama'nın peşinde, kendisini sakinliğe, huzura, manevi arınmaya taşıyacak bir temizlik mantrası etrafında sığınağa benzeyen bir hikaye örüyor. Yoksa Hirayama'nın otoriteyle, babasıyla, iktidarla yorgun, yıpranmış, gergin, hüzünlü ilişkisi Wenders'in ülkesinin geçmişine bakmaya çalışırken yaşadığı kaygılı ruh halinin bir yansıması mı? Filmdeki romantik bakış bu ruh halinin bir semptomu olabilir mi? Yazı boyunca sorduğumuz bunca yüklü sorunun nihayetinde başa dönüp ilk soruyu bir kez daha hatırlayalım o halde: Yaşamak dokunaklı bir şarkı olduğunda "Nasıl yaşayacağız?" Türlü savaşların, yıkımların ortasında hayata tutunma becerisini bir sanata ve direnişe dönüştüren tüm yoksullara ve Onurlu Filistin Halkına binlerce selam ve sevgi ile... 🇵🇸 Seda Kaya
- Star Wars: Tales of The Empire| İyiliği yok edecek güç henüz doğmadı.
Star Wars bayramınız kutlu ve mutlu olsun. Her zaman güç sizinle olsun dostlar! Bu harika günde Star Wars yeni mini dizisini yayımladı. İmparatorluk öykülerinden ilkini izledik. Bu mini seride İlk İmparatorluğun kuruluşuyla, yeni cumhuriyetin kuruluşu arasındaki zaman diliminde toplam 6 bölümlük iki hikayeye tanık oluyoruz. Tales of The Jedi gibi zıt duyguların farklı bireylerdeki izlerini tekrar izliyoruz. Bu sefer, imparatorluğun kuruluşuyla iki karakterin üzerindeki gelişime tanık oluyoruz. İlk üç bölümde Morgan Elsbeth, son üç bölüm ise Barris Offee… Morgan’ın içindeki duyguların, onu karanlık tarafa çekmesi ve iyiliğin anlamsız olması; Barris’in, karanlık tarafa yönelmesinin ardından, kötülüğün tadına varıp doğruyu keşfetmesi bu mini serinin konularıdır. Gelin şimdi bölümlerdeki, karakter gelişimlerine göz atalım. Korku Yolu Morgan Elsbeth’in kabilesi, General Grievous tarafından işgal edilir. Ailesi ve çevresi öldürülürken kendisinin güçsüz olması onu korkutur. İşgal sonrası onu kurtaran kabile iyilikle yaklaşır. Tabii bir kere iyiliğe küsmüş insan inanır mı iyiliğe? Hayır… Onun korkusu ölüm korkusu, yenilgi korkusu. Kayıpları için değil. Silahlanmak uğruna iyi insanların ölümüne sebep olarak, kendisinin kalpsiz bir cadı olduğunu kanıtlıyor. Öfke Yolu Morgan’ın öfkesi yalnızca kötülük getirir. İmparatorluk da onun parçası. İmparatorluğun, onun zekasını kullanması ve reddetmesi aslında bir imtihandı. Onun bilerek küçük görülmesi, onun öfkesini kızıştırıyor. Sömürge altına aldığı köylerde diktatörlüğe devam ederken imparatorluk son kez onu sınıyor. En güçlü suikastçıyı yenerek imparatorluğun gözüne girerek, Amiral Thrawn’ın koruyucu / savaşçılarından biri oluyor. Nefret Yolu Öfke ve kinle çıkılan bu yolda Morgan’ın, halk tarafından kötü ve düşük görülmesi onu daha da kızdırıyor. Ona duyulan nefret, onu daha da acımasız hale dönüştürüyor. Tabii, imparatorluğun onu sürekli pohpohlaması kendini yücelttiriyor. Bu zamanlar, Yeni Cumhuriyetin kurulduğu zamana denk geliyor. Morgan’ın köyünden kaçmış köylü, Cumhuriyet senatosundan bir birey olarak geri geldiğinde, ona karşı çıkıp öldürüyor. Bu üç hikayede kötülüğün içinde iyiliğin zor bulunduğunu görüyoruz. Sadık Barris Offee karakterini hatırlarsınız. Clone Wars serisinde Jedi’lara ihanet ettiği için tutuklanmıştı genç padawan. Tabii kandırmışlardı onu o zamanlarda. Tutuklandığı zamanlarda çok yakın bir gelecekte geçen bu öykü, Order66’dan hemen sonrasına denk geliyor. Karakterin, karanlık tarafta olmadığını anlıyoruz en başta; çünkü Jedi’lardan umudu kesmemesi sözlerinden anlaşılıyor. Tabii aklı karışık. Ona sunulan fırsatla Inquisitorius ekibine katılması isteniyor. Birlikte esir tutulan kader arkadaşını da öldürerek sadık kalma yemini etmiş oluyor. Baş Inquisitorius’un gözüne giriyor. Fark Ediş Bir süre Inquisitorius olarak Jedi peşinde koşan Barris ve Dördüncü Kız Kardeş Lyn Rakish bir köye gelirler. Burada bir Jedi’yı ararlar. Barris tatlı dille küçük bir çocuğa sorar ve cevap alır. Cevabı alan Lyn herkesi öldürür. Bu anda o katliam, Barris’in her şeyi fark etmesi ve iyiliğin tekrar aydınlığa kavuşmasını sağlar. Barris, gücünü kullanarak Dördüncü Kız Kardeş, dağın zirvesinden aşağıya fırlatır. Yaralanan Jedi’a yardım eder. Çıkış Yolu Geçen yılların ardından, saklanan Barris'in, Jedi’ları keşfedip Ahsoka’ya yönlendirdiğini anlarız. Büyük güç taşıyan bebeğin peşinde olan Lyn, bebeği takip ederek Barris’e gelir. Onunla karşılaşır. Öfkeli Lyn ve Güç dolu Barris’in kısa bir savaşını görürüz. Umudun var olduğunu Barris yine hatırlatır bizlere. Bebeğin peşinden giden Lyn mağarada kaybolur. Aslında bu mağara, düşünceleri ve kontrol edilemeyen duyguları temsil etmekte. Öfkeli olan Lyn, ışın kılıcını sallayarak kurtulmaya çalışırken, Barris’i yanlışlıkla öldürür. Ölümün ardından gelen pişmanlık ona çıkış yolu olur. Hüzün dışarı vurur. Barris’i de alıp dışarı çıkar. Bölüm biter. Birdenbire bitmesi Lyn’nin karanlık veya aydınlık tarafta olup olmamasını belirsiz bırakır. Bu hikâyede de iyiliğin hiç kaybolmadığı ve daima kötülüğü bastırdığı anlatılıyor. İmparatorluk da bu yüzden yıkılmamış mıydı? Yeni Bir Umut! Luke Skywalker sayesinde Darth Vader aydınlık tarafa çok geç de olsa geri dönmüştü. İyilik her zaman üstün gelir. Bu yapım yine Dave Filoni’nin kaleminden çıktı. Clone Wars ve sonraki yapımlarda evreni genişletmesi bence en harika adımlardan biri oldu. Harika bir animasyoncu olması yanı sıra, harika bir hayal dünyası var. Tales of the Jedi veya Tales of the Empire gibi yapımlara duyguları katarak hikayeler anlatması, evrenin fiziksel genişliğinin yanında iç dünyaların da ne kadar büyük olduğunu bizlere sunuyor. Sizler nasıl buluyorsunuz bu mini yapımları? Star Wars’ın gidişatından memnun musunuz? Tales of The Jedi yazımı okumadıysanız hemen okuyun derim! Gerçek bir Jedi nasıl olmalıdır, öğrenin!
- Sizin 'Küçük Gün Işığı(m)' nız ne?
Kaybetmeyi göze almayan, kazanmaya takmış bir baba, ailesini ve evliliğini bir arada tutmaya çalışan duygusal bir anne, savaş pilotu olana kadar sessizlik yemini etmiş Nietzsche hayranı bir ağabey. İntihara teşebbüs etmiş, problemli ama bir o kadar da iyimser bir dayı ve eroin bağımlısı bir dedenin içinde bulunduğu bir Volswagen minibüsü düşünün…. Ailenin küçük kızları olan Olive‘nin hayalini gerçekleştirmek için California’ya, çocuk güzellik yarışmasına giden ilginç bir ailenin yolculuk hikâyesi. Kendi derinliklerinde yalnızlığın içinde olan karakterlerin bir araya gelip bir aile kompozisyonu oluşturmasıyla izleyenleri sorgulatan, zaman zaman tebessüm ettiren ve keyif veren; ama benim en çok etkilendiğim kısım, hayatın gerçek acılarıyla yüzleşen ve izleyenlerin de yüzleşmesini sağlayan bir film. Hikâyede kendi içimizde empati kurabileceğimiz her bir karakterin barınması bize sempatik gelse de verilen mesajların duygusunu hissedebildiğimiz nadir yapıtlardan olduğunu düşünüyorum. Örnek vermem gerekirse: Kaybetmekten korkan Richard, (Greg Kinnear) yolculuk esnasında karşısına çıkan negatif durumların etkisine girmeden kızının başarısı ve kendi özelliğinin gerekliliğini yerine getirmek için motivasyonunu düşürmeden her ne olursa olsun güzellik yarışmasına yetişmeye çalışan bir baba olduğunu söyleyebilirim. Böylesine keyifli bir yolculuğa şahit olurken, karşılaştığımız karakterlerin de etkisi oldukça fazla. Stan karakteriyle Brayn Cranston, State karakteriyle Dean Norris. Brayn ve Dean için ayrı parantez açmak gerek, yolculuk esnasında kattıkları keyifli vakitler epeyce tebessüm etmemizi sağlıyor. Ve tüm oyuncuların başarılı performanslarına da şapka çıkarmak gerekiyor. Kariyerinin zirvesini ‘Little Miss Sunshine’ ile ilerleten muhteşem senarist Michael Arndt, En iyi Özgün Senaryo Oscarı’yla bu keyifli yolculuğu taçlandırmış; beraberinde 79. Akademi Ödüllerinde En İyi Film Dahil 4 dalda aday olurken bunların ikisini kazanmış. Gerek değinildiği hassas konular gerekse verilen önermenin derinliği, filmin jeneriği akarken kısa bir süre düşündürüyor. Sanırım biraz da bu yolculukla ilgili spoiler vermek gerekiyor. Evet, yolculuk sırasında yaşanan negatif durumlar olsa da pes etmeyen bir aile izliyoruz. Lakin bunların yanında, kızları olan Olive’nin hayalini gerçekleştirmek, en büyük motivasyonları. Negatif durumlar diyerek küçümsediğim etkenlerden birisi, yolculuktan önce ve yolculuğun bir kısmına eşlik eden Olive’nin umut kaynağı, eroin bağımlısı ve susmak bilmeyen ağzıyla Edwin Dede’nin ölümü. (Alan Arkin) Bu cümleleri yazarken bile gülümseten anlara şahit olmam izleyeceğiniz vakit absürt gelse de bir o kadar da motive ediciydi. Richard’ın kızı için yaptığı fedakarlık paha biçilemezdi. Spoiler dememe rağmen açıklayamıyor olmam da izlemenizi istiyor olmamla ilgili sanırım. Bu keyifli yolculuğa mutlaka şahit olmalısınız. Şimdiden iyi seyirler.











