top of page

Arama Sonuçları

"" için 205 öge bulundu

  • Latin Sinemasının İz Bırakan En İyi 10 Filmi: IMDb Puanlarına Göre Sıralı

    Latin Amerika sineması, renkli kültürü, sosyal gerçekçiliği ve büyüleyici hikayeleriyle dünya çapında ses getiren filmler üretiyor. İşte IMDb puanlarına göre sıralanmış, eleştirmenlerin övgüyle bahsettiği en önemli 10 Latin filmi: 1. City of God (Cidade de Deus) Yönetmen: Fernando Meirelles & Kátia Lund | Yıl: 2002 | Ülke: Brezilya | IMDb: 8.6 Konu: Rio de Janeiro’nun yoksul varoşlarında suç ve şiddet döngüsüne sıkışan gençlerin hikayesi. Eleştiriden Bir Kesit: "Sinema tarihinin en çarpıcı suç dramalarından biri. Meirelles, gerçekçi anlatımıyla izleyiciyi adeta bir belgeselin içine çekiyor." – Roger Ebert 2. The Secret in Their Eyes (El secreto de sus ojos) Yönetmen: Juan José Campanella | Yıl: 2009 | Ülke: Arjantin | IMDb: 8.2 Konu: İşlenmemiş bir cinayet davasının peşinden koşan emekli bir savcının tutku ve intikam dolu yolculuğu. Eleştiriden Bir Kesit: "Gizem, aşk ve siyasi gerilimin mükemmel dengesi. 2010’da En İyi Yabancı Film Oscar’ını alması tesadüf değil." – The Hollywood Reporter 3. Pan’s Labyrinth (El laberinto del fauno) Yönetmen: Guillermo del Toro | Yıl: 2006 | Ülke: Meksika/İspanya | IMDb: 8.2 Konu: İç savaş döneminde, masalsı bir labirentte kaderini arayan küçük bir kız. Eleştiriden Bir Kesit: "Del Toro, gerçek dünyanın acımasızlığını büyülü gerçekçilikle harmanlayarak unutulmaz bir başyapıt yaratmış." – Rolling Stone 4. Amores Perros Yönetmen: Alejandro González Iñárritu | Yıl: 2000 | Ülke: Meksika | IMDb: 8.1 Konu: Üç farklı hayat, bir trafik kazasıyla kesişir. Eleştiriden Bir Kesit: "İnsanlığın karanlık yönlerini cesurca anlatan bu film, Iñárritu’yu uluslararası arenaya taşıdı." – The New York Times 5. Wild Tales (Relatos salvajes) Yönetmen: Damián Szifron | Yıl: 2014 | Ülke: Arjantin | IMDb: 8.1 Konu: İntikam ve öfkenin sınırlarını zorlayan altı kısa hikaye. Eleştiriden Bir Kesit: "Karanlık komedi ile sosyal eleştirinin müthiş bir karışımı. Her hikaye izleyiciyi şoke etmeyi başarıyor." – Variety 6. Central Station (Central do Brasil) Yönetmen: Walter Salles | Yıl: 1998 | Ülke: Brezilya | IMDb: 8.0 Konu: Yalnız bir kadın ile babasını arayan bir çocuğun yolculuğu. Eleştiriden Bir Kesit: "İnsan ilişkilerinin inceliğini anlatan bu film, evrensel bir duygusal derinlik sunuyor." – The Guardian 7. The Motorcycle Diaries (Diarios de motocicleta) Yönetmen: Walter Salles | Yıl: 2004 | Ülke: Arjantin | IMDb: 7.8 Konu: Che Guevara’nın gençliğinde Güney Amerika’yı keşfeden motosiklet yolculuğu. Eleştiriden Bir Kesit: "Sadece bir biyografi değil, aynı zamanda bir neslin ideallerine dokunan bir yol hikayesi." – Time Magazine 8. Roma Yönetmen: Alfonso Cuarón | Yıl: 2018 | Ülke: Meksika | IMDb: 7.7 Konu: 1970’lerin Meksiko’sunda bir ailenin ve hizmetçilerinin yaşamı. Eleştiriden Bir Kesit: "Görsel bir şiir. Cuarón, kişisel tarihini siyah-beyaz bir başyapıta dönüştürüyor." – IndieWire 9. Y Tu Mamá También Yönetmen: Alfonso Cuarón | Yıl: 2001 | Ülke: Meksika | IMDb: 7.6 Konu: İki gencin, kendilerinden büyük bir kadınla çıktıkları yolculukta cinsellik ve dostluk sınavı. Eleştiriden Bir Kesit: "Cesur ve dokunaklı. Cuarón, ergenliğin karmaşasını politik metaforlarla anlatıyor." – The Atlantic 10. Like Water for Chocolate (Como agua para chocolate) Yönetmen: Alfonso Arau | Yıl: 1992 | Ülke: Meksika | IMDb: 7.1 Konu: Aşkı yasaklanan bir kadının, duygularını yemeklerine aktarması. Eleştiriden Bir Kesit: "Büyülü gerçekçiliğin sinemadaki en lezzetli örneği. Her sahne bir tablo gibi." – Chicago Tribune

  • Muğlaklığın Sineması: David Lynch’in Rüyalar ve Gerçeklik Arasında Kurduğu Köprü

    2010 yılında, Kadir Has Üniversitesi’nin bulunduğu Cibali’de, öğrenci bütçesine uygun yemek için gittiğimiz esnaf lokantasında kuru fasulye-pilav yerken sık sık sinema üzerine sohbet ederdik. Kamera lenslerinden tutun da izlediğimiz filmlere, sevdiğimiz yönetmenlere kadar her konu masaya yatırılırdı. Aramızda, üniversite sınavında derece yapıp taşradan bursla gelmiş bir arkadaş vardı. Bir gün, yine o lokantada, “Tek bir kişiyle görüşme şansım olsa David Lynch olurdu,” dedi. "Ne düşünüyor acaba, kafasından ne geçiyor" demişti. Bunu “havasına” söylememişti; öyle anlaşılıyordu ki onun için Lynch, sinemanın ötesinde bir figürdü. Şimdi 30’larımızın ortasındayız ve o arkadaş edebiyat dünyasında oldukça iyi bir noktada. Geldiği kasabada ya da köyde izlediği dünya sineması içinde en vurucu ismin Lynch olduğunu düşünüyorum ki, o güne kadar yaşamış kim varsa onların içinden bir Amerikalı yönetmeni seçmişti. Yani hikayesi artık enterasan gelmeyen bir ülkenin yönetmenini. Başka bir alandan gelip başladığım sinema okulundaki arkadaşlarımın da takıntılı olduğu yönetmen ve filmlerin ortak kümesinde yine Lynch vardı. Herhangi bir uyarıcı almadan dünyadan kopmanın en “düşük bedelli” hâliydi, onun filmlerini izlemek. Gerçekten akıp giden bir Spielberg veya Nolan sineması, büyük kitleler için bir ihtiyaçtır ve sıklıkla tek formül olarak görülür. Lynch ise dünyanın aşırı gerçekliğinin çiğliği ve sıkıcılığını bambaşka bir dille sunar. Baştan sona bir Lynch filminin, o güne dek yaşadığınız entelektüel ve zihinsel süreçlerin bire bir karşılığı olduğunu söylemek zordur. Elbette Mulholland Drive veya Lost Highway üzerinden post-modern okumalar yapılacak, filmin asıl gayesi dışında anlamlar bulunacaktır. Bulunulmuştur da. Ancak bu tür filmleri “anlamaya çalışmanın” kendisi çoğu zaman anlamsızdır; çünkü söz konusu eser, öncelikle bir “his” sunar, duyguları hedef alır. Geleneksel bir bakış açısıyla izlerseniz, kopuk ve anlaşılmaz görüntüler yığını olarak değerlendirmeniz mümkün, buna da hak vermek gerekir. Üstelik sinema gibi pahalı ve kolektif bir işin başarısızlık bedeli çok ağırdır. Çok az film, sonradan hak ettiği değeri bulabilmiştir. Hak ettiği değeri bulmayan filmleri sürdürmek de finansal açıdan neredeyse imkânsızdır. David Lynch, ekonomik açıdan ya ucu ucuna, ya görece düşük bir kârla ya da tamamen zararına film çekmiştir. Üretken bir yönetmen de değildir; toplamda 10-11 tane film yapmıştır. Büyük ihtimalle sinemadaki maddi başarısızlık, üretkenliğini doğrudan etkilemiştir. Ancak şu an bu yazının kaleme alınmasına sebep olan ve sosyal medyada ölümüne ilişkin paylaşımlarla herkesin onu yad etmesini sağlayan motivasyon, Lynch’in kültürel anlamda yarattığı büyük etkti yüzündendir. Yakın zamanda The Exorcist ve French Connection gibi kült filmlerin yönetmeni William Friedkin öldüğünde pek konuşulmadı. Oysaki “iş” olarak, yapım şirketlerine muazzam gişe kazançları getiren ve Lynch’e oranla çok daha geniş kitlelere ulaşan filmler üretmişti. Yine de Lynch, kendi başına, filmlerinden de ayrı bir şekilde var olabildi ve varlığı bir çok sanatçıyı etkilemştir. Nasıl etkilemiştir? Art-house, post-modern, bağımsız filmleri “kategorik olarak sevme” gibi bir yaklaşım pek mümkün değil. Zaten bu kategoride, kötü öğrenci filmleri de dâhil olmak üzere, çok geniş bir yelpaze var. Kimsenin gönüllü olarak baştan sona deneysel film izleyeceğini sanmıyorum. Kameranın icadından günümüze her geçen gün daha fazla “film” üretiliyor. Sinemaya gidilmese bile, festivalleri ve çevrimiçi platformları dâhil ettiğimizde, geçen yıla kıyasla daha fazla ticari ve bağımsız film çekildiğini görüyoruz. David Lynch, bu art-house evrenin içinde sivrilmiş, aynı zamanda geniş bir izleyici kitlesi tarafından “izlenebilir” bulunan ender yönetmenlerden biri olarak ayrışıyor. -Tamam bir daha çekelim. Ama bu sefer iyi olsun. Muğlak ve rüyamsı “anlar” izleyicinin kendi tecrübelerini tetikler. Popüler kültüre ve diğer sanat dallarına da bu yaklaşım, kimi zaman dalga geçilerek, kimi zamansa övülerek yansımıştır; böylelikle bir “Lynch kültürü” oluşmuştur. “Sanatsal film abi işte” diyerek anlaşılmazlığı “derinlik” sanan filmler de çoğu zaman Lynch’e gönderme yaptığını iddia eder. Onun kadar “anlaşılmaz” veya “muallak” film üreterek başarısızlığa kılıf bulanlar çıkmıştır. Oysa Lynch filmleri, disiplinli bir “kaos” hâlidir; teknik açıdan ciddi hatalar barındırmaz, amatörlüğe yer vermez. Bağımsız filmlerin en büyük sorunu olan bütçesizlik Lynch söz konusu olduğunda pek geçerli değildir; çünkü Hollywood içerisinde kendine özgü bir özerkliği sağlamış bir yönetmendir. Bu sebeple Lynch sinemasında Hollywood ve art-house unsurları iç içe geçmiş hâlde görürüz. Onu “kült” yapan da budur. Gişe filmlerinde gördüğümüz oyuncuları, genelde az bir kesimin keyif alacağı filmlerde kullanmaktan çekinmez. Bu filmler, yüksek gişe beklentisiyle çekilip başarısızlığa uğramış yapımlar değil; ressamlığa da ilgi duyan bir sinemacının, David Lynch’in, kendi dünyasını yansıtan eserlerdir. Tablolarda tek bir anın kompozisyonu ve anlam gücü, sinema gibi hareketli bir ortama taşınınca farklı bir etki yaratır. Lynch filmleri de tam olarak bu nedenle farklıdır. Ölüm Lynch, 16 Ocak 2025 tarihinde öldü. YouTube'da garip hava durumu yayınları yapmasını izleyip, deneysel işlerin peşinde koşturan ihtiyar delikanlımız diye düşünürken haberini aldık. Açıkçası Gazze olayı yanı başımızdayken, 6 Şubat depremi olmuşken, Kuzeyimizde savaş varken, genç ölümleri yaşınıyorken benim Lynch için üzülmemin, üzülmemizin bir anlamı yoktur elbette. Ancak kültüre katkı sağlayan her kişinin ölümü önemli bir kayıptır. Bir sanatçı olarak Özkan Uğur öldüğünde bu denli bir kötü hisse kapılmıştım. Bu insanlar kültürü yerelde ve globalde oluşturuyor ve ona göre minimal etkileri de olsa şekilleniyor. Geçtiğimiz günlerde Ferdi Tayfur'un ölümü de buna dahil. Nasıl bir içerik üretilirse üretilsin Tayfur, Türk kültürünün içindeydi. Öldüklerinde biz de bir parça ölüyoruz aslında. Belki de ona üzülüyoruz. Zaman her şeyin ilacıdır doğrudur ancak fazla alınınca her ilaç gibi zarardır. Doğduğumuz ve öldüğümüz ana kadar düşün dünyamızı etkileyen herkes yaşayabilseydi keşke.

  • Trent Reznor: Dijital Çağın Müzik Dahisi ve Film Müziği Üstadı

    Trent Reznor ve Marilyn Manson Orjinal Kadrosu Trent Reznor, endüstriyel rock grubu Nine Inch Nails'in kurucusu, vokalisti, multi enstrümantalisti ve ana söz yazarı olarak tanınan Amerikalı bir müzisyen, şarkıcı, söz yazarı, plak yapımcısı ve film bestecisidir. Reznor, müzik endüstrisinde önemli bir figür olmasına ve eleştirmenlerce beğenilen birçok albüm yayınlamasına rağmen, piyasaya çıkarmasında çok etkili olduğu Marilyn Manson kadar tanınmamaktadır. Reznor ve Manson'ın müzikal stilleri oldukça farklı olsa da – Reznor'ın müziği genellikle karanlık, içe dönük ve deneysel olarak tanımlanırken, Manson'ın müziği daha gösterişli, teatral ve şok edicidir.  Reznor'ın Müzik Endüstrisindeki Etkisi Reznor, müzik eleştirmenleri ve diğer müzisyenler tarafından geniş çapta beğenilmektedir. Dokuz Grammy Ödülü kazandı ve en etkili endüstriyel rock sanatçılarından biri olarak kabul ediliyor. “ 1 ” Reznor, müzik endüstrisindeki etkisini, sadece Nine Inch Nails ile yaptığı çalışmalarla değil, aynı zamanda diğer sanatçılarla yaptığı iş birlikleriyle de göstermiştir. Örneğin, David Bowie ile 1995 yılında "Outside" turnesinde birlikte sahne almış ve Bowie'nin "Earthling" albümünde yapımcı olarak görev almıştır. Reznor ayrıca, eşi Mariqueen Maandig ve Atticus Ross ile birlikte kurduğu How to Destroy Angels adlı grupla da deneysel elektronik müzik alanında önemli çalışmalar yapmıştır. Ancak, tüm bu başarılara rağmen, Reznor, Manson kadar ana akım bir tanınırlığa sahip değil. Bunun nedeni, Reznor'ın Manson'dan daha az tartışmalı bir figür olması ve müziğinin daha az erişilebilir olması olabilir. Manson'ın şok rock estetiği ve tartışmalı sözleri, medyada daha fazla yer bulmasına ve böylece daha geniş kitleler tarafından tanınmasına olanak sağlamıştır. Reznor'ın Hayatı ve Kariyeri Trent Reznor, 17 Mayıs 1965'te Pensilvanya, Mercer'da dünyaya geldi. Çocukluğunda piyano ve saksafon çalmayı öğrendi ve lise yıllarında müzikal tiyatroyla ilgilenmeye başladı. “ 1 ” Genç yaşta müzik teknolojisine ilgi duyan Reznor, üniversitede bilgisayar bilimleri okuduktan sonra müzik kariyerine odaklanmaya karar verdi. 1988 yılında Nine Inch Nails'i kuran Reznor, grubun ilk albümü "Pretty Hate Machine" ile büyük bir başarı elde etti. Albüm, endüstriyel rock, synth-pop ve elektronik müziği harmanlayan özgün tarzıyla dikkat çekti ve müzik eleştirmenlerinden olumlu eleştiriler aldı. “ 1 ” Nine Inch Nails, "The Downward Spiral" (1994), "The Fragile" (1999) ve "With Teeth" (2005) gibi sonraki albümleriyle de başarısını sürdürdü ve müzik dünyasında önemli bir yer edindi. Reznor, Nine Inch Nails'in yanı sıra, solo çalışmalar da yapmış ve film müzikleri alanında da önemli başarılara imza atmıştır. David Fincher ile "Sosyal Ağ" (2010), "Kayıp Kız" (2014), "Ejderha Dövmeli Kız" (2011) ve "Mank" (2020) gibi filmlerde yaptığı iş birlikleri, Reznor'a Altın Küre ve Grammy ödülleri kazandırmıştır. “ 2 ” Reznor ve Fincher İş Birliği Reznor'ın David Fincher ile olan uzun süreli işbirliği, her iki sanatçının kariyerine de önemli katkılarda bulunmuştur. Fincher'ın filmlerinin karanlık ve atmosferik dünyası, Reznor'ın endüstriyel ve elektronik müzik kökenleriyle mükemmel bir uyum sağlamıştır. “ 2 ” Reznor ve Ross, film müziklerinde geleneksel orkestra enstrümanlarını elektronik seslerle birleştirerek özgün ve etkileyici atmosferler yaratmışlardır. Bu iş birliği, Reznor'a film müziği alanında büyük bir saygınlık kazandırmış ve Nine Inch Nails hayranları dışında daha geniş bir kitleye ulaşmasını sağlamıştır. The Social Network Filminin Şarkı Listesi "The Social Network" filminin müzikleri Trent Reznor ve Atticus Ross tarafından bestelenmiştir. Film müziği albümü 28 Eylül 2010'da The Null Corporation aracılığıyla yayınlandı. “ 1 ” Albüm, En İyi Orijinal Müzik dalında Altın Küre Ödülü'nü kazandı. “ 1 ” 17 Eylül'de, albümden beş parçalık bir örnekleyici ücretsiz olarak yayınlandı. “ 1 ” Apple Music'e göre, "The Social Network" film müziği, filmin gerilim dolu atmosferini yansıtan tek nota piyano temaları ve titreşimli elektronik parçalar içeriyor. “ 3 ” "In Motion" adlı parça, teknoloji şirketlerinin programlama takıntılarını ve başarılarını yansıtırken, "A Familiar Taste" ise açgözlülük, yolsuzluk ve bencillik gibi temel dürtüleri kanalize ediyor. “ 3 ” İşte "The Social Network" filminin şarkı listesi: “ 1 ” "Hand Covers Bruise" "In Motion" "A Familiar Taste" "It Catches Up with You" "Intriguing Possibilities" "Painted Sun in Abstract" "3:14 Every Night" "Pieces Form the Whole" "Carbon Prevails" "Eventually We Find Our Way" "Penetration" "In the Hall of the Mountain King" (Edvard Grieg) "On We March" "Magnetic" "Almost Home" "Hand Covers Bruise, Reprise" "Complication with Optimistic Outcome" "The Gentle Hum of Anxiety" Diğer Filmler Hakkında Detaylı Yazılar Gone Girl "Gone... source "What Have We Done to Each Other?" "Sugar Storm" "Empty Places" "With Suspicion" "Just Like You" "Appearances" "Clue One" "Clue Two" "Background Noise" "Procedural" "Something Disposable" "Like Home" "Empty Places (Reprise)" "The Way He Looks at Me" "Technically, Missing" "Secrets" "Perpetual" "Strange Activities" "Still Gone" "A Reflection" "Consummation" "Sugar Storm (Reprise)" "What Will We Do?" "At Risk" Bu şarkı listesine ek olarak, genişletilmiş bir "Gone Girl" film müziği versiyonu da mevcuttur. Bu versiyon, "Just Like You (Extended)", "Appearances (Extended)" ve "I Need to Be Punished" gibi ek parçalar ve alternatif versiyonlar içeriyor. “ 7 ” Genişletilmiş film müziğine erişmek için internet üzerinden arama yapabilir veya online müzik platformlarında arayabilirsiniz. The Girl with the Dragon Tattoo "Ejderha Dövmeli Kız" filminin müzikleri yine Trent Reznor ve Atticus Ross ikilisi tarafından bestelenmiştir. Albüm 9 Aralık 2011'de ABD'de The Null Corporation ve Kuzey Amerika dışında Mute Records aracılığıyla yayınlandı. “ 8 ” Albüm, Görsel Medya için En İyi Film Müziği dalında Grammy Ödülü'nü kazandı. “ 8 ” "Ejderha Dövmeli Kız" film müziği albümünde yer alan şarkılardan bazıları şunlardır: “ 8 ” "Immigrant Song" (Karen O ile) "She Reminds Me of You" "People Lie All the Time" "Pinned and Mounted" "Perihelion" "What If We Could?" "With the Flies" "Hidden in Snow" "A Thousand Details" "One Particular Moment" "I Can't Take It Anymore" "How Brittle the Bones" "Another Way of Caring" "A Viable Construct" "Revealed in the Thaw" "Millennia" "We Could Wait Forever" "Oraculum" "Great Bird of Prey" "The Heretics" "A Pair of Doves" "Infiltrator" "The Sound of Forgetting" "Of Secrets" Filmde kullanılan ancak film müziği albümünde yer almayan bazı şarkılar da vardır. Bu şarkılar arasında Khoma'dan "The Guillotine", Mel Tormé'den "The Christmas Waltz", Sir Edward Elgar'dan "Lux Aeterna", Ulver'dan "In the Red", Shena'dan "Electrosexual", Enya'dan "Orinoco Flow", How to Destroy Angels'dan "Is Your Love Strong Enough?" ve diğerleri bulunmaktadır. “ 9 ” Bu şarkılar, filmin farklı sahnelerinde atmosfer yaratmak ve karakterlerin duygusal durumlarını yansıtmak için kullanılmıştır. Örneğin, "Is Your Love Strong Enough?" şarkısı, filmin sonunda Lisbeth Salander'ın Mikael Blomkvist'e olan karmaşık duygularını ifade etmek için kullanılmıştır. Mank "Mank" filminin müzikleri de Trent Reznor ve Atticus Ross tarafından bestelenmiştir. Bu, Reznor ve Ross'un "Sosyal Ağ" (2010), "Ejderha Dövmeli Kız" (2011) ve "Kayıp Kız" (2014) filmlerinden sonra David Fincher ile dördüncü iş birliğidir. “ 2 ” Film müziği albümü 4 Aralık 2020'de The Null Corporation etiketiyle yayınlandı. “ 2 ” Reznor ve Ross, synth ağırlıklı stillerinin aksine, 1930'lar ve 40'lardan kalma döneme özgü enstrümanlar kullandılar. “ 2 ” Albüm, 1940'ların Orkestra, Big Band ve Foxtrot müziklerini anımsatan bir tarzda bestelenmiştir. “ 10 ” Albümün fiziksel versiyonu, deluxe bir kutuda 3xLP olarak basılmıştır. “ 10 ” "Mank" film müziği albümünde yer alan şarkılardan bazıları şunlardır: “ 2 ” "Welcome to Victorville" "Trapped!" "All This Time" "Enter Menace" "First Dictation" "A Fool's Paradise" "Once More Unto the Breach" "About Something" "Glendale Station" "What's at Stake?" "Every Thing You Do" "Cowboys and Indians" "Presumed Lost" "(If Only You Could) Save Me" "Means of Escape" "All This Time (A White Parasol)" "M.G.M." "A Respectable Bribe" "I, Governor of California" "A Leaden Silence" "San Simeon Waltz" "Time Running Out" "Mank-heim" "Lend Me a Buck?" "You Wanted to See Me?" "In Your Arms Again" "The Dark Night of the Soul" "Clouds Gather" "Way Back When" "An Idea Takes Hold" "Marion's Exit" "Absolution" "Scenes from Election Night" "Election Night-mare" "All This Time (Dance Interrupted)" "All This Time (Victorious)" "I'm Eve" "A Rare Bird" "Look at What We Did" "Menace Returns" "Forgive Me" "Final Regards" "Where Else Would I Be?" "The Organ Grinder" "All This Time (Not No More)" "Costume Party" "Dulcinea" "Shoot-out at the OK Corral" "The Organ Grinder's Monkey" "The Act of Purging Violence" "All This Time (Happily Ever After)" "A Rare Bird (Reprise)" Reznor ve Manson: Tanınırlık Farkı Reznor ve Manson'ın tanınırlığı arasındaki farkın altında yatan nedenler, müzikallerinin stillerindeki, imajlarındaki ve kariyer yollarındaki farklılıklardan kaynaklanmaktadır. Manson, şok rock estetiği ve tartışmalı sözleriyle bilinçli olarak medyanın dikkatini çekmeyi başarmıştır. “ 1 ” Öte yandan, Reznor, müziğine odaklanmış ve daha içe dönük bir imaj sergilemiştir. Bu farklı yaklaşımlar, iki sanatçının kamuoyunda algılanışını ve tanınırlık düzeylerini etkilemiştir. Trent Reznor, müzik endüstrisinde önemli bir figür ve saygın bir sanatçıdır. Nine Inch Nails ile endüstriyel rock müziğine yaptığı katkılar ve David Fincher filmleri için bestelediği etkileyici film müzikleri ile tanınmaktadır. “ 1 ” Reznor'ın müzikal dehası ve yenilikçi yaklaşımı, onu müzik tarihinin en önemli figürlerinden biri yapmaktadır. Her ne kadar Marilyn Manson kadar geniş kitleler tarafından tanınmasa da, Reznor'ın müziği ve sanatsal mirası gelecek nesilleri etkilemeye devam edecektir. Reznor'ın müzik ve film endüstrilerindeki çalışmalarına nasıl devam edeceği merak konusu olmakla birlikte, gelecekte de yeni ve heyecan verici projelerle karşımıza çıkması beklenmektedir.

  • 2025'in En İyi Filmleri: Yeni Vizyon Filmleri, Süper Kahraman ve Aksiyon Bombası Yapımlar!

    2025 yılı sinemaseverler için adeta bir ziyafet şöleni olacak! Gişe rekorları kırmaya aday süper kahraman filmlerinden, usta yönetmenlerin merakla beklenen yapımlarına, animasyonlardan yerli yapımlara kadar dopdolu bir takvim bizleri bekliyor. Bu blog yazımızda, 2025'te vizyona girecek en heyecan verici filmleri tüm detayları ve önemleriyle birlikte inceleyeceğiz. Hazır olun, sinema keyfi doruklara çıkıyor! Görsel Şölen ve Büyük Bütçeli Yapımlar: Avatar 3 (Avatar: Fire and Ash):  James Cameron'ın Pandora evreninde geçen epik macerası devam ediyor. Görsel efektler ve sürükleyici hikayesiyle sinema tarihine bir kez daha damga vurması beklenen Avatar 3, 2025'in en çok konuşulacak filmlerinden biri olacak. (Tahmini Vizyon Tarihi: Aralık 2025) Jurassic World: Rebirth:  Dinozorların dünyasına geri dönüyoruz! Jurassic World serisine yeni bir soluk getirecek bu film, yepyeni karakterler ve heyecan dolu maceralar sunacak. (Tahmini Vizyon Tarihi: Belirsiz) Süper Kahramanlar Evreni Genişliyor: Superman:  DC Evreni'nin yeniden doğuşu! Yeni Superman filmi, süper kahraman mitosuna taze bir bakış açısı getirecek. Bu film, DC hayranları için kaçırılmaması gereken bir yapım. (Tahmini Vizyon Tarihi: Temmuz 2025) Fantastik Dörtlü:  Marvel Sinematik Evreni'nin merakla beklenen yeni üyesi! Fantastik Dörtlü'nün MCU'daki ilk macerası, süper kahraman sinemasında yeni bir sayfa açabilir. (Tahmini Vizyon Tarihi: Mayıs 2025) Kaptan Amerika: Cesur Yeni Dünya:  Sam Wilson'ın Kaptan Amerika olarak ilk solo filmi! Marvel evrenindeki dengeleri değiştirecek bu yapım, süper kahraman aksiyonunu sevenler için ideal. (Tahmini Vizyon Tarihi: Şubat 2025) Thunderbolts:  Kötü karakterlerden oluşan bir süper kahraman takımı! Marvel'ın farklı bir yaklaşım sunan bu filmi, sürprizlerle dolu olacak gibi görünüyor. (Tahmini Vizyon Tarihi: Temmuz 2025) Usta Yönetmenlerden Unutulmaz Yapımlar: Mickey 17:  Oscar ödüllü yönetmen Bong Joon-ho'nun (Parazit) yeni filmi! Bilim kurgu ve kara mizahı harmanlayan bu yapım, sinema dünyasında büyük yankı uyandıracak. (Tahmini Vizyon Tarihi: Mart 2025) Aksiyon ve Gerilim Tutkunlarına: Görevimiz Tehlike - Ölümcül Hesaplaşma İkinci Bölüm:  Tom Cruise'un ikonik serisi hız kesmiyor! Aksiyon sahneleri ve nefes kesen hikayesiyle bu film, yine büyük bir ilgi görecek. (Tahmini Vizyon Tarihi: Mayıs 2025) Animasyon ve Aile Filmleri: Kirpi Sonic 3:  Sevilen video oyunu karakteri Sonic'in sinemadaki maceraları devam ediyor! Ailece keyifli bir seyirlik arayanlar için ideal. (Tahmini Vizyon Tarihi: Aralık 2025) Yerli Sinemamızdan Seçkiler: Kardeş Takımı 2:  İlk filmin başarısının ardından gelen bu devam filmi, yerli komedi sevenleri güldürmeye geliyor. (Tahmini Vizyon Tarihi: Ocak 2025) Karantina:  Dram ve romantik türlerini harmanlayan bu yerli yapım, etkileyici bir hikaye anlatmayı hedefliyor. (Tahmini Vizyon Tarihi: Ocak 2025) Şampiyonlar:  Aile ve komedi türündeki bu film, geniş bir izleyici kitlesine hitap etmeyi amaçlıyor. (Tahmini Vizyon Tarihi: Ocak 2025)

  • Joker: Folie à Deux Gişede Çakıldı! DC Evreninde Yeni Bir Başarısızlık mı?

    "Joker: Folie à Deux"un gişe performansı beklentilerin çok altında kaldı. Öyle ki, DC evreninin en başarısız yapımları arasında sayılan 10 film bile "Joker 2"den daha fazla hasılat elde etmeyi başardı. "Joker: Folie à Deux", vizyona girdiği andan itibaren tartışmalara yol açtı. Beklentilerin aksine gişede büyük bir hayal kırıklığı yaratan film, kötü şöhretli 10 DC filminin bile gerisinde kaldı. Oysa 2019'da vizyona giren "Joker", tüm zamanların en çok hasılat yapan yetişkinlere yönelik filmi olarak rekorları altüst etmişti (bu rekor beş yıl sonra "Deadpool & Wolverine" tarafından kırılacaktı). "Joker: Folie à Deux" ise bu başarıyı yakalayamadı. İlk filmin bazı hayranları, Arthur Fleck'in hikayesinin bu şekilde sonlandırılmasından hoşlanmazken, bazıları da müzikal sahneleri ve filmin temposunu eleştirdi. Hasılatlar Sonuç olarak "Joker: Folie à Deux", en düşük puan alan DC filmleri arasında yerini aldı. Tabii ki 1997 yapımı "Steel" ve 2004 yapımı "Catwoman" gibi yapımların yanına yaklaşamadı. Bu filmler, hem eleştirmenlerden kötü not almış hem de gişede sınıfta kalmıştı ("Steel" 1.686.429 dolar, "Catwoman" ise 82.078.046 dolar hasılat elde edebilmişti). Ne yazık ki "Joker: Folie à Deux" için durum daha da vahim. Gişede daha düşük puan alan bazı DC filmleri bile ondan daha fazla hasılat elde etmeyi başardı. Joker, Folie à Deux, gişe, hasılat, başarısızlık, rekor, DC, filmler, evren, süper kahramanla r

  • 2024 Yılının En İyi Filmleri (IMDB Puanlarına Göre Sıralı)

    2024: Sinemanın Doruk Noktasına Ulaştığı Bir Yıl 2024 yılı, sinemaseverler için adeta bir şölen oldu. Gişe rekorları kıran dev yapımlar, bağımsız sinemanın özgün örnekleri, animasyon harikaları ve daha niceleri... Bu yıl, her zevke hitap eden bir film mutlaka vardı. Gelin, IMDB puanlarına göre sıralayarak, 2024 yılının en iyi filmlerine daha yakından bakalım: 1. Dune: Part Two (IMDB: 8.5) Denis Villeneuve'ün yönettiği bu epik bilim kurgu filmi, yılın en çok konuşulan yapımlarından biri oldu. Frank Herbert'ın kült romanının ikinci bölümünü beyaz perdeye taşıyan film, görsel efektleri, sürükleyici hikayesi ve güçlü oyuncu kadrosuyla (Timothée Chalamet, Zendaya, Rebecca Ferguson) izleyicileri büyüledi. Çöl gezegeni Arrakis'in mistik atmosferi, entrikalarla dolu siyasi oyunlar ve destansı savaş sahneleri, izleyicileri koltuğa mıhlayan bir deneyim sunuyor. 2. Spider-Man: Across the Spider-Verse (IMDB: 8.4) Animasyon dünyasının son yıllardaki en büyük başarılarından biri olan "Spider-Man: Into the Spider-Verse"ün devam filmi, yine beklentileri karşılamayı başardı. Miles Morales'in Örümcek Adam evreninde yaşadığı yeni maceraları anlatan film, çarpıcı animasyonları, yaratıcı hikaye anlatımı ve güçlü karakterleriyle hem çocukların hem de yetişkinlerin kalbini kazandı. 3. The Zone of Interest (IMDB: 7.8) Jonathan Glazer'in yönettiği bu tarihi drama, yılın en etkileyici ve düşündürücü filmlerinden biri. Auschwitz komutanı Rudolf Höss ve ailesinin, toplama kampının hemen yanında sıradan bir hayat yaşamaya çalışmalarını konu alan film, insan doğasının karanlık yüzüne ve kötülüğün sıradanlaşmasına dair rahatsız edici bir portre çiziyor. 4. Mission: Impossible - Dead Reckoning Part One (IMDB: 7.9) Tom Cruise, Ethan Hunt rolüyle yine sınırları zorluyor! Aksiyon sinemasının en sevilen serilerinden biri olan Mission: Impossible, bu filmle de nefes kesen bir maceraya imza atıyor. Dünyayı tehdit eden yeni bir silahı ele geçirmek için tehlikeli bir görev üstlenen Hunt ve IMF ekibi, izleyicilere yine aksiyon dolu anlar yaşatıyor. 5. John Wick: Chapter 4 (IMDB: 7.8) Keanu Reeves'in canlandırdığı efsanevi suikastçı John Wick, bu filmde de karşımıza çıkıyor. Yüksek Şura'dan kaçmak ve özgürlüğüne kavuşmak için yeni düşmanlarla mücadele eden Wick, dövüş sahneleri ve etkileyici aksiyon koreografisiyle yine göz dolduruyor. 6. Poor Things (IMDB: 7.7) Yorgos Lanthimos'un kendine özgü tarzıyla yönettiği bu fantastik film, yılın en sıra dışı yapımlarından biri. Genç bir kadının beyninin bebeğinin beyniyle değiştirilmesi sonucu yaşadığı deneyimi konu alan film, absürt komedi ve dramı harmanlayarak izleyicilere farklı bir sinema deneyimi sunuyor. 7. The Killer (IMDB: 7.3) David Fincher'ın usta yönetmenliğinde çekilen bu gerilim filmi, Michael Fassbender'ın etkileyici performansıyla dikkat çekiyor. Soğukkanlı bir suikastçıyı canlandıran Fassbender, karakterin iç dünyasını ve yaşadığı dönüşümü başarıyla yansıtıyor. 8. Barbie (IMDB: 7.1) Greta Gerwig'in yönettiği bu fantastik komedi, Barbie'nin gerçek dünyaya gelerek kendini keşfetme yolculuğunu eğlenceli bir dille anlatıyor. Margot Robbie'nin Barbie rolündeki performansı ve filmin feminist alt metni, izleyicilerden büyük beğeni topladı. 9. Asteroid City (IMDB: 7.1) Wes Anderson sinemasının tüm özelliklerini taşıyan bu film, 1955 yılında bir gökbilim yarışması için bir araya gelen bir grup öğrenci ve ebeveynin hikayesini konu alıyor. Anderson'ın kendine özgü mizah anlayışı, pastel tonlardaki renk paleti ve simetrik kadrajları, izleyicileri yine büyülemeyi başarıyor. 10. M3GAN (IMDB: 6.4) Yapay zekaya sahip bir oyuncak bebeğin kontrolden çıkmasını anlatan bu film, bilim kurgu ve korku türlerini bir araya getirerek izleyicilere gerilim dolu anlar yaşatıyor. M3GAN karakterinin ürkütücü tasarımı ve başarılı görsel efektler, filmin en dikkat çekici yanları arasında. 11. The Exorcist (IMDB: 6.0) Korku sinemasının kült filmlerinden biri olan "The Exorcist"in devamı niteliğindeki bu yapım, şeytani güçlerle mücadele eden bir ailenin hikayesini anlatıyor. Film, gerilim dolu sahneleri ve atmosferiyle izleyicileri korkutmayı başarıyor. 2024 Yılında Sinema Keyfi Bu listede yer alan filmler, 2024 yılının sinemasal zenginliğini gözler önüne seriyor. Her biri farklı bir deneyim sunan bu yapımlar, sinemaseverlere unutulmaz anlar yaşatacak. Siz de bu filmleri izleyerek, sinemanın büyülü dünyasına kendinizi kaptırabilirsiniz.

  • The Room Next Door (Yandaki Oda): Almodóvar’ın Ölümlülük ve Dostluk Üzerine Zarif Keşfi

    Film, bu yaz Venedik Film Festivali’nde Pedro Almodóvar’a Altın Aslan kazandırdığında, üç çeşit şaşırmış eleştirmen vardı. Bazıları ödülün, Almodóvar’ın ilk büyük Avrupa Festivali Ödülü olmasına şaşırdı; bazıları, filmin nihayet ödül kazanmaya layık olan bir Almodóvar filmi olduğunu söyledi; bir de Almodóvar’ın bu filmle herhangi bir şey kazanmış olmasına şaşıranlar oldu. Ben filmi büyük bir Almodóvar hayranı olarak, Onun son zamanlarda yaptığı her şey kadar abartılı, ilgi çekici ve hayatın içinden buldum. 74 yaşındaki Almodóvar bir kaderci değil ancak filmlerini giderek ölüm ve derin bağlar üzerine işlemeye başladı ve her zamanki gibi bunu da fazlasıyla dengeli yapıyor çünkü bu durum onu karamsar bir sanatçı haline getirmiyor. Ölümü boynuzlarından yakalayan ve gözlerinin içine bakan Almodóvar'ın, lirik ve dokunaklı bir iş yaptığını ve bunu çok başarılı şekilde yaptığını savunuyorum.   Almodóvar'ın kendisi tarafından senaryosu yazılan ve Sigrid Nunez’in “What Are you Going Through” adlı romanından uyarlanan ilk İngilizce uzun metrajlı filmi The Room Next Door (Yandaki Oda) , ABD’de geçmesine rağmen bazı sahneleri İspanya’daki set ve mekanlarda çekildi. Bu nedenle İngilizce dilindeki yenilik, bazıları için Almodóvar'ın alışılmış üslubunun dışında gelebilir ve diyalogları sahte gösterebilir. Zira ben de filmin ilk yarısındaki bazı diyalogları yer yer zorlama ve yapay buldum ancak filmin ikinci yarısında bu durumun kırıldığını ve oyuncuların da film akışına kendilerini daha olağan şekilde entegre ettiklerini açıkça görmek mümkün. Film, biçim olarak oldukça basit ve her ikisi de 60’lı yaşlarının başında olan ve uzun zamandır arkadaş olan ancak birbirlerini görmeyen iki kadının yeniden inşa ettikleri dostluk merkezinde şekilleniyor. Julianne Moore’un canlandırdığı Ingrid, yıllardır iletişim kurmadığı eski bir arkadaşının kanserle mücadele ettiği haberini alan çok satan bir yazarı canlandırırken, Tilda Swinton ise New York Times’ın dünya çapında ünlü eski bir savaş muhabiri olan Martha rolünü canlandırıyor. Ingrid’in, Martha’nın hastanede kanserle mücadele ettiğini öğrenmesiyle iki arkadaş yeniden bir araya gelir ve ölümün gölgesi, yeniden alevlenen dostluklarına zenginlik katar. Bu arkadaşlık, Martha’ya kendi ölümüyle ilgili uzun zamandır planladığı bir fikri, Ingrid ile paylaşma cesareti verir. Kendisinin yasal olmayan özel bir ötenazi hapıyla intiharı sırasında Ingrid’den de yan odada olmasını talep eder. Ingrid, derinlerde mücadele ettiği ölüm korkusu nedeniyle başta buna karşı çıksa da nihayetinde Martha ile beraber olmayı kabul eder ve iki arkadaş şehirden uzakta bir evde, sakin bir “tatile” çıkarlar. Almodóvar, bu kaçamak hakkında ve sırasında, sonuna kadar ne düşünürsek düşünmemize izin verir ve her halükârda ölüm felsefesini farklı bir pencereden ele almayı başarır. Ayrıca Almodóvar için bu, yalnızca hasta bir kişinin trajedisi meselesi de değil. Polisin düzenlemeye tepkisini, yasanın onurlu bir şekilde ölmeye yönelik müdahalesini vurguluyor ve yönetmenin ötenazi haklarını destekleme konusundaki açıklığını da ortaya seriyor. The Room Next Door’da Almodóvar'ın renk paletlerini yine fazlasıyla görüyoruz ve görüntü yönetmeni Eduard Grau’nun da işçiliğiyle aslında teması karanlık olan bu filmi, müthiş bir canlılıkta izliyoruz. Özellikle karakterlerin NY, Woodstock yakınlarındaki taşrada bulunan gösterişli ve modernist kiralık eve taşındıkları sahnelerde gözlerim Almodóvar'ın renkleriyle bayram etti. Bu canlılığın yanı sıra bir de işin içerisinde Tilda Swinton’ın David Bowie’nin aristokrat elf uzaylı kardeşini andıran o solgun ve ciddi yüzü ve aurası var. Sanki o yüzü kendimizinmiş gibi tanıyor ve hissediyoruz. Bu nedenle Swinton’ın yüzü, sözleriyle birlikte müthiş bir sorgulama aracı haline geliyor ve Martha’yı kendini tanıyan ve ne istediğini bilen, ancak keşfedilmemiş topraklara inmiş ayakları yere basan hisli bir kadın yapıyor. Film tamamen ölümle ilgili ancak Swinton’ın güçlü performansıyla film bir yandan da yaşamdan yana bir duruş sergiliyor. The Room Next Door bana kalırsa fazlasıyla Almodóvari bir film. Aslında film fazlasıyla gerçek olan bir konuyu, ölümü ele alıyor ancak bir taraftan da tamamen gerçekçi olmayan, insanların ve yerlerin düşsel küratörlüğünü barındırıyor.

  • Interstellar ismi neden bu yazıyı okumanız için yeterli bir sebep?

    Hiç olmadık bir yerden bu on yıllık filmin neden aniden sayfada belirmiş olmasını kendi kendinize soruyor olabilirsiniz, özel bir nedeni yok; sadece geçen hafta tekrar izledikten sonra bu filmin bana yaşattığı bazı aydınlanmaları ve kazandırdığı bazı yeni fikirleri paylaşmak istiyorum. Öyledir ki büyük yönetmenlerin, büyük yazarların çıkardığı büyük filmler, kitleleri ve bireyleri karakteristik özelliklerine göre farklı farklı etkileyebileceği için Interstellar kadar duygu yoğunluğu fazla olan filmlerin; yer, zaman ya da mekân fark etmeksizin biz izleyenlere yeni bir perspektif katabilme nitelikleri olduğundan hayatımızda birden belirip ilgi odağımızın merkezine oturma lüksüne sahip olduklarına inanıyorum ve konuşmaya başlıyorum.  Öncelikle, Interstellar, benim için pek çok sebepten izlemesi kolay bir film değil; çünkü bu film 2 saat 46 dakika boyunca bünyeye yüklenen saf bir kasvet dalgası. Filmi istediğiniz kadar izleyin, ancak söz konusu kasvet unsurunun, izleyeni kıskacı içine alması tesadüf değil ve bu iki psikolojik başlık altında izleyene hissettirilen kasveti toplayabiliriz diye düşünüyorum;    Senaryonun Psikolojik Etkileri:    Öncelikle filmin giriş kısmının tamamının geçtiği dünyanın kaderi, filmin ilk karesinde Murph’ün rafları üzerine düşen toz taneleri ile aslında kıyamet sonrasını anlatmayan bu hikâyede, rafların üzerine düşen tozlardan ‘’terk edilmiş’’ hissiyatını içimize işleyerek dünyanın kaderinin aslında çoktan belli olduğunu hafiften bize çıtlatıyordu.   Filmin giriş kısmı bitip gelişme kısmına geçtiğimizde yazarın, biz izleyenin aklında yer etmesini istediği iki soru vardı: Ana karakter kızı ile tekrar buluşabilecek mi? Ve acaba Endurance ekibi dünyayı kurtarabilecek mi? Filmin olay örgüsü bu iki ana örgü üzerinden kurulurken gerek ana karakter grubunun çıktığı görevin zorluğu gerek dünyada geçen süre içinde dünyanın aldığı haller, filmin 2,30 saat boyunca uzayın sonsuz ve ölümcül karanlığı içinde insanlığa ve insanlara umut arayan ana karakter grubunun her bir adımı başlarına gelen felaketler ufak ufak biz izleyenin umudunu bilinçlice sömürüyor.   Anlamanızı istiyorum ki Interstellar dünyası, bir uzaylı ırk tarafından tehdit edilmiyor, açlık ve havadaki kirlilik ile tehdit ediliyor. Sadece bu unsur bile bizim gerçek hayatta yaşayamayacağımız bir senaryo olmaya çok uzak değil. Ben bu seçimin izleyenin hem dünyaya hem de gerçekliğe çağrışımda bulunarak daha iyi empati kurabilmesi için bile isteye yapılmış bir tercih olduğunu düşünüyorum.   Böylece senaryonun ilerleyen aşamalarında Endurance ekibinin yaşadığı irili ufaklı talihsizlikler ile kaybettikleri her şey karşısında, biz izleyenlerin daha mantıktan uzak ve duygusal şekillerde tepki gösterebilmemiz, yani filme daha sıkı kendimizi kaptırabilmemiz için bir davet olduğunu düşünüyorum.  Hiçbirimiz bu sahnede mantıklı düşünemiyordur bence   Sanat Dizaynının Psikolojik Etkileri:   Elbette insanın içinde yer eden her korkunun ateşi farklı şekillerde harlanır. Kişinin korkusunun niteliğine göre belirsizlik ya da aşırı belirginlik, korkunun harekete geçirdiği adrenalin bezlerimizin ekstra çalışmasına sebep olur. Bu dediğimi aklınızda tutun.  Interstellar dünyası, bir bilim kurgu gerçekliğinde olmasına rağmen teknolojik olarak bizim dünyamızın asırlar ötesinde bir teknolojiye sahip olamaması, tehditlerin belirginliği ve toplumlar üzerindeki sosyolojik yansımaları (askeriye kavramının olmaması) ile biz izleyene çok net bir resim çiziyor. Bizlere çizilen bu resmin son derece keskin detaylar ile belirgin olması, zaten bizim dünyamıza benzeyen bu dünyanın ‘’Acaba kaderi de birbirine benzer mi?’’ sorusunu kendi kendimize sormamız yönünde bizi manipüle ediyor. Çok felsefik olmak istemem ama dünyamızın varlığı bir algı değil, bir olgu dolayısıyla her canlı organizma gibi dünyamızın üzerindeki hayatın bir gün yitecek olması da bir olgu. Gerçekliğinin kuşkusuz olduğu ve tek belirsizliğin ‘’ne zaman?’’ ve ‘’nasıl?’’ olduğu bir olayın, gerçeklik algımızla paralel giden net tasviri korkularımızın ateşini harlayan aşırı belirginlik unsurunu kullanır.  İşin uzay kısmına dönüş yaptığımızda ise ucu bucağı belli olmayan sonsuz ve ölümcül karanlığın içinde kim veya ne tarafından konulduğu belli olmayan bir hem dünyadan hem de uzaydan insanlığı yönlendirmesi, ekibin ise ne ile karşılaşacağı belli olmadan yarı kör bir şekilde kısıtlı kaynaklar ile önlerine ne çıkacağı belli olmadan görevlerine devam etmek zorunda olmaları, dünyadaki durumların nasıl olduğunu bilen bizleri şunu düşünmemiz için manipüle ediyor: ‘’Önlerine çıkacak olan sonsuz belirsizlik içinden başarıyı bulamazlarsa dünyayı korkunç bir son bekliyor olacak.’’ Sonsuz belirsizlik, sonsuz kötülük demek değildir ama biz biliyoruz ki sonsuz belirsizlik içindeki sonsuz iyi ihtimalin başarısızlığa ermesi 2,5 metre kalınlığındaki Endurance uzay istasyonunun dış duvarının hemen ardında tüm korkunçluğu ile onları bekliyor olacaktı.   Dünyadaki durumun aşırı belirginliği, gün ışığı altındaki tüm çıplaklığıyla ortada iken insanlığın umutlarını emanet ettiği Endurance ekibi, onları saniyeler içerisinde öldürebilecek sonsuz belirsizliğin içinde insanlığın geleceğini arıyor.  Romilly: Kafama takılıyor Cooper, bu- bu milimetrelik alüminyum burada ve o kadar. Onun ardında orada milyonlarca mil boyunca süren boşluk bizi saniyeler içerisinde öldürebiliyor.  Korkularımızın ateşini harlayan iki unsur, aşırı belirginlik ve belirsizlik, siyah ve beyaz ile net bir şekilde ayrılmış halde iken birbirlerini tamamlayan bir birliktelik ile filmi izleyen bizlerin, film içerisindeki insanlık için duyduğumuz umut duygusunu paramparça ediyor.    Çıkarılması Gerekilen Psikolojik Mesaj:   Umutsuzluğun, psikolojik manipülasyonlar ile filmin sonunu bile bilen seyircilerin içine ince işlenip sık dokulduğunu söyledim ancak bu filmin ana fikri bizi parçalamak değil, parçaladıktan sonra daha güçlü bir şekilde geri birleştirmek. Bu fikir de aslında filmde uzaya gönderilen iki ekibin isminde gizli; Lazarus, ölümden geri dönmek demek – Endurance, direnç demek.   Lazarus ekibi, Profesör Brand’in talebi üzerine hiçbir şekilde ailesi veya dünyaya karşı maddi, manevi bağı olmayan insanlardan kurulmuş yani dünya üzerindeki eksiklikleri, profesyonel ilişkileri olan insanlar dışında kimseler tarafından fark edilmeyecek insanlardan kurulmuştu. Filmin içerisindeki iki makine olan TARS ve CASE, uzay görevlerine ‘’Neden sadece robotlar gitmiyor?’’ şeklinde bir soru yöneltildiğinde, Cooper ‘’Ölüm korkuları veya hiçbir türlü bir manevi bağları olmadıkları için kriz durumları içinden kendilerini çıkarmak için gerekli motivasyonu kendilerine uyduramayacakları için, görevlerde insanlar şart koşulmuş’’ şeklinde cevap veriyordu Cooper. Ekip lideri olan Doktor Mann, göreve çıkarken ölmeye hazır gittiğini söylemişti, kendisi Endurance ekibi ile buluştuktan sonra, Cooper’ın sahip olduğu ailesi ile ne kadar şanslı olduğunu söyleyerek aslında yaşamaya olan bağlılığı, görevi tehlikeye atacak, insanlığı yok edecek kadar aklını yitirmesine sebep olmuştu. Yani Lazarus ekibi, ya robotlaştırılmış, duygularından arındırılmış oldukları için hayata tutunup, başarılı olacak motivasyonu bulamadılar ya da ölümden dönmekle o kadar kafayı bozdular ki görevi umursamayıp eve geri dönmek pahasına görevi, dolayısıyla insanlığı yok etmeyi göze alacak kadar kafayı yiyip başarısız oldular.  Endurance ise Lazarus’un aksine ölümü, denkleme hiç dahil etmeden, elde olan tek hayatları ile sonuna kadar direnip başarılı olmaya odaklanmıştı.   Gelin filmin geri kalanında görev boyunca Endurance ekibinin sürekli olarak başlarına gelen felaketlere göz atalım;  1- İlk gittikleri gezegen, dev bir okyanus yatağıdır, burada bir ekip üyeleri ölür ve 23 yıl zaman kaybederler.  2- İkinci gittikleri gezegenin havası zehirli, iklimi bozuktur. İki üye burada ölür, yakıtları tükenme noktasına gelir ve Doktor Mann’in ihaneti ile Endurance ciddi zarar görür.  3-  Profesör Brand’in B planı ve dünyadaki insanların kurtuluşa hakkında yalan söylemesi ile ana karakterin ailesini bir daha görebileceğine yönelik planlarının tehlikeye girmesi.  4- Üçüncü gezegene giderken iki yan mekik içinde olan TARS ve Cooper’ın kendilerini Endurance için feda edip ikisinin de kara delik içine çekilip mekiklerinin parçalanması.  Cooper’ın kara delik içine çekilmesi, kendisi için kesin ölüm anlamı ifade etse de umutların tam yittiği anda Murph’ün odası ile birleşen zaman odasına düşebilmiş ve bu sayede insanlığı kurtarabilmiştir. "Gecenin en karanlık anı, şafak sökmeden az önceki zamandır." Demiş Victor Hugo. Kara delik, evren adı verdiğimiz bu sonsuz uzay içerisindeki en karanlık varlıklardan biridir lakin insanlık için ışık, bu derin karanlığın içinden gelmiştir ‘’öldü’’ denilen noktada hayata tutunmuş ve yaşamayı başarmıştır, bir nevi Lazarus ’u bize göstermiştir ama en karanlık anda bile Direnç  gösterip, Endurance isminin de hakkını vermiştir.  Lazarus , Endurance  sayesinde gerçekleşmiştir.  Hatta Profesör Brand’in film içerisinde sıkça söylediği  Do Not Go Gentle Into That Good Night  şiiri içindeki: ''Do Not Go Gentle Into That Good Night   '' Old age should burn and rave at close of day; Rage, rage against the dying of the light.   ' 'O iyi geceye gitme nezaketle'' Eski çağ günün bitişinde yanmalı delirmelerle; Öfke, öfke gösterilmeli ışıkların ölümüne. Işığın ölümüne karşı vurgulanan öfke duygusu, direnç ve istikrar benzetmesidir. Öyle ki film boyu karakter grubunun uzayda olması ve uzayın sonsuz boşluk ve karanlık olması da izleyenin kasveti artması için direkt bir gece benzetmesidir.    Sonu   Filmin geçtiği dört lokasyonun arasındaki bu ilişkiyi fark edebilmiş miydiniz peki?  Dünya,  film içerisindeki belgeselde bulunan monologlarda yaşlıların dediği gibi ‘’Toprak yıllardır bize ömür vermiştir lakin artık bizi öldürüyordur’’. Dolayısıyla dünyamız,  toprağı temsil ediyor  ayrıca dünya, İngilizce ‘’Earth’’ demektir ve Earth kelimesi toprak demektir.  Dr. Miller’ın gezegeni  dev bir okyanus yatağıdır, havası solunabilir bir haldedir ama yaşanamayacak kadar okyanus olduğu için  suyu temsil eder .  Dr. Mann’in gezegeni  soğuktur, havası solunamaz bu sebeple yaşanamaz haldedir, havayı temsil eder .  Endurance uzay istasyonu , karakterlerin film boyu içinde olduğu uzay istasyonudur. Hem Cooper’ın Murph’e olan sevgisi hem de Dr. Brand’in önce babasına sonra da Dr. Wolf Edmunds’a olan aşkı ateşi temsil eder. Aşk için başka elementler de benzetilebilir ama bilin ki aşk, kalp ritmini hızlandırır, kan dolaşımını arttırır ve tüm bunlarla vücut ısısı artar, keza farklı farklı toplumların hem genel hem de popüler kültürlerinde defalarca kez aşk için yanmak gibi benzetmeler yapılmıştır ve hala yapılır. Endurance ateşi temsil eder .  Wolf Edmunds’ın gezegeni  ise işlevsel olan gezegen olarak dört elementin tamamını sağlıklı bir şekilde barındırabilecek tek gezegendir bu sebeple dört elementin tamamını yani hayatı temsil eder .  Dr. Brand’in, aşk kavramının bilimin ötesine geçebilecek bir anomali olması hakkında yapmış olduğu konuşma bilimden ziyade ruhsal çerçeve içerisinde değer bulacak bir monolog da bulunması, filmin yönetmeni Cristopher Nolan ve yazarı Jonathan Nolan gibi bilim ile içli dışlı olan bir kitleden karşılık bulacak bir anlayış olmadığı için izleyenler tarafından ‘’saçma’’ şeklinde tepkiler görmüş olsa da. Filmin sonunda, Cooper’ın zaman odası içerisinde kendisinin Murph’e karşı hissettiği sevginin, kendisini onca mesafe kat ettirip, o odanın içine getireceğini anlamasıyla Dr. Brand’in dediğine hak vererekten aşkın bilimin sınırları içerisindeki ateşleyici bir anomali olmasından dolayı Dr. Brand haklıdır.  Bu sebep ile de filmin sonunda hayatta kalan iki karakter olan Cooper ve Brand’in, film boyunca birilerine ve birbirlerine karşı hissettiği sevgiler kendilerine en çaresiz anlarda bile motivasyon sağladığı için bu ikilinin filmin sonunda Endurance ekibinden yaşama tutunmuş tek karakterler olmaları tesadüf icabı değildir.  Siz siz olun, sevdiğinizin üzerine külfet olmasına değil, amellerinize ulaşmanızda motivasyon kaynağı olmasına müsaade edin ve başarıya giden yolunuzda en zor anda bile direnmeye devam edip, ölümü denkleminizden uzak tutun.

  • Yeni X-Men geliyor! Deadpool 3 İncelemesi ve MCU'ya Katkısı

    Geçtiğimiz günlerde FOX evreninin finali olarak saydığımız Deadpool and Wolverine filmi MCU ile kesiştiği noktalarla izleyicilerle buluşup harika bir eğlence sundu. Filmin tamamı MCU'ya odaklı olmasa da MCU'ya mutantların dahil olabilmesinin kolay olduğunu bizlere gösterdi. X-Men vs Avengers filmi yakında diyelim :D X-Men evreninin defalarca kez akıl karıştırdığında ve çözümlenemediğinde birçok hayran hemfikir. Ama biz yine de çözmeye çalıştık. Mutantların MCU'ya gelişi ve Deadpool filmi incelemesi hemen aşağıdaki videoda! Hemen izleyin!

  • LOTR: The War of the Rohirrim Konusu Ne?

    "Lord of the Rings: The War of the Rohirrim" adlı dizi, J.R.R. Tolkien'in Orta Dünya evreninde geçen bir hikayeyi anlatıyor. Bu dizi, Peter Jackson'ın yönettiği "Yüzüklerin Efendisi" ve "Hobbit" filmlerinden önceki bir dönemde, Rohan Krallığı'nın tarihinde önemli bir yer tutan bir olay olan, Helm's Deep'in inşası ve Helm Hammerhand adlı karakterin öyküsünü konu alıyor. Dizi, Üçüncü Çağ'da geçiyor ve Rohan'ın en ünlü kralı olan Helm Hammerhand'in yaşamını ve Rohan Krallığı'nın düşmanlarıyla mücadelesini anlatıyor. Bu mücadeleler, özellikle Dunlendingler ve onların Rohan'a karşı giriştiği savaşlar etrafında şekilleniyor. Helm Hammerhand, Rohan'ın yedinci kralı olarak bilinir ve Helm's Deep (Helm's Koyu) adını taşıyan ünlü kalenin inşasıyla da tanınır. Dizide, bu karakterin cesareti, trajedileri ve efsanevi statüsü ele alınacak. Dizinin ana karakterleri arasında Helm Hammerhand, onun ailesi ve krallığın diğer önemli figürleri bulunuyor. Ayrıca, Rohan'ın düşmanları ve müttefikleri de hikayenin bir parçası olarak karşımıza çıkacak. Dizi, Tolkien'in zengin mitolojisinden esinlenen yeni karakterleri de tanıtabilir. Bu dizi, hem Tolkien hayranları hem de epik fantezi severler için büyük bir merakla bekleniyor. İlk Fragman 22 Ağustos'ta yayımlandı. Gelin izleyelim.

  • Marvel'ın Faz 4 ve Ötesi: Deadpool ve Wolverine ile Yeni Bir Başlangıç

    Marvel Sinematik Evreni (MCU), Deadpool ve Wolverine'in buluşmasıyla birlikte büyük bir yenilik ve heyecan dalgası yarattı. Bu film, hem nostalji dolu hem de evrenler açısından benzer ama başka hikaye unsurları barındıran bir yapım olarak karşımıza çıkıyor. Ancak, bu film sadece yüzeyde görünenlerden ibaret değil; daha derin analiz ettiğimizde Marvel'ın karmaşık planlarını ve karakter dinamiklerini daha iyi anlayabiliriz. Spoiler uyarısı Zaman Çizgileri ve Çoklu Evrenler Faz 4'ün temelinde yatan çoklu evren ve zaman çizgisi temaları, Deadpool ve Wolverine filminde de öne çıkıyor. Wolverine'in farklı zaman dilimlerinden Deadpool ile buluşması, Marvel'ın zaman çizgileriyle nasıl oynayacağını mutantlarımıza gösteriyor. Artık resmi olarak onlar da bu deliliğe dahil oldu. Filmin sonunda Logan kendi evrenine gitmedi, boşlukta kaybolmuş diğer karakterlerimiz de geri dönmediler. Bu tabii ki de büyük bir eksiklik yaratır, Paradox'da bunun peşine düşer. Marvel böyle minik zaman çizgilerine takılacak bir firma değil, asla da olmaz (eminiz). Yazarların Grevi ve Marvel Üzerindeki Etkisi Amerika’da senaryo yazarlarının ve film yazarlarının grevleri, özellikle Disney gibi büyük firmaların görsel ve hikaye zenginliğini olumsuz etkiledi. Çalışanların emeklerinin karşılığını alamamalaro, Marvel filmlerinde uzun zamandır görsellik ve hikaye derinliğinde bir azalmaya neden oldu. Bu durum, Deadpool ve Wolverine filminde de hissediliyor. Marvel, faz 4 boyunca yaşanan bu sorunları aşmak için çaba göstermeye çalışırken bunu fan servis aracılığı ile iyice yediriyor ki başarıyor diyebilirim. Çizgi roman okumamış ve keyfi izleyici, takipçiler için sağlam bir kitle diyebilirim. Fox Karakterlerinin Disney'e Geçişi Fox'un karakterlerinin Disney'e geçişi, WandaVision dizisinde ilk kez resmi olarak tanıtıldı. Ancak, Fox'un karakterleri ilk defa bu kadar yoğun bir şekilde Deadpool ve Wolverine filminde gösterildi. X-Men ve Fantastik Dörtlü gibi önemli karakterlerin Marvel evrenine entegrasyonu, çizgi roman hayranları için büyük bir heyecan kaynağı oldu ve evet merak etmedik değil. Bu film, New Mutants ve House of M gibi çizgi romanlarına güzel atıf yapsa da bizim artık bir Wanda'mız yok değil mi? Acaba Secret Wars gibi dev bir yapım, evren ve hikayeye hizmet edecek filmde nasıl bir planları var? Normalde bu sene sonu gibi çıkması planlanan Secret Wars aslında ertelenerek iyi bir adım yaptı. Bizim elimizde Moon Knight, Black Knight ve Blade gibi karakterler geçti. Moon Knight ne kadar kendine ait bir hikaye ile devam etse de Black Knight'dan maalesef ses seda yok. Eternals'ı iptal edip mutant ve tanrı savaşını rafa kaldıran Marvel'ın umarım bundan sonra hazır Fox da ellerine geçmişken iyi bir planı vardır. Deadpool ve Wolverine'in Karakter Dinamikleri Deadpool'un mizah anlayışı ve Wolverine'in sert karakteri arasındaki dinamik, film boyunca eğlenceli ve sürükleyici bir atmosfer yaratmış. Bu ikiliyi sevdiğimi söyleyebilirim. Deadpool’un dördüncü duvarı yıkma alışkanlığı ve Wolverine’in çatışmacı doğası seyir keyfini çokça artırmış. Bunların yanında, Deadpool'un çizgi romanlarında evrenlerde gezip neredeyse bütün Marvel ve Avengers'ı tek başına öldürdüğü bir serisi var. Yani aslında biz çizgi roman okuyucuları için bu film önceden aşina olduğumuz bir konu. Hatta çoklu evrenler uzun zamandır tanıtılmış durumda. Filmde deadpool'un gücünün en azından diğer karakterlere göre az kalır bir yanı olmayacağını görmemiz karakter açısından iyi bir adım oldu. Marvel’ın Genişleyen Evreni Deadpool ve Wolverine filmi, MCU'nun daha önce tanıtılmamış veya geri planda kalan karakterlere yer verme stratejisine uygun, fakat ne kadar gerekli olduğu büyük bir muamma. Filmin ilerleyen bölümlerinde, Marvel evreninin çeşitli köşelerinden karakterler ve olaylar hakkında daha fazla bilgi edinmek mümkün. Bu, izleyicilere hem tanıdık hem de yeni yüzlerle dolu bir kapı sunuyor. Faz 4'ün diğer yapımlarında da bu genişleme stratejisinin izlerini görmek mümkün; She-Hulk, Ms. Marvel ve Shang-Chi gibi karakterler de bu genişlemenin bir parçası olarak izleyiciye tanıtıldı. Bunlarla beraber ek birkaç şey daha eklemek istiyorum. Marvel bir şey bilmeyen ya da eksik bir şirket değil. Zaten eklediğim gibi amacı fan servis odağında evrenler oluşturmak. Biz çizgi roman okuyucuları için bu filmler çok önceden anlatılmış olsa bile asıl amaçları her şeyi birbirine katarak ilerlemek. Evet bir Faz 4 var ve ona hizmet etmek gerekiyor. Bir sürü başıboş çoklu evrenin varlığını öğrendik ve bunlara hizmet etmesi için birçok yeni karakter tanıtmak gerekiyor. Peki bu karakterleri tanıtmak için izlenen yol mantıklı mı? Eh. Faz 5 ve Ötesi İçin Tahminler Marvel’ın Faz 5 ve sonrasında nasıl bir yol izleyeceği merak konusu. Ancak bazı tahminlerde bulunabiliriz: 1. Daha Derin Karakter Gelişimi: Faz 4'te başlatılan karakter odaklı hikayeler, Faz 5'te daha da derinleşecek. Özellikle X-Men ve Fantastik Dörtlü gibi grupların evrene entegrasyonu, karakterlerin geçmişlerine ve ilişkilerine daha fazla odaklanmayı gerektirecek. 2. Çoklu Evrenler ve Kaos: Doctor Strange in the Multiverse of Madness ile başlatılan çoklu evren kaosu, Faz 5 ve sonrasında da devam edecek. Bu, farklı evrenlerden karakterlerin bir araya gelmesini ve yepyeni hikaye dinamiklerinin oluşmasını sağlayacak. 3. Yeni Tehditler ve Büyük Kötüler: Thanos'un ardından, Marvel evrenine yeni büyük kötüler girmesi bekleniyor. Kang the Conqueror, Galactus ve Doctor Doom gibi tehditler, Marvel evrenine büyük bir tehlike getirecek. 4. Çizgi Romanlara Dönüş: Marvel’ın çizgi romanlardan daha fazla esinlenmesi ve bu hikayeleri sinematik evrene entegre etmesi bekleniyor. House of M, Secret Wars ve Avengers vs. X-Men gibi büyük çizgi roman etkinlikleri, gelecekteki filmler ve diziler için ilham kaynağı olabilir. Sonuç ve Beklentiler Film (teoriler üretmeden) güzeldi ve oldukça keyifliydi. Uzun zaman sonra bir Marvel filmini sinemada izlemek bana keyif verdi. Ancak, Faz 4'ten belliydi ki hikaye ve kurgu derinliği asla olmayacaktı. Özellikle Marvel'ın gelecek fazları tanıtmak amacıyla geçen ay gerçekleştirdiği San Diego Comic Con'da hala Robert Downey Jr.'ı Dr. Doom yerine almayı planlıyor olması ve Iron Man'i geri getirecek olmaları (bence) ayrı bir saçmalık. Bir zamanlar çizgi romanlara hizmet eden MCU, şimdi fan servisine odaklanan bir sinema evrenine dönüştü. Keşke çizgi romanlara daha bağlı olsaydı. Yine de, keyifli bir akşam geçirmek isterseniz, bu film en azından bunu sağlayacaktır.

  • Endless Poetry (Poesía sin fin) - Alejandro Jodorowsky

    “Bana hiçbir şey vermeyerek, bana her şeyi verdin, Beni sevmeyerek, bana sevginin mutlak bir gereklilik olduğunu öğrettin, ve Tanrıyı inkâr ederek, bana hayatın değerini öğrettin…” Alejandro Jodorowsky’nin bu filmini anlamaya ve anlatmaya çalışırken, kendimi 1972 yapımı ‘The Ruling Class’ filminden bir alıntıyı düşünürken buldum: “Kendimin dışında duruyorum, kendimi izliyorum. Gülümsüyorum, gülümsüyorum, gülümsüyorum…” Sinema şamanı Alejandro Jodorowsky, 80’lerinde bir afyon rüyası kadar çılgın ve keyifli otobiyografik film üçlemesiyle müthiş bir dalga yarattı. Böylesi anarşik bir öz farkındalığa sahip birisi olan Jodorowksy’nin kendinden şüphe etmiş olabileceğini hayal etmek zor. Ancak bastırılamaz ve ezber bozan sinematik imgelerin yaratıcısı (El Topo, Holy Mountain), kendi terapisi ‘Psychomagic’ in kurucusu ve düzinelerce çizgi roman ve kitabın yazarı, annesinin pasifliğiyle harmanlarmış baba şiddetinin altında sinerek büyüdü. Bu travmatik çocukluk, Jodorowsky’nin sinemaya verdiği uzun bir aradan sonra 2013’te bi’nevi geri dönüş filmi olan ‘ The Dance of Reality (La Danza De La Realidad)’ nin konusu oldu. Endless Poetry (Poesía sin fin) ise, önceki filme kaldığı yerden devam ediyor ve bu kez Jodorowsky ailesi, Şili’nin kuzeyindeki Tocopilla maden kasabasından Santiago’ya doğru yola çıkıyor. Bu filmde kabaca anlatmak gerekirse, otoriter babasından kaçıp şair olarak gerçek çağrısını benimseyen genç yetişkin Alejandro Jodorowsky’nin hikayesini görüyoruz. Evet, tabi, hikâyenin özü böyle okuyunca basit dursa da filmin içine daldığımızda, Jodorowsky’nin ürettiği her şey gibi, yoğun gerçeküstü imgelerin, görsel metaforların ve şiirselliğin ustaca kullanıldığı çılgın bir sirkte buluyoruz kendimizi yine ve bu filmle izleyici olarak Jodorowsky’nin hissettiği yaşam sevincini hissediyoruz. Film; renkli karakterler, kostümler ve setlerle dolu. Jodorowsky çocukluk anılarını, gerçek Santiago sokaklarını, her şeyin eskiden nasıl olduğunu gösteren devasa sepya baskı fotoğraflarıyla giydirerek yeniden yaratıyor. Bana kalırsa bu, filmdeki fantastik ve gerçeküstü unsurları garip bir şekilde yumuşatmaya yardımcı olan çok yerinde bir detay. Büyük şehirde, Alejandro’nun evde yaşadığı vahşet ve karmaşa sokaklarda yankılanıyor. Depremler onu dehşete düşürüyor. Ancak genç Alejandro, saldırgan bir şekilde erkeksi olan babası Jaime’nin (Jodorowsky’nin en büyük oğlu Brontis Jodorowksy tarafından canlandırılmaktadır) ve annesi Sara’nın (Pamela Flores) büyük üzüntüsüne rağmen şair olmaya karar veriyor. Bu nedenle genç Alejandro, büyükannesinin evindeki çok sevdiği bir ağacı sembolik olarak keserek ve şehirdeki bir sanatçı kolektifine kaçarak isyan ediyor. Babasının tüm şairlerin “maricón” (en kaba tabiriyle ibne) olduğu konusundaki ısrarı tarafından rahatsız edilen Alejandro, kendini keşfetme yolundaki ilk adımı olarak eşcinsel bir öpücük paylaşmaya karar veriyor. Öpücüğün kendisine hiçbir şey yapmadığını anladığında, Alejandro bir adam oluyor ve genç Herskovits, rolde yetişkin Adan ile değiştiriliyor ve tüm güvensizlikler eriyerek yeni bir özgüven ortaya çıkıyor. Bu güzellik parıltısı Alejandro’ya ilk benlik duygusunu veriyor ve bunun ardından yazmaya başlıyor. Şiir, vizyonunu ve daha sonra eylemlerini şekillendiriyor. Ailesinden ayrılarak evinin yalnızca birkaç dakika uzaklığında başka bir dünya buluyor. Karanlık ve ışık, film içerisinde Jodorowksy’nin bir sanatçı olarak hayatı boyunca karşı karşıya gelen iki kavram oluyor. -tıpkı gerçek hayatı gibi- Adan’ın Alejandro’su saf coşku ve tutkuyu temsil ediyor. İçki içip eğlenmediği zamanlarda sanatı yaşıyor ve soluyor. Gerçek bir Freudyen seçim olarak, Pamela Flores tarafından canlandırılan şair arkadaşı Stella Díaz Varín ile tutkulu bir ilişkiye başlıyor. Şair arkadaşı Enrique Lihn (Leandro Taub) ile arkadaş oluyor ve ikisi birlikte kendi gerçeküstü şiir evrenlerini yaratıyorlar. Yine de Alejandro, tam zamanlı bir kariyer sanatçısı olmanın bu şekilde neredeyse imkânsız olduğunu bilmekle, ailesinin ondan istediği hayata geri dönme hayalinden vazgeçmeyi reddetmek arasında hala çatışma yaşıyor. 1940'larda Şili şairlerle doluydu. Pablo Neruda baskın, ataerkil bir varlıktı ve Gabriela Mistral yakın zamanda Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanmıştı. Alejandro, Enrique Lihn ve Nicanor Parra ile arkadaş olarak ve Stella Díaz Varín ile bir ilişkiye başlayarak bohem dünyasına sorunsuz bir şekilde giriyor. Tüm sahneler tam olarak orijinal yerlerinde çekiliyor. Jodorowsky, sadece o zamanın figürlerini bir araya getirmekle kalmıyor (Cereceda kız kardeşlerin sahip olduğu aynı evde yaşayan sanatçılar Alberto Rubio, Gustavo Becerra ve Hugo Marín'i sunuyor), aynı zamanda şu anki arkadaşlarını ve işbirlikçilerini de işe alıyor. Suriyeli şair Adonis, film yapımcısı Andrés Racz'ı canlandırıyor. Çağdaş dansçı Carolyn Carlson, Alejandro'yu tarotla tanıştıran yazar ve sanatçı María Lefevre'yi canlandırıyor.             Bu kararlar başlı başına şiirsel bir eylem bana kalırsa. Hikayesini yeniden ele alıp anlatırken Jodorowsky, metaforu gerçeğe, sembolizmi de eti kemiğe büründürüyor. “Gerçekte kendimi anlatmıyorum” diyor Jodorowsky, “Sanat yaratımını gerçek hayatla harmanlıyorum.” Bu dürtü, derin acının ve bilinçaltı blokajlarının rüyalar, tiyatro ve performans yoluyla çözüldüğü Psychomagic’in de temelini oluşturuyor. “Mantıkla çalışmıyorum,” diye devam ediyor, “ama duygusallıkla, izleyiciye yüce hissetme kapasitesini göstermek için devreye benim ve ailemin terapisinin kamusal bir gösterimini sunuyorum. O noktada da bu gerçek oluyor, film değil.” Endless Poetry bir büyüme filmi. Sadece ekrandaki 20 yaşındaki Alejandro için değil, aynı zamanda geleceğin bir hayaleti olarak ara sıra görünen 88 yaşındaki – şu anda 95 yaşında, Allah uzun ömür versin - Alejandro için de. Alejandro, bugünkü benliğini dahil ederek hem kendi geçmişini terapötik olarak inceleyip üzerinde düşünebiliyor hem de genç benliği karşısında rahatlatıcı ve yol gösterici bir ses olarak hareket edebiliyor. Filmin gerçek doruk noktası, Şili'den Fransa'ya taşınmak üzere olan Alejandro'nun babası Jaime ile karşılaştığı son sahnedir. Hayal kırıklıkları, Alejandro'nun babasını döverek bağımsızlığını tam anlamıyla iddia etmesiyle yumruklu bir kavgaya dönüşür, tıpkı babasının onu dövdüğü gibi. Sahne daha sonra yaşlı Alejandro tarafından yeniden yazmaya çalışırken durdurulur ve genç halinden yumruğunu bir okşamaya çevirmesini ister, bu sadece babasını hayatta gördüğü son sefer olacağını yansıtmakla kalmaz, aynı zamanda babasının tüm kusurlarına rağmen sadece elinden gelenin en iyisini yapmaya çalıştığını da kabul ettiğini gösterir. Yaşlı Jodorowsky'nin orada durup sahnede hem babasını hem de kendisini temsil eden iki oğlunu kucakladığını görmek hem acı hem de çok güçlüdür. Filmi gerçekten parlatan şey, bu empati ve öz-yansıma düzeyidir. Endless Poetry, Jodorowsky'nin varlığının saf bir örneğidir; bu filmdeki her şey kesinlikle kendisinin bir uzantısı ve kendisine bir ders olarak hizmet eder. Babasının şiddeti ve aşırı erkekliği aracılığıyla, absürtlüğü, korkuya gülmeyi öğrenir. Sevdiği sanatçı arkadaşlarının kusurları ve kendini aşağılayıcı davranışları aracılığıyla, gerçek öz tanımının kendi sıkı çalışmanızdan ve tutkularınızdan geldiğini, kimsenin sizin için yapamayacağını öğrenir. Kendi hayal kırıklığı ve yön arzusu aracılığıyla, kabul etmenin önemini öğrenir -kendini kabul etmek ve hayatın sunabileceği her şeyi kabul etmek-. Kabulü vaaz etmek onun savaş çığlığı, evrenin boşluğuna cevabı olur. Bu, onun gerçeküstücülük markasını tanımlar ve onu başkalarının bakmadığı yerlerde güzellik ve anlam aramaya yöneltir. Kendini kabul etme ve iç huzuruna yapılan bu vurgu, Jodorowsky'nin her zaman varoluş nedeni olmuştur, ancak daha önce hiç bu konuda bu kadar açık olmamıştı sanırım. Jodorowsky'yi esas olarak psikedelik Western'ler olan El Topo veya The Holy Mountain'ın arkasındaki beyin olarak tanıyanlar, bu son iki filminin sıcaklığı ve çekiciliği karşısında şaşırabilirler. Endless Poetry hala klasik Jodorowsky temaları ve ikonlarıyla- açık sembolizm, dini ikonografi, amputeler, cüceler, eşit fırsat çıplaklığı, maneviyat, mizah gibi – dolu olsa da bu sefer hikâye anlatımı sadece gerçekçi değil, aynı zamanda şaşırtıcı derecede kişisel. Bu film hakkında birkaç sayfa daha konuşabilirim ancak burada bırakıyorum. “Zaman duygusuna sahip değilim.” diyor Jodorowsky bir röportajında ve ekliyor, “Paris'te neredeyse 100 hayat yaşadım. Bana göre, ölen çok sayıda Alejandro Jodorowsky var. Ve sonra yeniden doğdum. Her şey değişiyor. Sen, ben, evren. Her şey değişiyor. Yaşlı olmak diye bir şey yok. İçimde aynıyım. Yaşlanmamak için kendimi aynada görmüyorum." Evet hareket ettiği hızla, hepimizden daha uzun yaşayacak. -amin-

BEN İZLEDİM

Ben İzledim; Film, Dizi ve Belgeseller hakkında eleştiri ve tavsiye yazılarının yer aldığı bir medya ve eğlence platformudur.

TAKİPTE KALIN

ÖNCE SİZ OKUYUN

Üye olarak, yeni blog yazılarımızdan ve haberlerden ilk siz haberdar olun!

Abone olduğunuz için teşekkür ederiz!

  • Instagram
  • Facebook
  • Twitter
  • YouTube
  • TikTok

Copyright © 2022 www.benizledim.com

bottom of page