Arama Sonuçları
"" için 154 öge bulundu
- Şeker Henry'nin İnanılmaz Dünyası
Şeker Henry’nin İnanılmaz öyküsü, Ronald Dahl’ın 1977’de yazdığı bir eserdir. Bu kısa öyküler öyle bir imgelemeye ve hikaye anlatımına sahip ki, filmi yapılabilir bir öykü. Yapıldı, geç de kalınmadı, erken de yapılmadı. Bence Netflix çok doğru bir zamanda bu öyküyü ekranlara taşıdı. Çünkü geçmişte çekilecek imkanların olmayacağını ve Wes Anderson’ın da kendini pekiştirmesi önemliydi. Wes Anderson evet! Hikaye anlatımı en iyi olan yönetmen ve yazardır benim gözümde. Şeker Henry’nin İnanılmaz öyküsü diğer filmlerden farksız. Hikayelerin anlatıldığı bu film iç içe anlatı sunan bir film. Yine bir diegetic sesin filme dahil olduğunu görüyoruz. Ama bu sefer tamamen bir canlandırma. Hikayedeki karakterlerin dünyası yerine tamamen bizlere sunulan bir oyun bu. Bu yüzden bir kısa filme çevrilmiş. Kısa olması için hızlı anlatım ve bir sürü imge bizleri karşılıyor zaten. Filmi özetlemek istemiyorum fakat hızlıca anlatmak gerekirse, kitabın yazarı bizlerle konuşarak başlıyor ve bulduğu bir hikayenin Sugar Henry’den nasıl geldiği, onun Imdad Khan’ın gözlerini kullanmadan görebilmesi, bu durumu araştıran doktor Chatterjee’nin hâlâ inanamaması ve bu gücün kaynağı olan insandan da bahsediliyor (adını unuttum.) Şimdi size önemli üç karakterden bahsedeceğim. İlk olarak Imdad Khan, ikinci olarak Dr. Chatterjee ve son olarak Henry Sugar. Imdad Khan, bu güç ona öğretildikten sonra, garip özellikleri olan her insan gibi sirklere katılıyor. İnsanlar onun bu gücüne inanmadığı için, kendisi bunu doktorların kanıtlamasını istiyor. Dr. Chatterjee bir bilim insanıdır ve fiziken kanıtlanabilir bulgulara inanır bu tip insanlar. Bu açıklanamaz meta fiziksel duyunun nereden geldiğini çok merak eder ve sadece dinler, Imdad Khan ise ona anlatır. Henry Sugar, açgözlü ve bencil bir karakterdir. Gözün göremediğini görmek denince aklına hemen black jack oynarken kartın altını görmek gelir. Hile yapıp para kazanmak için yıllar boyu kendini eğitir ve her geçen gün çok daha hızlı bir şekilde gözlerini kullanmadan görmeye başlar. Çok para kazanıp parasını sokağa atar ve bir memur onu uyarır. İnsanlara savurmak yerine bağış yap, şımarma, diye. Bir muhasebecisini görevlendirir ve bundan sonra kumardan kazandığı tüm paraları ihtiyacı olan kurumlara bağışlamaya başlar. Üç karakter ve gücü biliyorlar. Imdad burada insanlara 3. Gözlerini açmaları gerektiğini ve aslında görmeleri gereken şeyleri göremediklerini anlatmak ister. Dr. Chatterjee ise inanmaktan çok dokunabilmeyi tercih ettiği için sadece 2 gözünü dinler. Henry Sugar ise dediğim gibi çıkarcı bir pisliktir. Ama bu güce o kadar inanır ki para kazanmak için daha fazlasını ister ve kendini geliştirir. Daha fazlasını görmeye başlar. Artık daha duru bir görüşe sahiptir. Bunun sebebi kendi içini görebilmesidir. İki anlamda da. Kalbine giden bir pıhtı görür. Öleceğini anlar. Elindekileri tüm insanlıkla paylaşabileceğini anlar. Aşağıdaki bu kare bence en iyi göstergelerden biriydi filmde. Bu gösterge, kalbe giden bir pıhtıdan çok kişinin kendini de keşfedebilmesini, iç dünyasını görebilmesini simgeliyor. İnsanın bir olaya nasıl baktığı çok önemlidir. Sadece sağ ve sol gözümüz değil, görünmeyen gözümüzü de kullanmamız her şeyi değiştirebilir. İzlediğim filmleri ve dizileri, önerilerimi kaçırmak istemeyenler buraya tıklayabilir! 🙂
- Kim Bu Thrawn? Kim Bu Ezra Bridger?
Bir Star Wars hayranı olmak, bu evrenin bize sunduğu her hikâyenin doğruluğunu kabul etmektir. Farklı hikayelerin sürekli yaratılıp evrene dahil edilmesi birçok hayran tarafından kabul edilmese de tüm filmler ve diziler bu evrenin bir parçasıdır. (Ben evrenin gidişatından kesinlikle mutluyum.) Star Wars evreni özellikle Clone Wars ile genişleyerek çok daha iyi bir hale geldi. Bu animasyon dizinin yanında bir de “Rebels” dizisi hayranlara sunuldu. Bırakıyorum artık tanıtıcı yazıyı… Eğer bu yazıyı okuyorsanız Star Wars filmlerini izleyip Ahsoka’ya başlamışsınız demektir. Değil mi, kafanız çok karıştı. Kim bu Thrawn, kim bu Ezra Bridger? İşte! İzlemezseniz önceden o dizileri böyle olur. Neyse ki ben buradayım. Size iki seçenek sunuyorum. Ya bu yazıyı okuyun ya da gidip hemen Rebels izleyin. (Ben ikinci seçeneği öneririm. Çünkü bu dizi ile gücü ve ötesini tanıyacaksınız. İlk sezon biçimsel olarak biraz dandik ama daha sonrası sizleri ağlatacaktır.) Kim Bu Thrawn denilen mavi suratlı? Hızlıca açıklamam gerekirse savaş stratejisi çok iyi olan, üstün zekalı bir galaktik komutandır kendisi. İmparatorluğa çalışan biridir. Rebels dizisinde sonra da görünüyor. Ama öyle bir girişi var ki… Bomba gibi giriyor. Gerçekten, yetenekleriyle izleyiciyi ekrana bağlıyor bence. Çok iyi bir komutandır. İlgi alanları da ölmemiş jediları bulup yok etmektir. Lothal’da bir imparatorluk kurmak isteyen Thrawn, Kanan Jarrus ve padawanı Ezra Bridger ile karşılaşır. Yaşayan jediları görünce duramaz mavi suratlımız ve birçok mücadele verir. Bu mücadelenin sonunda Thrawn, purrgillerin kendisine yardım ettiği Ezra tarafından esir alınarak çoooook uzaklara sürülür. Tabii, Ezra da o sürgünün bir parçası olur. Thrawn hakkında bu bilgiler size yeter. Fazlası için Rebels’i izlemelisiniz. Anlatılmaz, yaşanır! Ezra Bridger Kim? Ezra Bridger bir yetim olarak Lothal’da büyümüştür. Hırsızlık yaparak cesur ve harika yeteneklerini sergiler. Tabii bu gücü Kanan fark eder. Aralarında tatsız bir tanışma olsa da çok hızlı bir şekilde Ezra, Kanan ve ekibi Ghost’a katılır. Hem Kanan Jarrus tarafından eğitilir hem de imparatorluğa karşı savaşma şansı bulur genç asi. Ezra, macerası boyunca birçok mücadele veriyor. (Hepsi de harika cidden) Gücü ve ötesini, jedi tapınaklarını ve fazlasını, güçle bir olan hayvanlar ve diğer yaşam formları… Özellikle purrgiller. Evrenin çok daha geniş ve akılalmaz yanını bizlere gösteriyor, tanıtıyor bu karakter. Aynı zamanda, zamanın ve mekânın önemsiz olduğu bir boyuta geçip, Ahsoka’yı kurtarmış ve yeni bir umudu hatırlatmıştır. İşte Ahsoka dizindeki Ahsoka, o kahraman. Ezra’nın etkisi çok büyük. Dostlar! Rebels izleyin ve Star Wars’un sunduğu yapımları kabul edin. Harikalar! Özellike Dave Filoni yapıyorsa bence çok daha harikalar. Size sunulandan şikayetçi olabilirsiniz ama izlemek zorundasınız (eğer star wars hayranıysanız) Star Wars’ın KADER’i böyleymiş. Gerçek hayatta da her şey yolunda gitmiyor zaten değil mi :D İzlediğim filmleri ve dizileri, önerilerimi kaçırmak istemeyenler buraya tıklayabilir! 🙂
- Sit-Com'lar komik midir? Bir Sit-Com neden izlenilir?
Cnn'in Sit-Com tarihi için yayımladığı belgesel dizisinin özel karikatüristik şekilde çizilmiş kapağı. Uzun süredir farklı farklı kişiler tarafından, ister bireysel olarak ister sosyal medyada çokça kez sit-com dizilerinin komik olmadığına ve insanlar tarafından haddinden fazlaca şişirildiği yönünde eleştiriler gördüm. Bu arada ben sit-com türünün iflah olmaz bir aşığıyımdır ama yine de bu gördüğüm bana düşündürdü ki, bugüne kadar sit-com izleyerek geçirdiğim vaktin tamamında gördüğüm şey; komik olduğu için gülümsediğimin sayısı 30'u, kıkırdadığımın sayısı 20'yi, kahkaha attığımın sayısı ise 10'u geçmezmiş; niye bu kadar seviyordum ki ben bu türü? Eminim ki bu yazının devamı sizin de bu tür hakkında olan fikrinize etkilerde bulunacaktır. Öncelikle netleştirmemiz gereken bir konu var ki standart bir Türk evladının herhangi bir sit-com'u komik bulmamasının bir numaralı sebebi kesinlikle Türkler ile Amerikalıların/İngilizlerin mizah anlayışının pek örtüşmüyor olması. Örn: Herhangi birinin attığı mektuptan pişmanlık duyup o mektubu geri almak istediği için posta kutusuna girmesi ve o sırada postacının gelip onu farkında olmadan kutuya kilitlemesi, herhalde yakın bir tanıdığınızın başına gelmediği sürece sizi güldürmez diye düşünüyorum. Sözünü ettiğim bu olay How I Met Your Mother dizisinin 28 Ekim 2013 çıkışlı ''No Questions Asked'' isimli 191. bölümünden bir sahne. Bu mizah ölçeğindeki bir sahneye Türk insanının gülüyor olduğu son vakitte beyaz perdede o sahneyi oynayan oyuncu Kemal Sunal, Halit Akçatepe, Şener Şen gibi isimlerdi (en geç 90'lar sonu). Yani on yıl önce bile bu mizah bizim için onlarca yıl geride kalmış bir mizahtı ve Amerika'da bu bölümü izlemiş insanlar bu sahneye doyasıya kahkaha attılar. Peki Türkler neye gülüyor? Türk insanı son 10 yılda 4 mizahın içinden (Ofansif/Saldırgan, Katılımcı, Kendini Geliştirici ve Kendini Yıkıcı olmak üzere 4 mizah çeşidi vardır.) hangisinin bugün webde, sinemada veya TV de izlediğimiz komedilere karşılık olduğunu anlatarak kafa şişirmeyeceğim. Kısaca şöyle anlatacağım; Recep İvedik talihsizlik yaşar ve küfür eder, gülen güler; Çok Güzel Hareketler Bunlar siyasal mizah yapar, gülen güler. Bu çeşitlerin içinden, hepsinden biraz biraz alıp ortaya karma bir mizah çıkartan komedyen ise Cem Yılmaz'dır; onun son yapımı Erşan Kuneri ise komedisindeki kalite açısından biraz kitleleri böldü. Sorgusuz sualsiz biçimde mizahına hayranlık duyulan ve herkesler tarafından beğenildiğini gördüğüm son zamanlardaki tek Türk komedisi ise Gibi. Gibi'nin sadece ilk üç bölümünü izledikten sonra benim fark ettiğim bir şey vardı ki o da bu senaryoların öyle kolay kolay bir anda gelen ilhamlarla yazılamayacak kadar zor ve sıradışı olmalarıydı. Asla bu dizinin bir kişi tarafından yazıldığını düşünmedim o yüzden, kimler yazıyorduysa uzun sürelerce bölümler üzerine kafa patlatıp beyin fırtınasıyla kafa patlatıyor olmaları gerekiyordu. Sonuç olarak da bu kadar olumlu dönüş alıyor olması uğraşlarına karşılık yerinde olmuş gibi duruyor. Gün sonunda sorulacak soru şu ki; TV'de top rating listelerinden düşmeyen ÇGHB, sinemada yayımlandığı vakitlerde zaten rekorlar kırmış Recep İvedik ve uzun yıllardır komedi jargonumuza sayısız katkısı olmuş Cem Yılmaz bile mizahında yeterince derinlik yok, kolaya kaçılmış denilerekten eleştirilirken neden biri açıp da Gibi kadar komedisine katmanlar katmamış sit-comları 9-10 sezon izlesin? Türkçesiyle durum komedisi dediğimiz bu tür, en nihayetinde bizi güldürmüyorsa, komedinin amacına hizmet etmiyorsa burada değinilmesi gerekilen en önemli konunun bu yapımların da uzun soluklu bazı hikayeler anlattığını hatırlatmaktır diye düşünüyorum. ''Ne alaka?'' diye sormayın, şu yüzden alakalı: (Burayı pür dikkat okumanızı istiyorum ana fikir burada.) Bu diziler genelde uzun soluklu olabilme hedefiyle yola çıkarlar ve ilk bölümlerde tanıtılan ortamlar ve atmosfer dizi boyunca aynı kalırken karakterler sürekli gelişir. Karakterler en başından psikolojik olarak zarar görmüş, kusurlu olarak yazılırlar ki onlarla kendimizi yakın ve benzer hissedebilelim. Buna dayanaraktan da zaten karakterin travmalarına foreshadowing yapılır ki izleyenler karakterin bu sorununu nasıl aşacağını merak edip izlemeye devam etsinler. Zaman geçtikçe dizinin geçtiği konumlarda bulunan irili ufaklı bazı detaylar da hikayeye dahil edilir. Bunun sebebi ise hem seyirci ile hem de karakterler ile o mekanlar arasında olan bağlantıları kuvvetlendirmektir. Zaten bu yüzden ismine durum komedisi denmiştir. Dizi, bölümleri boyunca karakterlerin hayatlarından sıradan durumların kesit alınmasıyla oluşur. Her bir durum karakterin benliğindeki boşluğa küçük küçük etki eder ve özellikle sezon finallerinde yaşanan olaylarla pekiştirilir; sonuç olarak da karakter büyümüş olur. Dizinin ilk bölümünden uzaklaştıkça karakterlerin ne ölçülerde büyüyüp geliştiğini, bulunduğu mekanlar hep sabit kalıp onun çevresine karşı bakış şeklindeki farklılıklarla vurgu yapılır. Eninde sonunda da o mekanlara alıştıktan sonra karakterlerin oralardan uzak kalacak olması hayatın kaçınılmazı olan olumsuzlukların varlığını hatırlatması içindir. Karakterler her ne zaman o olumsuzluklarla karşılaşsa, önce o darbeyi yiyip ardından da ayağa kalkana kadarki sancılı süreci göstermesi, yine bizim onların duygularına empati yapıp onlara yakınlaşabilmemiz içindir. Şimdi, bana ''Ne alaka?'' diye sorduğunuz yerin üzerinden bir dünya konuştum. Sonuca gelecek olursak, bir grup sıradan insanın yaşadığı hayatın normal gidişatını kısım kısım bize aktardılar; onların iyi gününü, kötü gününü, özel anını olmak üzere her şeylerini gördük. Artık onları aileleri gibi tanıyor, yaşadığı yerlere kadar gelmişlerini ve geçmişlerini biliyoruz. Bu yazının ilk basamaklarında bir noktaya değinmiştim hatırlıyor musunuz? ''Herhangi birinin attığı mektuptan pişmanlık duyup o mektubu geri almak istediği için posta kutusuna girmesi ve o sırada postacının gelip onu farkında olmadan kutuya kilitlemesi, herhalde yakın bir tanıdığınızın başına gelmediği sürece sizi güldürmez diye düşünüyorum.'' Bu türün dizileri zaman geçtikçe karakterlerini size birer aile veya arkadaş gibi hissetirmeyi amaçlar. Siz o karakterlerle bağınızı kurduktan sonra o karakterin dizinin belli noktalarında yapıp yapabileceği hareketler, olaylara verdiği tepkiler hep sizin öngörebileceğiniz hareketler olacaktır. Bu da dolayısıyla insan doğasında gülme, gülümseme veya daha genel tabirle komik bulma reaksiyonuna yol açacaktır. Dolayısıyla siz bir sit-comda geçen belli bir sahneyi arkadaşınıza komik olduğu için gösterecekseniz onun bu sahneyi komik bulmayacak olmasının sebebi yüksek ihtimalle budur (Sahne gerçekten komik değilse başka tabii). Size sit-com türünün komedik yanının aslen nereden geldiğini açıklamaya çalıştım. Kalıp artık iyice oturduktan sonra farklı farklı yapımcıların kendi hikayelerini bu türün kalıbına başarılı şekillerde uygulayabilmesi ve zamanla kahkaha sesini kaldırmak gibi sansasyonel bazı değişiklerin başarıyla yapılması da yapımcıların sadece uyarlayabilmesinin dışında geliştirebilmelerini de ileride daha güzel sit-com yapımlar izleyebilecek olmamızın işaretçisi olarak yorumlamıştım zamanında ki artık yeni çıkan sit-comların hiç eskileri kadar ses veya başarı getirememelerinin de sebebine değinmek istiyorum. Artık yazılan sit-com hikayelerinde her azınlıktan bir temsilci olması şartı varmış gibi oyuncu kadroları kurulmaya çalışılıyor. Bu kadrolar kurulduktan sonra ise dizi içerisinde azınlıklara yönelik ofansif mizah yapılmaktan çekiniliyor ya da belli kesimleri öfkelendirmemek için mizahın ofansif yönü törpülenerek senaryoya ekleniyor. Örneğin How I Met Your Mother'da sadece beyaz Amerikalı ana karakterler olmasına rağmen bunun ölçüsünün spin-off dizileri olan How I Met Your Father'a kıyasla daha başarılı olduğu görüşündeyim. Öte yandan sadece dil, din ve renk ayrımcılığını eleştirme amacıyla yapılmış dizilerden Community'nin ofansif mizahını en iyi kullanan ve en akıllıca eleştiren dizi olmasıyla Modern Family dizisinin de ofansif mizaha girmeden kültür çatışmasıyla komedik başarı elde etmesiyle son 5 yıl içinde pilot bölümünü yayımlamış sit-comlardaki kalite düşünün ana sebebinin bu olduğuna değinerek bu konuyu kapatmak istiyorum. Yazımı bitirmeden önce bu türün iflah olmaz bir aşığı olduğumu hatırlatarak herkesin ruhuna uygun bir sit-com olduğunu, o sit-comlarda hepimize hitap edecek, hepimize kendini yakın hissetirecek hatta hepimizi kendine aşık edebilecek karakterler olduğuna inanıyorum. Kısaca beni gülümsetmese de kıkırdatmasa da kahkaha attırmasa da ben bu türün komedik yanına hep saygı duyup savunacağım. Sizlerin görüşlerini değiştirebildiysem de ne mutlu bana. Okuduğunuz için teşekkür ederim, kendinize iyi bakın.
- Sib/Elma
Samira Makhmalbaf'ın, 1998 yılında, henüz çocuk yaştayken çektiği bir film. Yasakların delinmesi noktasında elma metaforu güzel bir detay olmuş. Yaşlı babanın naif cahilliği, çaresizliği o kadar iç parçalayıcı ki kendisine kızmak pek de mümkün olmuyor; en azından uzun soluklu olamıyor. Çünkü baba, bambaşka bir boyutta yaşıyor, yaptıkları, kendi içinde fazlasıyla mantıklı; adeta mücbir sebep var. Aynı şekilde, görme engelli annenin, çok az ortaya çıkmasına rağmen, gerek kızlara yaklaşımı gerekse babaya tavrı bakımından hissedilir bir rahatsız ediciliği var; ancak öyle bir hayat süren, üstelik bir de kör olan bir kadına ne kadar öfke duyulabilir ki? Sosyal hizmetlere şikayet mektubu yazan komşuların da buna benzer bir ikilem içerisinde olduklarını; çocuklara çok üzüldüklerini ama anne ve babaya da üzüldükleri için, şikayetlerinden pişman da olduklarını görüyoruz. Her şeyi, içinde bulunulan şartlara göre değerlendirmemiz gerektiğini aşılıyor film; ama yanlış anlaşılmasın, bu değerlendirme bizleri doğru yere çıkaracak diye bir şey kesinlikle yok. Doğruya ulaşmak zor, kimi zaman da imkansız. Film, böyle bir imkansızlığın somutlaşmış hali. Film boyunca tek kızdığım kişi, sosyal hizmet görevlisi kadın oldu. Çünkü bir tek o "normal" bir hayat yaşıyor, işini yapıyor; ama o da işini çok fazla görev bilinciyle yapıyor. Hakkını da vermiyor üstelik. Kim, sırf öyle olması gerekiyor diye, hayatlarında hiç evden dışarı çıkmamış 11 yaşındaki çocukları pat diye sokağa salar ki? İkiz kızlar inanılmaz bir oyunculuk sergilemiş, mümkün olabilse gerçekten engelli olduklarını düşünecektim. Filmdeki dondurmacı oğlan çocuğu olsun, elmayla kızlara oyun yapan çocuk olsun, seksek oynayan kız çocukları olsun tüm çocuk oyuncuların performansları ve çocuklar arası iletişim mükemmeldi.
- KORKU SİNEMASININ AUTEUR FİLMİ THE LIGHTHOUSE (2019)
The Lighthouse, 2019 A24 Films Yönetmen: Robbert Eggers Yazar: Robbert Eggers, Sam Eggers Oyuncular: Robert Pattinson ve Willem Dafoe Görüntü Yönetmeni: Jarin Blachke A24 yapım şirketi tarafından dağıtımı yapılan “The Lighthouse” (2019), Robbert Eggers’ın filmografisindeki ikinci uzun metraj filmdir. İlk filmi “The Witch” (2015), üçüncü filmi ise “The Northman” (2022)’dir. Yapım aşamasında olan dördüncü filmi ise korku klasiği haline gelen “Nosferatu, Bir Dehşet Senfonisi” (1922)’nin yeniden yapımıdır. Hikâye seçiminin tamamını, uyarlamalardan yapan Robert Eggers’ın tercihi; masallar, mitolojiler ve tarihi metinlerden oluşmaktadır. 2007’de ortaya koyduğu ilk kısa filmi, “Hansel and Gretel” aynı adlı Alman masalından uyarlanmış korku öyküsüdür. İkinci kısa filmi, “The Tell-Tale Heart” -ismiyle de öne çıkan- bir Edgar Allan Poe öyküsünden esinlenilmiştir. Üçüncü kısa film ise “The Witch” filmine bir hazırlık gibi görünen, tezimize karşı çıkabilecek tek örnek 2015 yılında ortaya çıkan “Brothers”dır. Bu film, diğer filmlerinden ayrılarak auteur okumasına daha açık olsa da bir tutarlılığı bozmakta ve Robbert Eggers filmografisinde, türü bakımından istisna olarak kalmaktadır. Çünkü Eggers, bu filminde iki erkek kardeş arasındaki otoriter yapıyı drama türünde ele alır. Bu otoriter yapıyı ve statüleri “The Witch” ve “The Lighthouse” filmlerinde de ele alan yönetmen için “Brothers”, sinema sanatını kişisel bir anlatı aracı olarak kullanmanın başlangıcı oluyor. Yönetmen, The Lighthouse’da, Yunan mitolojisinde bulunan Prometheus ve Proteus karakterlerini temele alarak hikayesini anlatmaktadır. Prometheus, ateş sembolünde gösterilen bilgiyi, Yunan tanrılarından çalarak insanlığa veren titandır. Prometheus bu eylemi sebebiyle Zeus tarafından ömür boyu, karaciğeri bir kartala yedirilmek üzere cezalandırılmıştır. Proteus ise Poseidon’un oğlu olmasının yanında, Odysseia kitabında Homer karakteri tarafından söylendiği üzere “Old Man of The Sea” yani “Denizin Yaşlı Adamı” olarak tanınmaktadır. Denizin Yaşlı Adamı’nın bazı zamanlar bir adada bulunduğu ve şekil değiştiren olduğu da bilinmektedir. Tüm bu bilgiler ışığında Thomas Wake’in (Willem Dafoe) Proteus, Thomas Howard’ın (Robert Pattinson) ise Prometheus olduğunu söyleyebiliriz. Filmin karelerinden birisinde, bu mitten hazırlanmış bir sahne vardır. Bu sahnede martılar Thomas Howard’ın karaciğerini yemektedir. (https://en.wikipedia.org/wiki/Proteus, https://en.wikipedia.org/wiki/Prometheus) Robert Eggers, Lighthouse’da önceki filmlerinde gördüğümüz otoriteyi ve statüyü ele alıyor. Kuzey Amerika’dan dört haftalığına, para kazanma amacıyla deniz fenerine işçi olarak gelen Ephraim Winslow (Robert Pattinson), uzun yıllar deniz fenerinde çalışmış olan Thomas Wake (Willem Dafoe)’in boyunduruğu altında çalışacaktır. Wake ilk günden, otoritesini ortaya koyar ve Winslow’a birikmiş işleri yapması gerektiğini söyler. Winslow herhangi bir karşı argüman olmaksızın zor işleri başarı ile yapar. Süreç içerisinde Winslow sürekli olarak Wake’i ve deniz fenerini izlemektedir. Wake, Winslow’u deniz fenerine yaklaştırmaz ve deniz fenerinin kendi işi olduğunu söyler. Winslow ve Wake akşam yemeğindeyken, Wake’in eski iş arkadaşının akıl sağlığını yitirdiği ortaya çıkar. Wake, Winslow’un martılar tarafından rahatsız edildiğini fark etmiş ve onlara asla ve asla zarar vermemesi gerektiğini sert bir söylemle vurgulamıştır. Winslow, deniz feneri ve işler hakkında eleştirildiğinde sinire kapılmakta ve Wake ile çatışmaktadır. Otoriteye karşı çıkmanın ilk adımları olarak görürüz bu sahneleri. Wake de sürekli olarak vurguladığı konumu ile Winslow’u statüsüyle ezer. Sahnenin mizanseni de bu otoriter yapıyı göstermek için Wake üst açıyla bakacak şekilde tasarlanmıştır. İlerleyen zamanda Winslow bir martıyı öldürecek ve bir ara görüntü ile rüzgâr tersine dönecektir. Bu dönüm noktası Robert Eggers’ın filmografisinde tekrar eden ve birçok korku filminin aksine, filmin orta noktasında meydana gelmektedir. Martının ölümü, karakterin bir şeylere karşı direniş gösterdiğini ifade etmekle beraber hikâyenin de karaktere karşı direniş göstereceğini belirtir. Çünkü Wake günler önce Winslow’u uyarmış, martının kutsal bir değeri olduğunu belirtmiştir. Winslow, karşı çıktığı zamanlar olsa da sinirini yatıştırmakta ve Wake’in sözlerine aldırış etmemektedir. Ona prosedürü anlatmış olsa da Wake’in bunu umursamadığını fark etmiş, dört haftalık zamanın geçmesini beklemeye çekilmiştir. Winslow zor şartlar altında bütün işlerini ve geçen zamanda Wake ile zararsız bir iş arkadaşı ilişkisi oturtmuştur. Dört haftalık süresi geçmiş, hazırlığını yapmış ve gemisine binmek için iskele tarafına gitmiştir. Ancak gemi gelmez. Rüzgâr tersine döneli çok olmuştur ve Winslow bahtsızlığa mahkumdur. Büyük bir fırtına çıkar ve bu fırtınada Winslow ve Wake, adadaki kulübede mahsur kalırlar. Geçen zamanda, birlikte şarkı söyler, tartışır ve kavga ederler. Bu sahnelerde bir adada mahsur kalan iki kişinin çatışması Willem Dafoe’nun tiratlarındaki performansı ile başarılı bir dramaya ulaşır. Diyaloglar; denize, tanrılara ve deniz fenerine ait kutsal sözlere benzer. Dafoe, İngilizce aksanı ve ses rengi ile şiirsel diyaloglarına kaotik bir ritim katar. Oyuncunun bu karakteristik özelliği, yönetmenin ilk filminden gördüğümüz William karakteri ve üçüncü filmindeki Amleth, King Aurvendil karakterleri ile uyum içerisindedir. Robert Eggers’ın filmografisindeki oyuncu ve ses karakteristiği göz önüne çıkmaktadır. Çünkü oyuncu performansına dayalı bir anlatı kurmakta, oyuncuyu öne çıkaran bir dramaturji hazırlamaktadır. Oyuncular yüksek ses tonlarına çıkar, bozuk tonlar oluşturur ve dramatik performans vermeye şans bulurlar. Winslow ve Wake, mahsur kaldıkları günlerde sarhoş olur ve sohbet etmeye başlarlar. Winslow’un gözünde Wake’in statüsünün bir önemi kalmamıştır. Arkadaş olarak görür ve ona hikayesini anlatır. Winslow’un ilk adı gerçekte tıpkı Thomas Wake gibi Thomas’dır. Ephraim Winslow adlı bir adamı öldürmüş ve onun adını alarak bu iş fırsatını değerlendirmiştir. Bu arka plan hikayesi Robert Eggers’ın gri karakterler ilkesi için oldukça iyi tasarlanmıştır. Hikayenin yapısıyla tutarlılık içinde olmasının yanında, karakterin tartışılmaz günahını göstermektedir. The Lighthouse dahil, Robbert Eggers’ın hiçbir filminde iyi, masum, temiz, beyaz bir karakter bulunmaz. Her karakter iyilikle kötülük arasındadır, kirlenmiştir. Thomas Howard (Robbert Pattinson) adada mahkûm kalmakla akıl sağlığı hakkında şüphe duymaya başlar. Sandalı alıp denize açılmak istese de sandalı çekerken Wake gelip sandalı parçalar. Howard, harap olmuş halde eve kaçar. Wake elinde balta ile gelir. Howard, martı öldürdüğünü itiraf eder ve delicesine hareketlerde bulunur. Wake, Howard’a aklını yitirdiğini söyler. Howard, Wake’in manipülasyonlarını anladığını, artık özgür olduğunu söyler. Wake, konuşmaları ile Howard’ın aklıyla oynar. Bu sahnelerin tamamı Wake’in Howard üzerinde kurmuş olduğu otorite ve Howard’ın gün geçtikçe ezilmekle aklını yitirmesini anlatıyor. Sahnelerin kurgusu da bu akıl yitirmesinde karakter ifadelerini göstererek hikaye anlatımına destek çıkıyor. Fırtına ardından, sular içindeki evde Howard, Wake’in çalışanlar hakkında yazdığı raporu görüyor. Bu raporda Howard için hiç çalışmadığı, geçimsiz olduğu ve parasının ödenmemesi gerektiğini söylüyor. Bunu gören Howard büyük bir patlama yaşayarak Wake ile çatışmaya başlıyor. Bu sahne Wake’in otoritesini yerle bir edecek sahnelerin başlangıcı oluyor. Wake’i bir köpek gibi gezdirip mezarın içine sokuyor, üstüne toprak atıyor. Bu sahnelerde filmin başlarında görmüş olduğumuz üst açı bakışı Howard’a geçiyor. Howard üzerine toprak attığı Wake’in toprağını kaldırıp boynundaki fener anahtarını alıyor. Anahtarlarla eve giren Howard’ın peşinden baltasıyla Wake geliyor ve onu omzundan vuruyor. Howard yanındaki demlik ile Wake’i deviriyor. Wake’in yere düşürdüğü baltayı alıp yerde yatan Wake’in başına vuruyor. Bu sahnede Howard'ın bütün iradesi ve otoritesi ile Wake’i alt ettiğini alt açıdan bakarak izliyoruz. Howard’ın üstünlüğünü gösteren bu çekimde, arkadaki pencereden vuran ışık sebebiyle gölgede kalan bütün vücudu ve sağdan vuran dolgu ışığı ile oldukça az aydınlanan yüzü dramatik etkiyi başarı ile sağlamış. Wake’ten kurtulan Howard, anahtarı alıp sendeleyerek deniz fenerine gidiyor. Deniz fenerinin kapağını açan Howard, ışık kaynağını görünce rahatlamaya başlıyor. Eliyle dokunuyor ve çığırtkan bir bağırış ile bilginin verdiği tatmini yaşıyor. Tatmin ile arkasına düşen Howard, deniz fenerinin merdivenlerinden yuvarlanıyor. Ve sahil kenarında yatan Howard’ın karaciğerini martılar yiyor. Bu sahne Prometheus öyküsünün bir uyarlaması olması yanında, karaciğerin yenmesi Yunan mitolojisinde insanın duygularının merkezinin yok edilmesi anlamına da gelir.
- Çocuk süper kahraman Barbie / Invincible Presenting: Atom Eve
Değerli okurlarımız, Invincible dizisinin bu özel bölümünü incelemeye başlamadan önce şunu belirteyim ki ben yeni olana pek açık birisi değilimdir doğrusu ve bu yeniye açık olmama durumu bugün, 2000 tane film izlememiş olmamın en büyük sebebidir. Süper kahraman janraları içinde de DC veya Marvel olmayanlar bende hep aşırı ön yargılara sebep olmuştur. Belli ki sadece bende olmayacak ki tüm üçüncü parti çizgi roman firmaları, okurları, kendilerine yabancı hissetmesinler diye kendi karakterlerini daha ünlü karakterlerin klonları yaparlar ki benim gibilerin de ilgisini çekip ürünlerini tüketmeye kendilerini ikna edebilsinler. Hatırlayacaksınızdır ki bunun bir benzeri klonlama işini The Boys, Seven için de yapmıştır. Invincible söz konusu olunca, dizi içerisindeki Guardians of the Globe ekibinin doğrudan bir Justice League kopyası olması bile beni bu diziye çekmezken başka bir şey, bir oyuncu ancak beni bu diziye çekebildi. Yıllar önce ilk defa Community izledikten sonra, dizinin kadrosunun iflah edilmez bir hayranı oldum; bu dizinin kadrosunda da Community'deki Britta'yı oynayan Gillian Jacobs'u gördüğümde biliyordum ki izlemem lazımdı. Daha sonra, bir animasyona göre fazla fazla zengin olan bu kadroda Gillian'ın biraz sönük kaldığından, karakterinin biraz geride kalacak olmasından korksam da diziyi izlemeye başlayınca gördüm ki çok yanılıyormuşum. Bu özel Atom Eve bölümünde ise her ne kadar karakter Gillian Jacobs'un seslendirdiği yaşlara kadar gelmemiş olsa da dizinin uzun süredir beklenen ikinci sezonundan önce karakterin özel bir içerik alması önümüzdeki sezonlardaki öneminin ne denli artacağını güzel bir şekilde açıklar diye düşünüyorum. Kişisel Atom Eve ve Gillan Jacobs hayranlığımı izah ettiğim kısmı bitirip bölümün kendisine gelecek olursak da karakterin bir orijin hikayesi almış olması, hikayenin devamında ciddi bazı psikolojik anlamda zorlayıcı olaylar yaşayacak olmasının ve o olayları yaşadıktan sonra vereceği tepkilerin altyapısını kuruyor demektir. Yani eğer bölümün sonunda hoşunuza gitmeyen ve eksik hissettiren kısımlar varsa o eksik kısımlar, dizinin ileri sezonlarında tamamlanacağı içindir (Eve'in üvey ailesinin resmini değiştirmesi onlarla hala çözümlenmemiş bazı sorunları olduğunu gösteriyor. İleri sezonlarda mutlaka çözümlenecektir). Atom Eve'in üvey ailesi ile yaşadığı sorunların ardından, üvey ailesinin resmini biyolojik ailesininkiyle değiştirerek onları yad ettiği sahne doğrudan çizgi romanlardan alınmıştır; orijinal hali de budur. Elbette Eve'in yaşadığı aile travması, gerçekte bazı ailelerin evlatlarına yaşattığı travmalara doğrudan gönderme yapmasıyla çocukların ne kadar sıradışı olsalar bile onları kendilerinden ne denli soğutabileceklerini sadece biraz özetliyor. Eve'in ailesinden ne kadar soğuduğunu kısa bir örnekle izah etmek gerekirse de kendisinin tam adının Samantha Eve Wilkins olup, ailesinin ona Sam demesine karşı, kendisinin kendine Eve demesi ve bu yüzden de süper kahraman ismini Atom Eve yapması da tesadüf değil tabii ki. Ayrıca ailesinin yanı sıra toplumun geri kalanının da onu ucubeleştirip kendilerinden ötekileştirmesine karşı mesaj verilmesi artık hem sinemada hem de TV'de alışılmış bir durum olsa da yine de demeden edemeyeceğim ki; toplum içinde kimseye zararı olmayan, kendi iç dünyalarında takılmalarına rağmen nazik ve cömertce davranmasını bilen kimselerin ucubeleştirilmesini aşamıyorum. Ki bu bölümde doğrudan ailenin de bu dışlanma sürecinde bulunması maalesef gerçek hayattan uzak bir durum da değil. Neyse ki Eve'in çocukluğundan itibaren bu kadar sosyal mücadele veriyor olmuş olması ki tesadüf müdür bilmem ama Barbie'nin sinema çıkışından kısa bir süre sonra pembe giyen başka bir popüler güçlü kadın figürünün, kişinin özündeki güce dair mesajlar veren yapımda olması ve bunu yaparken ''Ataerkil, Maskülenite'' gibi kavramlarla, özellikle birilerini hedef göstermeden, sadece ana karakterin cinsini (kostümünün logosuyla) ve doğrudan kendisini daha çocuk olduğu dönemden yüceltiyor olması bence yapılabilecek en doğru güçlendirme biçimidir. Açıkcası bu verilen mesajlar haricinde standart bir Invincible bölümü senaryosundan çok da farklı bir bölüm olduğunu düşünmüyorum. Özellikle giriş-gelişme-sonuç olarak değerlendirecek olursak, Invincible'ın ilk sezon bölümlerinden hiç farkı yok bile denebilir. Evet değerli okurlarımız, bu 55 dakikalık özel bölüm hakkında yapacağım eleştirilerin sonuna gelmiş bulunuyorum. Umuyorum Atom Eve karakteri, rolü ne ölçüde öneme sahip olursa olsun Invincible'ın ikinci sezonunda Mark Grayson'u bekleyen tüm tehditlere karşı onun yanında savaşırken temsil ettiği değerlerden ödün vermeyip, olduğu karakterle bize sağlam bazı aksiyon sahneleri izletirken ben ve benim gibi diğer Community seven Gillian Jacobs hayranlarını da mutlu etmeye devam eder. Bu bölümün ardından özellikle yeni sezon için hypemı katlayarak artırmış durumdayım. Umarım bu yazı sizi de ikinci sezon için heyecanlandırmış, yazdıklarım da size bazı güzel fikirler vermiştir. Okuduğunuz için teşekkürler.
- SAMSARA BELGESELİ ÜZERİNE
Beş yıldızlı otelde mi kalmak istersiniz, bir çadırda milyarlarca yıldızın altında mı kalmak ? Samsara belgeselini izlediğimde aklıma sosyal medyada karşılaştığım ve kendime bu soruyu sorduğum bir fotoğraf geldi. Beton yığınları içinde toprakla, bitkiyle hatta gökyüzünden bile mahrum olup adının da beş yıldızlı otel olan öğretilmiş güzelliğe sahip insan yapması bir odada mı kalmak istersin, yoksa doyasıya oksijenle, bitkiyle, doğanın dingin sesiyle ve uçsuz bucaksız size ait olan ve hiç para ödemek zorunda kalmadığınız bir çadırın kenarında, ateşin dibinde oturup çayını mı yudumlamak istersin. İşte bu noktada maalesef kafamız karışık kalmıştır. İnsan, doğaya hükmetmeye çalıştıkça dibe vurmuştur; üstelik öyle dibe vurmuştur ki asıl benliğini, asıl doğasını göremez duruma gelmiştir. İnsan, yarattıklarının esiri olmuştur. Öyle ki dünyadan uzak kalışımızın asıl sebebini dünya ile bağlantı sanır duruma gelmiş ve bedenimizin bir parçası haline gelen telefonlarımızdan ayrılamaz duruma gelmişizdir. Belgeseli izlerken insanın asıl doğasının ne olduğu, insanın gerçeğinin ne olduğunu sorguluyorsunuz; sunulanların ne kadar bizim olduğu, bize ne verdiğini sorguluyorsunuz ve asıl soru, neleri götürdüğünü... İnsan, doğayı istediği gibi evirip çevirmiş ve dünyanın yegane sahibi gibi önüne gelen canlıyı yok etmiş; doğada kendiliğinden var olan canlıyı alıp, doğasına aykırı suni bir şekilde yetiştirip sonra onu yiyip kendi bünyesine de zarar vermiştir. Öyle ki hayvansever grupların doğduğu o ‘’muhteşem medeni uygarlıklar’’, civcivleri canlı canlı ezip, inekleri ve tavukları güneş görmez ve hareket edemeyecek kadar dar yerlerde ve her türlü eziyeti ederek ilaçlarla şişirip tüketime sunup birçok hastalığın asıl kaynağı olmuştur. Daha sonra da bu hastalıkları giderecek, dünyaya hükmedenlere kaynak sağlayacak ilaç endüstrisini doğurmuşlardır. Tek amaç, birilerinin daha çok kazanmasıdır. Bu uğurda insan, katledilen tavuklardan farksız görülmüştür. Artık, yapay olan, salt yediklerimiz, içtiklerimiz değil; yapaylık, hayatımızı çepeçevre sarmıştır. Modern dünya, yapay insan yaratmıştır. Sistem, modern köleler doğurmuş; hız, düşünmeyi yok etmiştir. Sonuç; düşünemez, sorgulayamaz, robotlaşmış, mekanik insandır. Dinginliğe ve yavaşa ulaşamayan insan, duygularını kaybetmiştir. Bunu, uzun süredir sevgi kelimesini duymayışımızdan anlayabiliriz; öyle ki sevgi, aşk kavramları tamamıyla cinselliğe indirgenmiş ve cinsellik dahi endüstrinin bir ürünü haline gelmiştir. Kadın, Doğuda da Batıda da seks objesi durumundadır; fakat bu, yine öğretilmiş bir durumdur. Çoğu, sözde ilkel, geri denilen kabilelerde insanlar çıplaklardır; kadın çıplaktır fakat kimse ona salt bir seks objesi olarak bakmaz, o orada bir bireydir. Memesi, kalçası insan bedeninin normal bölümleridir. Bedeni, erkek bedeninden farklıdır ve bu doğal karşılanır; fakat modern dünyada, sözde ileri olan dünyada, kadının memesinin açıkta olması onun tecavüze uğramasına yeterli bir sebeptir. Bu durumun, dünyanın Doğusunda da Batısında da aynı olduğunu söyleyebiliriz . Biri, kadını soyarak objeleştirir; diğeri ise kadını çarşafa sokarak birey olmaktan yoksun kılar. Doğu da Batı da kadının akletmesi, düşünmesi, bilmesi ve bir insan olarak var olabilmesinden bahsetmez. Biri özgürlük adı altında onu soyup metalaştırır ve diğeri meta gördüğü kadını kapatır, çarşafa bürür. Nihayetinde kadın, modern dünyada tüketilendir. Modern insan, tüm güzellikleri yok edip yerine sıradan ve insan doğasına aykırı ürünler koymuştur. Lüks, şatafat, bizleri birilerinden sözde farklı ve üstün gösteren metal ve beton yığınları içinde kayboluyoruz; bu kayboluş benliğimizden, fıtratımızdan kopuştur. Yerden yükseldikçe yücelen ve Tanrılaşan insan, beşeri olduğunu hatırladığı topraktan uzaklaştıkça başka bir varlığa dönüşmüştür. O kadar ki hiçbir varlığa, hiçbir canlıya acımadığı gibi başka insanların acısını, sefaletini görüp bilip bir de üstüne basarak yükselir. Modern insan, bencildir; insani duygulardan yoksun, mekaniktir ve öz benliğini ilkel, kötü, yoksun olarak görmektedir. İnsan, kendi ürettiği zaafları uğruna her şeyi harcamıştır; sahip olduğu tüm değerleri, tüketim ürünü olarak görür. Her şeyi harcar; insanı, sanatı, doğayı, geleceği kısacası her şeyi kendi uğruna bir hiçten ibaret etmiştir. Milyonlarca insan açlıkla savaşırken, dini mekanlar, altınlarla bezenmiştir. Sözde dindarlar, gösteriş, zenginlik içerisinde yaşayıp, gerçeğe gözü kapalı bir şekilde zevkleri uğruna yaşamaktadır. Gözlerini açmak istemezler; çünkü menfaatleri doğrultusunda değildir, işlerine gelmez. Kendisine bile yabancılaşan insan (inananlar için) Tanrıyı dahi kandırma peşindedir. Doğaya, insana kısacası varolan hiçbir şeye saygı duymayan insan, kendini fark etmekten aciz, cennet bekler durumdadır. Farklılıklar yok olmuştur, bir fabrika kalıbında her şey, herkes aynılaşmıştır; yerel olana, farklı olana, özgün olana yer kalmamıştır. Dinler, medeniyetler, farklı kültürler, diller kısacası her şey kurumuş bir ağaç gibidir. Yeşil kalmaya çalışan dalları ise, tahrip edilmiş doğa içerisinde yavaş yavaş kuruyup yok olmaktadır. Doğanın tahribi demişken, kirletilen ve çoğu yok olmuş su kaynakları kimsenin umurunda değildir. Artık o, mavi altındır ve şişelere doldurulup yine pazarın ürünü olmuştur. Mesela bir yerleri çölleştiren zihniyet, diğer bir yere suni kar ile kayak merkezi yapabilir. Doğaya istedikleri gibi müdahale edebilirler, denizleri doldurup üstüne bina yapabilirler; çünkü bu birilerinin dünyasıdır, geri kalanlar onların çöplüklerinde, eğer paraları yoksa sessizce ölebilirler. Ya da açlıktan birbirlerini öldürebilirler, sömürülen dünyaları gibi sömürülen beyinlerinin de sorumluları onlardır sonuçta ve bunlar kenar mahallelilerdir, orası kötülüğün, cahilliğin adresidir. Kolluk kuvvetleri ile itaat sağlanır, kimseye göz açtırılmaz ama eğer zenginler için bir savaş gerekiyorsa bunlar birden kahraman olurlar. Sonuç olarak, teknoloji tüm insanlığın yararına görünse de belli bir kesime hizmet eder ve hatta onları bile olumsuz etkiler. İnsanlar arasında uçurumlar yaratmış ve duyguyu, insan olma bilincini yok etmiştir. Seri üretim ile seri tüketim, insanı doyumsuzluğa götürmüştür. Bu doyumsuzluk, salt yemek ile sınırlı değil; her şeyi tüketme isteğidir. Sürekli tüketen insan, artık kendini de yok etme durumuna gelmiştir. İşin kötü kısmı, körelen beyinler bunu göremez, akledemez olmuştur. Ürettiği makineler içerisinde insan da boş ve anlamsız gözlerle bakıp sonunu getirmektedir. Bu yazı biraz manifesto gibi oldu ama eminim izledikten sonra beni anlayacaksınız. Şimdiden iyi seyirler...
- Asteriks! Üzme Beni.
20 yılı aşkın süredir sürekli izleyip kahkahaya boğulduğum film serilerinden biridir Asteriks. Fransızların bu harika komedisi, ülkemizde özellikle dublajından dolayı seviliyor. Bu yıl da yeni bir filmi çıktı, “Asteriks ve Oburiks: Orta Krallık”. Ama bu sefer gerçekten kötü bir senaryo ve rezalet yönetilmiş bir filmle karşımıza çıkıyorlar. Dublajına bir şey diyemem, harikaydı. En iyi yapabildiğimiz iş bu. Dublajı olmasa inanın izleyemezdim. 2023 yapımı bu filmde, her zaman olduğu gibi Asteriks'i canlandıran oyuncu yine değişti. Ama bu sefer sadece o değil, Gérard Depardieu da rolünü bıraktı. Yerini tutamasa da gerçekten harika performansıyla Gillies Lellouche’u ekranlarda gördük. Lellouche hariç diğer oyuncuların oyunları kötüydü. Senaryo ve yönetmenin yanlış çalışmasından dolayı hepsi. Film kötüydü evet, fakat iyi şeyler de var. Asteriks filmlerine genel yorumumdur bu; filmin, eski çağda geçen bir film olmasına rağmen sanki günümüzdelermiş gibi espriler ve diğer filmlerden etkilenip pastişler içermesi bu filmi renklendiriyor. Komedi üstüne komedi, espri üstüne espri… Hiç yormuyor insanı. Bir de Türkçe dublaj izleyince çok keyifli. Bu yeni filmin hayal kırıklığı olmasının sebebi bir amacının olmaması. Gerçekten, eski filmlere göre daha iyi bir bütçe ve kaliteyle çalışılmış, fakat zorla. En azından kurgusunu yapan düzgün yapsaydı, dedim izlerken. Gerçekten inanılmaz bir şekilde ritmi yok. 🤮 Bir yerde “We Will Rock You” çaldı mesela. Kurguyu zaten artık anne karnından çıkan çocuklar biliyor da çıkıyor. Bu filme kurgu yapılmaması beni bitirdi. ( Ama en azından dublajı iyiydi😀) Gereksiz uzun diyaloglar, gereksiz uzun çekimler… Aslında yine her şey kurguda bitebilirdi. Kötü ve amaçsız hikayesi olsa da güldürüyordu. Film bitince dedim ki “İzledim de ne oldu?”. Önceki filmlerdeki gibi karakterlerin yan hikayeleri yoktu (var ama ya yarım kaldı ya da başka bir son verdiler). Durum budur dostlar. İzlemediyseniz bir şey kaybetmezsiniz. Ama izlemediyseniz önceki dört filmi mutlaka izleyin. Ben daha önceden sinemada izleme şansı da bulmuştum. Muazzam filmlerdi. Çok seviyorum ve öneriyorum herkese. İzlediğim filmleri ve dizileri, önerilerimi kaçırmak istemeyenler buraya tıklayabilir! 🙂
- Bir Fotoğrafla 'Dönüş' en Aile.
Evet, bir fotoğraf... Her şeyi anlatmaya yeterdi. Anne ve anneanneleriyle beraber yaşayan iki kardeş birbirlerine derin bağlarla kenetlenmiş sadakatlerini, annelerinin şefkatiyle beslemişlerdir. Ivan ve Andrei her kardeş gibi itiştikten sonra evin yolunu tutarlar. E tabi kovalamadan olmaz. Evde onları bekleyen üç kişi vardır. Anne, anneanne ve 12 yıl sonra eve dönen babaları. Peki ya siz olsanız, nasıl karşılardınız? Ivan ve Andrei yıllar sonra gördükleri babalarını teyit etmek için fotoğraf arşivine bakarlar. O olduğuna ikna oldukları vakit, yarın sabah onları zorlu bir yolculuk bekliyor olacaktır. Babalarıyla 12 yıl sonra oturdukları akşam yemeğinde şarap yudumlamanın verdiği özgürlükle ona güvenmeye başlarlar, sanırım Ivan hariç. Neden mi? Andrei çıktıkları yolculukta her ilerledikleri vakit biraz daha babasına ısınırken, Ivan ise bir o kadar uzaklaşır. Onca yıl sonra çıkıp gelen babasının bir cevap vermemesi onu hırçın bir delikanlı yapar. Tabi bunlar cezasız kalmaz. Mistik anlatım diliyle zenginleşen hikaye, babalarının Andrei ve Ivan'a çantalarını verip otobüsle eve dönmelerini istemesiyle başlar. Otobüste atışan kardeşler, aralarına koydukları mesafe sonrasında cama vurup dışarı çıkmalarını isteyen babalarının sesiyle biter. Yer yer babanın hissettiği eksiklik, Ivan'ın çıkışlarıyla yüzüne yansır. Onca yılını nerede geçirdiğini, çocukları gibi bizler de öğrenemedik. Fakat, öğrendiğimiz güzel detaylar oldu. Baba şefkatinin ne kadar farklı bir his olduğunu, delikanlı gençlerin yaşları ilerledikçe hayatta görecekleri zorlukların babalarının desteğiyle kolaylaşması, kim bilir belki de yapayalnız bir yolda sırılsıklam ıslanmakla öğrenilir. Ama dediğim gibi, baba şefkatiyle. Çünkü Ivan'ın haklı çıkışlarına dayanamayıp bıraktığı yolda toza bürüyüp uzaklaşır. Yağmurun kızgınlaşmasıyla geri döner ve arabaya alır. Bu yolculukta 12 yılı telafi etmeye çalışan bir babayı da yer yer görmüyor değiliz. Karşılarına çıkan kötülüklerle nasıl baş etmeleri gerektiğini öğretmesi gibi. Tabii maalesef babanın bu şefkati, Ivan'ın hırçın bir delikanlı olmasını engelleyemez. Andrei, yavaş yavaş Ivan'ın sorgulayışına hak vermeye başladığı yerde babasının merhametiyle tanışır. Ta ki babasından yediği tokata kadar. Bir fotoğrafın 'Dönüş' türdüğü aile sımsıkı, derin bağlarla düğümlenmişken altüst olan bir aile tablosuna dönüşür. Ama yine de tüm bu olanların sebebi, babalarının merhametidir. Spoiler vermeden anlatmaya çalışmamın sebebi de yazıyı okuduktan sonra bir an önce izlemenizi istememdir. Vereceğim birkaç spoiler'ı, filmi izledikten sonra tartışalım. Babaları Otets'i gördüğümüz ilk yatak planında, Yönetmen Andrey Zvyagintsev'in kullandığı metaforik anlatım dilini anlamak zorlayıcı olabilir. Çünkü yukarıda da bahsi geçen, şarap içtikleri sofra, meşhur, İsa'nın 'Son Akşam Yemeği' uyarlaması olarak düşünülebilir. Sanırım, yönetmenlik koltuğuna ilk kez oturan Andrey Zvyagintsev'in, İsa'dan etkilendiğini söyleyebilirim. Neden mi? Anlaması çok da zor olmayan bir diğer sekans, babalarına kapıdan ilk baktıkları planda, ressam Andrea Mantegna'nın en ünlü eserlerinden olan 'Ölü Mesihin Ardından Ağıt' ın neredeyse yansımasını bilinçaltında seziyor gibiyiz. Bu güçlü anlatım dili, tabii ki böylesine mistik bir anlatımı ve bolca ödülleri de beraberinde getiriyor. Oyunculardan Ivan karakteriyle Ivan Dobronrahov, Andrei karakteriyle Vlademir Garin, gösterdikleri bu inanılmaz performansın karşılığında Gijon Uluslararası Film Festivalinde En İyi Aktörler olarak anıldılar. Otets (Baba) karakteriyle Konstantin Lavronenko'nun performansına yansıttığı gizemli karakteriyle, seyirciye çok da bilgi vermemesinin dramatik yapısını tutarlı buluyorum. Yalnız yer yer göreceğiniz, duygusuz ifadelerin biraz da Tarkovski havası kattığını söylemeden geçemeyeceğim. Sevenlerin mutlaka izlemesi gereken bir film olduğunu da ekledikten sonra, sinemografi ve mekanların da ne kadar özenle seçildiğini övüp; aslında yalnızlığa mahkum edilen bir aileyi bu kadar da uzaklaştırmanın, bir annenin büyüttüğü çocukların aslında yalnız olmadığının da altını çizmek gerekir.
- “Nitram” Gerçek Bir Suç Filmi.
Yalnızlık ve dışlanma bir insana en fazla ne yaptırabilir? Daha fazla içine kapanmasına mı yol açar yoksa içinde bir canavar oluşturmasına davetiye mi çıkarır? Nitram, Justin Kumel’in yönettiği 16 Temmuz 2021 yılında vizyona giren ve Cannes Film Festivalinde adaylığını kabul ettiren bağımsız bir filmdir. Dram, psikoloji ve biyografi filmlerinden keyif alıyorsanız, bu film tam size göre! Bir taşla “üç” kuş. Filmin başlangıcında, eski bir arşiv video görüntüsü ile karşılaşıyorsunuz. Karşınızda 12 yaşındaki Nitram, havai fişekler yüzünden yaralanmış bir şekilde röportaj veriyor. Ve pişman olmadığını dile getiriyor, hem de muzip ve soğuk bir tavırla... Zarar almaktan çekinmeyen çocuğumuzun ileride genç yetişkin olmasına rağmen hâlâ çocuksu bir giyim tarzıyla, havai fişekleri zevkle patlattığını ve insanlara rahatsızlık verdiğini görüyoruz. Vurdumduymaz ve inatçı bir ifade ile hareketlerine, dışarıdan gelen uyarılara rağmen devam ediyor. Peki Avustralya‘nın Tazmanya kasabasında banliyöde yaşayan Nitram’ın havai fişekleri ile yaptığı yaramazlıklar nasıl olur da Avustralya tarihine damgasını vuracak olan Port Arthur katliamına sebep olabilir? Nitram filmi, aslında bize aile dinamikleri, sosyal ilişkiler, insan bağları ve insanların eylemlerini şekillendirecek motivasyonları hakkında pek çok değerli işaretler gösteriyor. Yani bir yerde etki-tepki meselesi. Aileye baktığımızda anneyi daha otoriter, sert mizaçlı görürken; babanın daha şefkatli, alttan alan ve empati gücü yüksek olduğunu anlayabiliyoruz. Her ne kadar aile içinde sert otorite ve baskıyı desteklemesek de bu iyi polis ve kötü polisi oynayan ebeveynler nasıl oluyor da Nitram üzerinde duygusal denge kuramıyorlar? Çocuksu hareketlere yatkın olan Nitram’ın hiç arkadaşı yok. Kiminle iletişim kurmak istese bir şekilde geri itiliyor ve Nitram iyi itibar vermek için imrendiği insanların özelliklerini, kendisi yapıyormuş gibi göstermeye çalışıyor. Böylece insanlar tarafından onaylanacağını düşünüyor. Takıntılı ruha sahip olan Nitram, bir gün Helen adında, kendinden yaşça büyük kadınla tanışıyor. İlk izlenim olarak Helen karakterinin de Nitram’dan farkının olmadığını anlayabiliriz. İkilinin iletişimi ilk başlarda çok net olmasa da Helen, onu gerçekten önemseyen ve kulak veren tek insan oluyor. Böylece Helen’in evine yeni bir misafir geliyor, köpeklere yeni bakıcı ‘Nitram’. Helen bir gece Nitram’ın ilaç aldığını fark ediyor ve sebebini merak ediyor: ”Hasta mısın?” Nitram’ın cevabı ise: “Yok, sadece bazen üzgün hissediyorum.” Kalbinizde ve aklınızda bir şeyleri sızlatmış gibi hissediyorum ama bu gerçek. Aşırı derece üzgünlük, yalnızlık bir insanın canavar olarak yargılanması için çok geçerli sebepler. Bedenimizin çevresinde fiziki olan şeyler ruhumuzun yalnız olmadığı anlamına gelmez. Ve aşırı yalnızlık, dışlanma, soyutlanma git gide kalbi acımasız bir hale çevirir. Her ne kadar psikopat gibi gözükse de içinde insanlara yardım etme arzusu, hayvan sevgisi ve arkadaş olma isteği var. Yani çoğumuzun yargıladığı insanların geldiği durumlar, bazen onların değil sadece çevrenin takındığı yanlış davranışlar sonucu oluyor. En başta ise anne… çünkü annesi bile her ne kadar oğlunu sevdiğini söylese de onun sevgiyi hak ettiğini düşünmüyor. Helen ile iyi bir arkadaşlığa sahip olan Nitram’ın ilk ve tek arkadaşı da trajik bir şekilde aramızdan ayrılıyor. Bunun üzerine adeta ruh sıkışması yaşayan Nitram, havai fişeklere benzeyen ama daha tehlikeli olan bir çocukluk aşkına düşüyor… Silahlar! Şakaları ve hareketleri şiddete yol açan Nitram, kendine kalan paralar ile teçhizat hazırlamaya başlıyor. Ama şurada dikkatinizi çekmek istediğim bir nokta var; kendisini yargılayan, dalga geçen, hor gören veya dışlayan insanlar kenarda dursun, Nitram’ın ilk işlediği suç, kendince tasarladığı bir intikamla başlıyor, hem de kendi için değil. Avustralya‘da toplu cinayet olarak adı geçen bu olayın baş kahramanın zihninin derinliklerine doğru bir yolculuk yapacak olmanız sizi kimi zaman rahatsız edecek, kimi zaman düşündürecek, kimi zaman da size çok tanıdık gelecek. Filmin içerisine işlenen duygusal detayları fark ettiğinizde de aynı zamanda Nitram’ın derin korumacı kişiliğine ve sevgisine tanık olacaksınız. Port Arthur kentinde halka açık bir mekanda gerçekleşen ve 35 kişinin ölümü, 25 kişinin de yaralanmasıyla sonuçlanan olayı “gerçek” gözüyle izlemek sizi daha da tuhaf hissettirecek. Caleb Landry Jones’ın gerçek zanlıya olan benzerliği ise dudak uçuklatıyor. Ha bu arada, gerçek katil kim?, dediğinizi duyar gibiyim; öyleyse “NİTRAM” ismini tersten okuyun :)
- Ateş Böceklerinin Mezarı
"Neden ateş böcekleri bu kadar erken ölmek zorunda?" Spoiler içerir. Meslektaşı Hayao Miyazaki’nin çalışmaları, Studio Ghibli’nin 1980’lerdeki en popüler varlıkları olmaya devam ederken, izleyiciler üzerinde en büyük etkiyi bırakmış olan belki de Isao Takahata’nın filmleriydi. Yönetmenin o döneme ait en ünlü filmlerinden olan “Ateş Böceklerinin Mezarı” filmi, Akiyuki Nosaka’nın II. Dünya Savaşı sırasında açlıktan ölen kız kardeşinden özür dilemek adına yazdığı, Hotaru no Haka (1967) isimli yarı otobiyografik kısa öyküsünden uyarlanmıştır ve II. Dünya Savaşı sırasında hayatta kalmaya çalışan genç bir çocuk ve kız kardeşinin yaşadığı travmayı ele almaktadır. Kobe'nin bombalanması, II. Dünya Savaşı'nın son aylarında Japonya'ya yönelik yapılan en yıkıcı saldırılardan biriydi ve Japonya'nın en büyük altıncı şehrinde korkunç hasara yol açarak bir milyondan fazla insanın ölümüne neden oldu. Bu tarihten yola çıkarak Isao Takahata, orijinal tarihte var olan tüm anılara ve karakterlere hayat veren, savaşın diğer tarafını gösteren, derin duygularla dolu “Ateş Böceklerinin Mezarı” filmini yarattı. Bir an önce hayatta kalmayı öğrenmesi gereken iki çocuğun gözünden savaşa bakmak, her türlü senaryoya tanık olmak, farklı insanlarla tanışmak, izleyiciyi kesinlikle başka bir boyuta taşıyor... 1945’te genç bir çocuk olan Seita (Tsutomo Tatsumi), küçük kız kardeşi Setsuko (Ayano Shiraishi) ve ailesiyle birlikte Kobe’de yaşamaktadır. Savaş sırasında müttefikler tarafından düzenlenen bir hava saldırısından sonra, anneleri, vücudunda meydana gelen şiddetli yanma nedeniyle hayatını kaybeder. Deniz subayı olan babaları ise müttefik kuvvetlerle savaşmaktadır. Seita, kardeşi Setsuko’ya, onu savaşın zulmünden ve yaşadığı kederden korumak için annesinin ölümünden bahsetmemeye karar verir. Bu esnada teyzesinin yanına giden iki kardeş, diğer akrabaları gibi hayatta kalmaya çalışmak için elinden gelenin en iyisini yapmakta, kalan az miktarda erzağı toplamakta ve pirinç alabilmek için ellerindeki her şeyi satmaktadırlar. Ancak zaman geçtikçe teyzeleri, aile içinde şartların zorlaştığını dile getirir ve Seita’yı ulus için görevini yapmamakla suçlar. Bunun üzerine Seita ve Setsuko, teyzelerinin evinden ayrılarak yakınlarda bulunan terk edilmiş bir bomba sığınağına giderler ve burada yaşamaya karar verirler. İlerleyen haftalarda Seita, yeterli yiyecek ve içecek bulamadığı için Setsuko’nun zayıfladığını ve kız kardeşini artık savaşın karanlık yüzünden korumayacağını fark eder. Kayıp, hüzün, kıtlık, yoksulluk ve umutsuzluğun mükemmel bir şekilde yakalandığı filmde, ana karakterlerin sadece birbirlerine sahip olduklarını öğrendikleri, ağabeyin tüm güç ve cesaretini küçük kız kardeşine verdiği ve tüm bu duyguları aşama aşama iliklerime kadar hissettiğim en etkileyici dört sahne şu şekilde: -Küçük kız kardeşiyle ilk kez ateş böcekleriyle oynadığı, savaşın onlardan çaldığı masumiyetlerini, gülüşlerini ve komik anlarını bir an için geri kazandıkları sahne, -Yiyecekleri biterken, Seita’nın küçük kız kardeşine şişedeki son şekeri verdiği sahne, -Küçük kız kardeşi için tıbbi yardım istediği sahne ve -Küçük kız kardeşinin öldüğünü fark ettiği sahne... Ateş Böceklerinin Mezarı, bir savaş hikayesi ile reşit olma dramasını birleştiriyor. Kardeşler arasındaki ilişkide; Setsuko’nun masumiyeti ve yaşama arzusu ile Seita’nın kardeşine bakma ve sadece birkaç gün içerisinde yetişkin olma sorumluluğu arasında keskin bir tezat oluşuyor. Savaşın acımasız gerçekleri Japonya’ya sızdıkça, tüm yetişkinlerde bencillik ve vahşet ortaya çıkarken, çocuksu nitelikler kayboluyor. Bazen Setsuko’nun açlık çığlıkları hava sirenlerine karışıp yankılanırken, Seita ise küçük kız kardeşi için hırsızlık yapmak ve avlanmak zorunda kalıyor. Çelik griler, bulanık kahverengiler ve mürekkep maviler ekrana taşıyor. Neşe yok, umut yok… Seita’nın kız kardeşine sunabileceği tek küçük rahatlama, geceleri çıkan ateş böceklerinin ışıkları oluyor… Dünyadaki yerlerinden ve geleceğin ne getireceğinden emin olmayan, açlıktan ölmek üzere olan iki kardeşin ekseninde; belki de ekranda “gerçek iki insan” olmadığını unutturacak kadar iyi yapılmış ham ve amansız bir savaş portresi bu film. Diğer savaş filmlerinde olduğu gibi -özellikle Elem Klimov, Come and See (1985) ya da Andrei Tarkovsky, Ivan’s Childhood (1962)- Takahata film boyunca, masumiyetten fedakarlığın gerçek insanlığımızı nasıl kaybettirdiğine odaklanıyor. Masumiyet kaybının neye yol açtığının yanı sıra, tüm bunların ardından nasıl bir ulus geldiği sorusu da var. Erkek ve kız kardeşin hikayesi her zaman ön planda olsa da Takahata ayrıca yiyecek, içecek, barınak, temiz su ve şefkatin bulunmaz olduğu büyük kıtlık zamanlarından kaynaklanan travmayı da gösteriyor. Bunu, özellikle Seita, Setsuko ve teyzelerinin zamanla değişen ilişkilerinde açıkça görüyoruz. Temalarının yanı sıra, hikâyeyi oldukça iyi destekleyen animasyon ve karakter tasarımlarıyla da bu film için sanatsal bir başarı diyebiliriz. Özellikle filmin başlarında Kobe’nin bombalanma sahnesi, yıkım ve kaybın miktarını açıkça göstererek devamındaki birçok duygu türü için bir metafor haline geliyor. Ek olarak, besteci Michio Mamiya’nın yakıcı müziği, kayıp ve belirsizlik duygusunu baştan sona hissettirerek zaten can yakıcı olan bu filmin tuzu biberi oluyor. Müziklere ek olarak, film hakkında okuma yaparken karşıma çıkan ve filmi daha iyi anlamamı sağlayan renk kullanımına da değinmek istiyorum. Filmde kahverengi ve mavi renklerinin doğayı vurgulamasının yanı sıra, kadın ve erkek karakterlerin ayrımında kullanıldığını görüyoruz. Erkekler genelde kahverengi giyinirken; kadın karakterler ise mavi giyiniyor ve bu sayede savaş sahnelerindeki geniş planlarda kadın ve erkek karakterleri ayırt edebiliyoruz. Bu iki rengin yanında pembe ve kırmızının da ağırlıklı kullanıldığını görüyoruz. Geçmiş güzel günlere dönüldüğünde pembe rengin ağırlıklı olduğunu ve özellikle Setsuko’nun eşyalarının pembe olduğu detayı var. Burada karaktere ait olan çocuksu ve masum iç dünyanın yansıması olarak bu rengin tercih edildiğini düşünüyorum. Yanı sıra sihirli bir dünyanın kapıları aralandığında bütün renklerin yeşil ya da turuncu tonlarına evrildiğini görmek mümkün. Bu durum ise gerçeklikle bu yeni dünyanın ayrımını başarılı bir biçimde yapıyor. Ateş Böceklerinin Mezarı, filmin anlatı yapısında ve hissiyatın izleyiciye sunulmasında renklerin ne denli önem teşkil ettiğini bir kez daha kanıtlıyor. Ateş Böceklerinin Mezarı filmi benim için savaş hikayesinin yanı sıra, bir reşit olma dramı. Savaşın gerçek etkilerini bi’ nebze olsun hissetmek için, vicdan mastürbasyonu haline gelen gişe filmlerini değil, savaşın gölgesinde kaybedilen masumiyete kazınmış iki kardeşin yaşam mücadelesini anlatan bu filmi izlemenizi tavsiye ederim.
- Skrulllar Aramızda - Secret Invasion S1
Marvel, Disney+ yayınlarına devam ediyor ve git gide evreni genişletiyorlar. Özellikle de bu seri yepyeni filmlere işaret veriyor. Umarım genişleyen evren, senaristlerin ve yapımcıların kontrolünden kaçıp kalite düşüşüne yol açmaz... Oldu bile. Spider-Man No Way Home filminden sonra diziler de dahil olmak üzere kalite düşüklüğü gözle fark edilebilecek şekilde. Özellikle de "She-Hulk". Dizide dördüncü duvar kırılarak kalitesizliğe ve değişen senaryolara bir eleştiri yer almıştı. Bu daha da rezil etse de Marvel'ı, onların da farkında olduğunu biliyoruz artık. Neyse ki bugünkü yapımlarında fazla bir kalitesizlik yok. Secret Invasion (Gizli İstila), Kreelerin, yuvalarını yok ettiği Skrulların, gezegenimize sığınmacı olarak gelip belirli haklara sahip olamadıkları aramıza sızıp dünyayı yönetmeye kalkmaları ve savaşlar çıkartmayı amaçladıklarını anlatan bir yapım. Nick Fury'nin 30 yıl önce dünyamıza getirdiği bu yaşam formları o günden beri aramızdalar. Artık bu sorunlar Nick'in sorumluluğunda; bu yüzden, bu sorunun üstesinden kendisi gelmeye çalışıyor. Avengers'dan yardım almıyor yani. Thalos'u daha önceden Captain Marvel filminde görmüştük, tanımıştık. Orada ailesini de görmüştük. Secret Invasion'da Thalos'un kızı G'iah ile tekrar tanışıyoruz. G'iah (Emilia Clarke), istilacı skrullarla aynı düşünceye sahipken, Nick Fury'nin tarafında savaşmayı tercih ediyor. Geçmişte öldürülen annesi ve geçtiği gün kaybettiği babası için Dünya için savaşıyor. Filmde kim kim anlayamıyoruz. Başkanlar, NATO, MI6, SWORD, FBI veya insanlar... Kim varsa. İnsan sandığımız kişi skrull, skrull sandığımız bir insan çıkıyor. Bazıları iyi bazıları kötü. Çoğunlukla kötü... Harika bir istila olduğunu fark edebilirsiniz. Hatta bu olay yıllardır neden her zaman insan gördüğümüzün kanıtı :D Çünkü sürekli bizler gibi görünüp bizler gibi yaşıyorlar. Bunlara Fury'nin karısı dahil. Evet bir skrull ile evli. Ama aralarında sorunlar var demek ki, hiç görmedik. Skrullar dünyayı ele geçirmek için bir çarpıştırıcı icat etmişler. Üstün DNA'ları kendilerine naklederek üstün güçlere sahip oluyorlar. Marvel filmleri boyunca gördüğümüz tüm gelişmişlerin DNA'ları Fury tarafından saklanıyor. Skrullar da onun peşinde. Ellerine geçerse dünyaya hükmederler. Düşünsenize, Endgame filminde gördüğümüz tüm gelişmiş formların güçleri bir araya gelmiş ve ordu oluşturmuş. Bunu görüyoruz dizide, evet. Super-Skrulls gerçek oldu! Uzun işlenmemiş bu konu, fakat çok daha büyük savaşa sebep olacağını düşünüyorum. Birçok skrullun sonu gelse de bu dizide, hâlâ dünyada milyonlarca skrull var ve sayıları artmaya devam ediyor. Sezon finali bölümünde G'iah bir Super-Skrull oluyor. İstilacı olan Gravik'i öldürüyor. Tüm Avenger'ların gücüne sahip tek kişi o. Bence Marvels filminde yer alacak bir karakter bu. Fakat bu kadar güçlü bir karakterin o basit filmde nasıl yer alacağı konusunda düşüncelerim çok. Marvel bizi şaşırtıp oraya koyabilir. Dizide şaşırdığım olay, Maria Hill'ın en başta ölmesi oldu. Yine insan sorguluyor o da skrull muydu acaba diye? Dizinin başında Ajan Ross'u görmek, sonra dizinin üç bölümü boyunca Rhodes'u izliyoruz sanmamız... Hepsi skrull! Kim kim anlamıyoruz. Nick bile skrulldu dedim. Ne de olsa daha "Far From Home" filminde gördük. Thalos'muş. Bu dizi boyunca birçok DNA'dan farklı güçler gördük. Onlardan gösterilen genlerin sahipleri şunlar: Avengers Captain America, Thor, Hulk, Black Panther, Winter Soldier, Captain Marvel. Galaksinin Koruyucuları Gamora, Drax, Groot, Mantis. Asgardlılardan Valkyrie, Korg Diğer gelişmiş formlar; Abomination, Ghost, Thanos... Hatta Thanos'un çocuklarından Black Order'dan Corvus Glaive, Proxima Midnight, Ebony Maw, Cull Obsidian. Avengers'ın ilk filmindeki uzaylı formlarının DNA'ları bile o listede bulunuyor. Dizi ara dolduran bir film aslında. Amacı çizgi romanlarda etkisi büyük olan ama filmini yapmaya değmeyen konuları dizide hızlıca işlemek. Hızlı işleseler de filmden daha uzun oluyor evet. Ama serüveni güzel oluyor. Bu dizi ile artık hükümetler, insanlar arasındaki ucubelerden nefret etmeye başladı. Amerika Başkanı ilan etti bu savaşı. Çeteler, örgütler, askeri güçler artık insan olmayanları avlamaya başladı. Bu da bana 20. yüzyılda Almanların yaptığı bir soykırımı hatırlattı. Marvel evreninde olanı ama :D MUTANTLAR! Bu filmin X-Men'e ya da bu ismi saklarlarsa bir süre daha gelecek filmlerde mutantları göreceğiz. İnsanlar sadece uzaylılara değil, insanların içine saklanan mutantları da skrull avlarken bulacaklar. Artık mutantlar saklanamayacaklar. Bu da bizleri X-Men filmlerine ve Fantastic 4 filmlerine hazırlıyor olacak. En sonunda ortaya çıkan gelişmişler ve mutantlar da bize Secret Wars filmini sunacaklar. Aklıma gelmişken... Deadpool'un yeni filminde skrull görme şansımız çok yüksek bence. Hep beraber bekleyelim. Umalım ki senaryoyla beraber CGI da iyi olur. 2008'deki gibi bir şölen yaşayalım değil mi? Bu arada Marvel ilk kez after credit sahnelerine yer vermedi bir yapımda. Hiçbir bölümde yoktu. İzlediğim filmleri ve dizileri, önerilerimi kaçırmak istemeyenler buraya tıklayabilir! 🙂