top of page

Arama Sonuçları

Boş arama ile 220 sonuç bulundu

  • The New York Times 21.Yüzyılın En İyi 100 Filmini Seçti. Hangilerini İzledin?

    New York Times 21. yüzyılın en iyi filmlerini belirlemek için 500'den fazla dünyanın en iyi yönetmen, oyuncu ve eleştirmenlerine bir anket uyguladı. Her birinden 1 Ocak 2000'den bu yana gösterime giren en iyi 10 filmi belirtmeleri istendi. Verdikleri oylar derlenerek 100 filmin sıralı bir listesi oluşturuldu. Oy verenler arasında Pedro Almodóvar, Sofia Coppola, Barry Jenkins ve Guillermo del Toro gibi Oscar ödüllü yönetmenlerin yanı sıra Chiwetel Ejiofor, Mikey Madison, John Turturro ve Julianne Moore gibi oyuncular da yer aldı. New York Times'ın web sitesini ziyaret ederseniz, kendi listenizi hazırlayabilir ( https://www.nytimes.com/interactive/2025/movies/best-movies-21st-century.html ) ve her bir seçmenin kendi listesini görebilirsiniz. ( https://www.nytimes.com/interactive/2025/movies/votes-movies-21st-century.html ) Filmlerin altındaki kutucuklara tıklayarak aşağıdaki görselleri oluşturabiliyorsunuz. Ayrıca benzer filmler, eleştiri yazısı ve nereden izleyebileceğinizle ilgili bilgiler de sitede yer almakta. Liste ise şu şekilde: 01. Parasite (Bong Joon Ho) 02. Mulholland Drive (David Lynch) 03. There Will Be Blood (Paul Thomas Anderson) 04. In the Mood For Love (Wong Kar Wai) 05. Moonlight (Barry Jenkins) 06. No Country For Old Men (Joel & Ethan Coen) 07. Eternal Sunshine of the Spotless Mind (Michel Gondry) 08. Get Out (Jordan Peele) 09. Spirited Away (Hayao Miyazaki) 10. The Social Network (David Fincher) 11. Mad Max: Fury Road (George Miller) 12. The Zone of Interest (Jonathan Glazer) 13. Children of Men (Alfonso Cuaron) 14. Inglourious Basterds (Quentin Tarantino) 15. City of God (Fernando Meirelles) 16. Crouching Tiger, Hidden Dragon (Ang Lee) 17. Brokeback Mountain (Ang Lee) 18. Y Tu Mama Tambien (Alfonso Cuaron) 19. Zodiac (David Fincher) 20. The Wolf of Wall Street (Martin Scorsese) 21. The Royal Tenenbaums (Wes Anderson) 22. The Grand Budapest Hotel (Wes Anderson) 23. Boyhood (Richard Linklater) 24. Her (Spike Jonze) 25. Phantom Thread (Paul Thomas Anderson) 26. Anatomy of a Fall (Justine Triet) 27. Adaptation (Spike Jonze) 28. The Dark Knight (Christopher Nolan) 29. Arrival (Denis Villeneuve) 30. Lost in Translation (Sofia Coppola) 31. The Departed (Martin Scorsese) 32. Bridesmaids (Paul Feig) 33. A Separation (Asghar Farhadi) 34. WALL-E Andrew Stanton) 35. A Prophet (Jacques Audiard) 36. A Serious Man (Joel & Ethan Coen) 37. Call Me By Your Name (Luca Guadagnino) 38. Portrait of A Lady on Fire (Celine Sciamma) 39. Lady Bird (Greta Gerwig) 40. Yi Yi (Edward Yang) 41. Amelie (Jean-Pierre Jeunet) 42. The Master (Paul Thomas Anderson) 43. Oldboy (Park Chan-wook) 44. Once Upon A Time in Hollywood (Quentin Tarantino) 45. Moneyball (Bennett Miller) 46. ROMA (Alfonso Cuaron) 47. Almost Famous (Cameron Crowe) 48. The Lives of Others (Florian Henckel Von Donnersmarck) 49. Before Sunset (Richard Linklater) 50. Up! (Pete Docter) 51. 12 Years A Slave (Steve McQueen) 52. The Favourite (Yorgos Lanthimos) 53. Borat (Larry Charles) 54. Pan’s Labyrinth (Guillermo Del Toro) 55. Inception (Christopher Nolan) 56. Punch-Drunk Love (Paul Thomas Anderson) 57. Best in Show (Christopher Guest) 58. Uncut Gems (Josh and Benny Safdie) 59. Toni Erdmann (Maren Ade) 60. Whiplash (Damien Chazelle) 61. Kill Bill Vol. 1 (Quentin Tarantino) 62. Memento (Christopher Nolan) 63. Little Miss Sunshine (Dayton & Faris) 64. Gone Girl (David Fincher) 65. Oppenheimer (Christopher Nolan) 66. Spotlight (Tom McCarthy) 67. TAR (Todd Field) 68. The Hurt Locker (Kathryn Bigelow) 69. Under The Skin (Jonathan Glazer) 70. Let The Right One In (Tomas Alfredson) 71. Ocean’s Eleven (Steven Soderbergh) 72. Carol (Todd Haynes) 73. Ratatouille (Brad Bird) 74. The Florida Project (Sean Baker) 75. Amour (Michael Haneke) 76. O Brother, Where Art Thou (Joel & Ethan Coen) 77. Everything Everywhere All At Once (The Daniels) 78. Aftersun (Charlotte Wells) 79. Tree of Life (Terrence Malick) 80. Volver (Pedro Almodovar) 81. Black Swan (Darren Aronofsky) 82. The Act of Killing (Joshua Oppenheimer) 83. Inside Llewyn Davis (Joel & Ethan Coen) 84. Melancholia (Lars Von Trier) 85. Anchorman (Adam McKay) 86. Past Lives (Celine Song) 87. The Fellowship of the Ring (Peter Jackson) 88. The Gleaners and I (Agnes Varda) 89. Interstellar (Christopher Nolan) 90. Frances Ha (Noah Baumbach) 91. Fish Tank (Andrea Arnold) 92. Gladiator (Ridley Scott) 93. Michael Clayton (Tony Gilroy) 94. Minority Report (Steven Spielberg) 95. The Worst Person in the World (Joachim Trier) 96. Black Panther (Ryan Coogler) 97. Gravity (Alfonso Cuaron) 98. Grizzly Man (Werner Herzog) 99. Memories of A Murder (Bong Joon-ho) 100. Superbad (Greg Motolla)

  • The Materialists: Modern Aşkın Yüzeyinde Kalan Bir Hikâye

    Spoiler uyarısı: Bu yazı filmden bazı sahnelere dair ipuçları içerir. Açık konuşayım: The Materialists’i izlemeye büyük bir beklentiyle oturdum. Celine Song’un Past Lives gibi derin, zamansız bir filmden sonra ne anlatacağına ciddi şekilde merak duyuyordum. Ama film başladıktan sadece birkaç dakika sonra, anlatının yönünü ve karakter dinamiklerini tahmin etmek neredeyse çocuk oyuncağı haline geldi. Dakota Johnson’ın hayat verdiği Lucy karakteri, lüks eşleştirme servisleri yürüten bir çöpçatan. Hayatı kontrol altında. Lüks içinde. Ne istediğini bildiğini sanıyor. Karşısında bir yanda eski sevgili John (Chris Evans), diğer yanda yeni zengin Harry (Pedro Pascal). Ve evet, hikaye tam da tahmin ettiğiniz gibi gelişiyor: klasik “fakir ama duygusal adam vs zengin ama mesafeli adam” çatışması. Günümüz ilişkilerinde kadın ve erkek ne istiyor? Film bu soruyu soruyor gibi ama cevaplamaya hiç niyeti yok gibi hissettirdi. Lucy'nin aşkı mı, güvenliği mi, tutkuyu mu yoksa ekonomik refahı mı tercih edeceğini izliyoruz; fakat karakterin bu tercihlerle olan duygusal savaşı yalnızca yüzeyde kalıyor. Ne Lucy'nin duygularına tam erişebiliyoruz, ne John’un geçmişine, ne de Harry'nin içsel motivasyonlarına. Oysa modern ilişkilerde kadın ve erkek sadece birbirini “tamamlayan” değil, birbirini “anlamaya çalışan” figürler olmak zorunda. Bu film ise bu çabanın yanına bile yaklaşmıyor. Herkes rolünü oynuyor ve perde kapanıyor. Celine Song gibi detaylarda boğulmayı seven, diyaloglarla hikâye anlatan bir yönetmenden daha derin bir romantizm bekliyordum. Past Lives’da bakışlarla anlatılan o tarifsiz geçmiş, The Materialists’ta aforizmalara dönüşmüş. Ne yazık ki bu film bana “Past Lives 2” değil, “Past Lives gölgesinde kalmış, cilalı bir Netflix romantizmi” gibi geldi. Pedro Pascal’ın canlandırdığı Harry karakterinin ameliyat hikâyesi gibi tuhaf detaylarla film yer yer absürte kaçsa da, bu dokunuşlar hikâyeye yeni bir katman eklemekten çok, sosyal medya akışına malzeme üretmek gibi duruyor. Kalbimden Geçen Puanla Bitiriyorum Ne yalan söyleyeyim, bu film beni biraz hayal kırıklığına uğrattı. Ne duygusal olarak çarptı, ne de hikayesel olarak büyüledi. Sinematografisi zaman zaman etkileyici, evet. Oyunculuklar da fena değil. Ama bir aşk üçgeninin bu kadar öngörülebilir, bu kadar düz anlatılması bana yetmedi. Eğer duyguların içini kazıyan, karakterleri gerçekten çözümleyen bir şey bekliyorsan; The Materialists belki seni de tatmin etmeyecek. Ama fonda hoş bir film izleyip, estetik bir atmosferde kaybolmak istiyorsan, izlenmeyecek gibi de değil. Sonuç olarak film bende “keşke bu anlatı biraz daha cesur olsaydı” duygusunu bıraktı. Klişeleri kıramayan, yüzeyde dolaşan ama izlenebilir bir film. Benden 6,5 puan aldı. Song’dan daha fazlasını bekliyorum. Beklemek de hakkımız.

  • İran Sineması: Perdedeki Şiir, Toplumsal Ayna ve Uluslararası Başarının Hikayesi

    İran sineması, günümüzde şüphesiz dünyanın en yenilikçi, en çok konuşulan ve en heyecan verici sinematografilerinden biri olarak kabul edilmektedir. İranlı yönetmenlerin imzasını taşıyan filmler, uluslararası film festivallerinin gediklisi haline gelmiş, eleştirmenlerden ve sinemaseverlerden övgüler toplamaya devam etmektedir. Bu durum, İran hakkında sıkça duyduğumuz, kimi zaman baskıcı olarak nitelendirilen genel imajıyla bir tezat oluşturur gibi görünse de, aslında bu sinemanın yeniden doğuşunun ve küresel başarısının ardındaki dinamikleri anlamak için önemli bir ipucu sunar. Bu başarının anahtarı, özellikle İslam Devrimi sonrasında sanat, toplum ve devlet arasında gelişen karmaşık ve çok katmanlı ilişkide yatmaktadır. İran sineması, sadece hareketli görüntülerden ibaret bir sanat dalı olmanın çok ötesinde, bir kültürün, bir toplumun ve sanatçıların direncini, hayallerini ve eleştirilerini yansıtan canlı bir olgudur.    Bir Ayrılık (A Seperation) - 2011 Bir Ayrılık (A Separation) – 2011 🎭 Yönetmen:  Asghar Farhadi 👥 Bir çiftin boşanma sürecinde aile, sınıf farkı ve adalet temaları işleniyor. ⭐ IMDb:  8.3 📺 Platform:  Netflix, MUBI İran Sineması, İranl ı yönetmen, perdedeki şiir, fars sineması İran Sinemasının Doğuşu ve İlk Adımları İran'da sinemanın ilk kıvılcımları, 20. yüzyılın hemen başında, 1900 yılında Kral Muzafferüddin Şah'ın Paris'e yaptığı bir devlet ziyareti sırasında hareketli resimlerle tanışmasıyla atılmıştır. Bu yeni icattan etkilenen Şah, sarayın resmi fotoğrafçısına sinema ekipmanı alması için emir vermiş ve böylece sinema, İran topraklarına ilk adımını atmıştır. Başlangıçta sinema, kraliyet sarayı ve toplumun varlıklı kesimleri için bir eğlence aracıydı. Bu erken dönemde çekilen filmler, genellikle dönemin kraliyet ailesi tarafından destekleniyor ve çoğunlukla medyanın eğlence değeriyle ilgileniliyordu. Dolayısıyla, bu dönemin filmleri, çeşitli kraliyet ve dini törenler gibi olayların haber filmleri niteliğindeydi ve gösterimleri de çoğunlukla kraliyet sarayında veya ileri gelenlerin düğün, sünnet kutlamaları ve doğum törenleri gibi özel etkinliklerinde yapılıyordu. Bu durum, sinemanın İran'daki yolculuğunun ilk aşamasında elit bir çevrenin tekelinde olduğunu göstermektedir.    1930 yılına kadar İran sinemalarında, zaman zaman Farsça altyazılarla desteklenen Batı filmleri hakimiyetini sürdürdü. Ancak aynı yıl, İran yapımı ilk uzun metrajlı film olan Abi ve Rabi 'nin çekilmesiyle yerli sinemanın da temelleri atılmış oldu. 1940'lı yıllarda ise İran film şirketlerinin ortaya çıkmasıyla sinema, yavaş yavaş ülke halkı arasında daha geniş kitlelere ulaşmaya ve popülerleşmeye başladı. Bu, sinemanın saray eğlencesi olmaktan çıkıp halkın geneline yayılan bir sanat ve eğlence formuna dönüşümünün önemli bir adımıydı.    Şah dönemi sinemasından bir afiş İran sinemasının gelişiminde bir diğer önemli dönem ise 1966-1976 yılları arasıdır. Bu on yıllık süreçte, çeşitli faktörlerin bir araya gelmesiyle çok sayıda uzun metrajlı, belgesel ve animasyon filmin üretildiği ve birçok genç film yapımcısının taze, yeni algı ve yaklaşımlarla sektöre adım attığı görülür. Bu faktörler arasında film okullarının kurulması (örneğin, 1969'da Ulusal İran Televizyonu (NIT) tarafından finanse edilen Tahran Televizyon ve Sinema Okulu), çok sayıda film festivalinin düzenlenmesi, Kanun Film, Farabi Film Kulübü gibi film kulüplerinin ve Tel Film gibi devlet yardımıyla kurulan film yapım şirketlerinin etkisi büyüktür. Özellikle Tahran Televizyon ve Sinema Okulu, öğrencilere film ekipmanı, ham film, işleme, animasyon malzemeleri gibi teknik olanakların yanı sıra barınma, yemek ve aylık yaklaşık 300 dolar burs gibi kapsamlı destekler sunuyordu. Ancak bu desteğin bir karşılığı olarak, öğrencilerin mezuniyetlerinden sonra beş yıl boyunca hükümet için, genellikle Tahran'daki NIRT (Ulusal İran Radyo ve Televizyonu) merkezinde veya diğer şehirlerdeki şubelerinde kameraman, ses kayıtçısı gibi pozisyonlarda çalışmaları gerekiyordu. Devletin sinemaya yaklaşımının, başlangıçtaki kişisel meraktan (kralın ilgisi) daha organize bir yapıya (NIRT destekli okul) evrildiği, ancak bu desteğin belirli bir kontrol mekanizmasını (zorunlu hizmet) da beraberinde getirdiği görülmektedir. Bu durum, sanat-devlet ilişkisinin erken dönemdeki karmaşık doğasına işaret eder. Sinemanın ülkeye girişinden (1900) uluslararası alanda dikkat çeken Yeni Dalga'nın (1960'lar sonu) ortaya çıkışına kadar geçen yaklaşık 70 yıllık süreç, İran sinemasının kendi özgün sesini bulmasının ve uluslararası bir kimlik kazanmasının zaman aldığını göstermektedir.    İran Yeni Dalgası – Sanatta ve Toplumda Bir Devrim 1960'ların sonlarına doğru İran sinemasında önemli bir kırılma yaşandı: İran Yeni Dalgası. Bu hareket, genellikle Dariush Mehrjui'nin 1969 yapımı Gāv  (İnek) ve Ebrahim Golestan'ın yine aynı yıl gösterime giren Khesht o Ayeneh  (Tuğla ve Ayna) filmleriyle başlatılır. 1970'lerde gelişimini sürdüren İran Yeni Dalgası, kısa sürede İtalyan Yeni Gerçekçiliği ve Fransız Yeni Dalgası gibi akımlardan etkilenen birçok İranlı film yapımcısını da bünyesine kattı.    Bu hareket, İran sinemasında gerçek bir dönüm noktası olarak kabul edilir. Yeni Dalga öncesinde İran filmleri, büyük ölçüde klasik Fars tiyatrosunun etkisindeydi ve melodramatik anlatımlara odaklanıyordu. Ancak yeni hareket, İran sinemasına sosyal gerçekçiliği taşıyarak, tartışmalı konuları ele almaktan çekinmeyen, yenilikçi sinematografik teknikler kullanan ve 1960'ların İran'ındaki yaşamın ve modernitenin çeşitli yönlerini cesurca perdeye yansıtan bir anlayış getirdi. Bu, klasik, formülsel filmlerden daha entelektüel ve "zeki bir film yapımcılığı türüne geçiş" anlamına geliyordu ve İran sineması ilk kez bu dönemde uluslararası sahneye çıktı. Yeni Dalga filmleri, büyük Avrupa film festivallerinde beğeniyle karşılanırken, bazıları toplumu eleştirel bir dille tasvir etmeleri nedeniyle kendi ülkelerinde yasaklarla karşılaştı.    İran Yeni Dalgası, sadece estetik bir yenilik olmanın ötesinde, dönemin İran toplumuna ve modernleşme sürecinin getirdiği sancılara ayna tutan, eleştirel bir bakış açısı sunan entelektüel bir hareketti. Filmler, toplumsal sorunları, bireyin modernleşme karşısındaki konumunu ve ahlaki ikilemleri sorguluyordu. Bu filmlerin uluslararası alanda takdir görmesi, ancak kendi ülkelerinde sansürle karşılaşması ise İranlı sanatçıların ifade özgürlüğü ve toplumsal eleştiri sınırlarını zorlama çabalarını ve bunun getirdiği bedelleri gözler önüne seriyordu. Bu durum, sanatçının yaratıcılığı ile otoritenin sınırları arasındaki o hassas dengeyi ve çatışmayı da beraberinde getiriyordu. İran Yeni Dalgası'nın getirdiği yenilikçi anlatım biçimleri, tematik derinlik ve eleştirel bakış açısı, daha sonraki yönetmen kuşaklarının, özellikle Abbas Kiarostami, Asghar Farhadi gibi ustaların besleneceği verimli bir zemin hazırlamıştır. Bu hareket, İran sinemasının sadece ulusal değil, evrensel bir dil oluşturabileceğinin de ilk güçlü sinyallerini vermiştir. İslam Devrimi Sonrası Dönüşüm ve Yeniden Doğuş 1979 İslam Devrimi ve ardından İslam Cumhuriyeti'nin kurulması, İran toplumunda ve kültüründe köklü değişikliklere yol açtı. Bu yeni dönemde getirilen kısıtlamalar nedeniyle birçok kişi, İran sinemasının sonunun geldiğini, bu sanat dalının yeni koşullar altında varlığını sürdüremeyeceğini tahmin ediyordu. Sanatsal ifade üzerindeki potansiyel baskılar ve değişen toplumsal normlar, sinemanın geleceği hakkında karamsar bir tablo çiziyordu.    Ancak bu tahminlerin aksine, İran film endüstrisi sadece hayatta kalmakla kalmadı, aynı zamanda İran kültürü ve toplumundaki daha geniş çaplı değişimlere paralel olarak dikkat çekici dönüşümler geçirdi. Bu, İranlı sinemacıların olağanüstü bir direnç ve uyum yeteneğine sahip olduğunu gösteren çarpıcı bir durumdur. Yok olmak yerine dönüşerek varlığını sürdürme ve hatta uluslararası alanda daha da güçlenme başarısı, bu sinemanın özgün karakterini pekiştirmiştir. Günümüzde İran sineması, dünyanın en yenilikçi ve heyecan verici sinemalarından biri olarak kabul edilmekte ve İranlı yönetmenlerin filmleri uluslararası festivallerde giderek artan bir beğeniyle karşılanmaktadır. İran'ın sıkça dile getirilen baskıcı imajı ile İran sinemasının bu yeniden doğuşu arasındaki bariz çelişkiyi çözmenin anahtarı ise, İslam Devrimi'nden sonra sanat, toplum ve devlet arasında gelişen karmaşık ve dinamik ilişkiyi anlamakta yatmaktadır.    Yeni kısıtlamaların, sinemacıları mesajlarını daha dolaylı, metaforik ve sanatsal yollarla ifade etmeye itmiş olması muhtemeldir. Bu durum, İran sinemasının kendine has şiirsel, alegorik ve sembollerle yüklü dilinin gelişimine önemli katkılarda bulunmuş olabilir. Kısıtlamalar, bir yandan yaratıcılığı sınırlarken, diğer yandan onu yeni ifade biçimleri aramaya zorlayarak beklenmedik sanatsal açılımlara yol açmış olabilir. "Sanat, toplum ve devlet arasında gelişen ilişkiyi anlamak"  ifadesi, sinemanın bu dönemde ne tamamen bağımsız ne de tamamen baskı altında olduğunu, aksine karmaşık bir etkileşim ve müzakere süreci içinde şekillendiğini ima eder. Devletin bir yandan belirli sanatsal ifadeleri kısıtlarken, diğer yandan belki de ulusal kimliği yansıtan, belirli ahlaki ve kültürel değerleri öne çıkaran bir sinemayı dolaylı yollardan teşvik etmiş olabileceği de düşünülebilir. Bu karmaşık dans, İran sinemasının devrim sonrası dönemde hem hayatta kalmasını hem de özgün bir kimlikle uluslararası alanda parlamasını sağlamıştır.    İran Sinemasının Yıldızları: Unutulmaz Yönetmenler ve Başyapıtları İran sinemasının uluslararası alandaki başarısı, şüphesiz ki yetenekli ve vizyoner yönetmenlerinin omuzlarında yükselmiştir. Bu yönetmenler, özgün anlatım dilleri, evrensel temaları yerel bir dokuyla birleştirme becerileri ve sinemaya getirdikleri yenilikçi yaklaşımlarla sadece İran'da değil, tüm dünyada sinemaseverlerin ve eleştirmenlerin takdirini kazanmıştır. Aşağıdaki tablo, bu öncü yönetmenlerden bazılarını ve onların unutulmaz eserlerini bir araya getirmektedir. Tablo: İran Sinemasının Öncü Yönetmenleri ve Ödüllü Filmleri Yönetmen Öne Çıkan Filmleri Bazı Önemli Ödülleri Doğum/Vefat Asghar Farhadi Bir Ayrılık, Satıcı, Elly Hakkında, Kahraman 2 Oscar (En İyi Yabancı Film), Berlin Altın Ayı & Gümüş Ayı, Cannes En İyi Senaryo & Jüri Büyük Ödülü, Altın Küre 1972 - Abbas Kiarostami Koker Üçlemesi (Arkadaşımın Evi Nerede?), Yakın Plan, Kirazın Tadı, Rüzgar Bizi Sürükleyecek Cannes Altın Palmiye ( Kirazın Tadı ) 1940 - 2016 Majid Majidi Cennetin Çocukları, Cennetin Rengi, Baran, Serçelerin Şarkısı Oscar Adaylığı (En İyi Yabancı Film - Cennetin Çocukları ) 1959 - Bahman Ghobadi Sarhoş Atlar Zamanı, Kaplumbağalar da Uçar, Yarım Ay, Kimse Fars Kedileri Hakkında Bilmiyor Cannes Altın Kamera ( Sarhoş Atlar Zamanı ) 1969 - Jafar Panahi Beyaz Balon, Üç Yüz, Taksi Tahran (dolaylı) Cannes Caméra d’Or ( Beyaz Balon ), Berlin Altın Ayı ( Taksi Tahran  - "2015'te Berlin Film Festivali'nde Altın Ayı'yı kazandı" ifadesinden dolaylı), Berlin Gümüş Ayı (Senaryo), Cannes En İyi Senaryo ( Üç Yüz ) Asghar Farhadi: Ahlaki İkilemlerin ve İnsan İlişkilerinin Usta Anlatıcısı 7 Mayıs 1972 doğumlu Asghar Farhadi, günümüz İran sinemasının en büyük yönetmen, senarist ve yapımcılarından biri olarak kabul edilmektedir. Farhadi'nin filmleri, genellikle karmaşık insan ilişkilerini, gündelik hayatta karşılaşılan ahlaki ikilemleri ve bu ikilemlerin bireyler ve aileler üzerindeki etkilerini incelikli bir dille ele alır. En büyük uluslararası başarılarını, 2011 yapımı Jodái-e Náder az Simin  (Bir Ayrılık) ve 2016 yapımı Forushande  (Satıcı) filmleriyle En İyi Yabancı Dilde Film kategorisinde kazandığı iki Oscar Ödülü ile elde etmiştir. Bir Ayrılık  filmiyle ayrıca En İyi Orijinal Senaryo dalında da Oscar'a aday gösterilmiştir. Berlin Film Festivali'nde 2009'da Darbareye Elly  (Elly Hakkında) ile Gümüş Ayı (En İyi Yönetmen) ve 2011'de Bir Ayrılık  ile Altın Ayı (En İyi Film) ödüllerini kazanmıştır. Cannes Film Festivali'nde ise 2016'da Satıcı  ile En İyi Senaryo, 2021 yapımı Ghahreman  (Kahraman) ile Jüri Büyük Ödülü'ne layık görülmüştür. Bir Ayrılık  filmi ayrıca Altın Küre'de En İyi Yabancı Dilde Film ödülünü de almıştır. Farhadi'nin başarısının temelinde, İran'a özgü toplumsal dinamikleri ve kültürel kodları, evrensel ahlaki sorular ve insani durumlarla ustaca harmanlayarak sunması yatar. Bu sayede filmleri, farklı kültürlerden izleyicilerin karakterlerle derin bir empati kurmasını ve anlatılan hikayelerle kişisel bir bağ geliştirmesini sağlar.    Abbas Kiarostami: Şiirsel Gerçekçiliğin ve Felsefi Derinliğin Yönetmeni 22 Haziran 1940'ta doğup 4 Temmuz 2016'da hayata veda eden Abbas Kiarostami, sadece bir yönetmen değil, aynı zamanda senarist, kurgucu, fotoğrafçı, yapımcı, grafik sanatçısı, sanat yönetmeni, yazar ve ressam kimlikleriyle de tanınan çok yönlü bir sanatçıydı. Kiarostami'nin sineması, şiirsel anlatımı, felsefi derinliği, belgesel ve kurmacayı iç içe geçiren özgün tarzıyla dünya sinemasında kendine özgü bir yer edinmiştir. En bilinen eserleri arasında Koker Üçlemesi  (1987–1994) – ki bu üçlemenin ilk filmi Khane-ye Doust Kodjast?  (Arkadaşımın Evi Nerede?) büyük beğeni toplamıştır – Nema-ye Nazdik  (Yakın Plan, 1990), Bād mā rā khāhad bord  (Rüzgar Bizi Sürükleyecek, 1999) ve 1997'de Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye kazanan başyapıtı Ta'm-e Gilas  (Kirazın Tadı, 1997) sayılabilir. Daha sonraki dönem çalışmalarından Copie Conforme  (Aslı Gibidir, 2010) ve Like Someone in Love  (Aşk Gibi, 2012) filmlerini ise ilk kez İran dışında, sırasıyla İtalya ve Japonya'da çekmiştir.  Arkadaşımın Evi Nerede? , Yakın Plan  ve Rüzgar Bizi Sürükleyecek  filmleri, BBC Culture tarafından 2018'de yapılan bir eleştirmen anketinde en iyi 100 yabancı film arasında gösterilmiş, Yakın Plan  ayrıca 2012'de yapılan prestijli Sight & Sound anketinde tüm zamanların en iyi 50 filmi arasında yer almıştır. Kiarostami'nin, özellikle Yakın Plan  gibi filmlerinde belgesel ve kurmacanın sınırlarını bulanıklaştıran yaklaşımı, sinemada gerçeklik algısını sorgulayan, izleyiciyi aktif bir katılıma davet eden öncü bir üsluptur.    Majid Majidi: Çocukların Gözünden Masumiyet ve Toplumsal Eleştiri 17 Nisan 1959 doğumlu Majid Majidi, film kariyerine oyuncu olarak başlamış, daha sonra yönetmenlik, senaristlik ve yapımcılık alanlarında da önemli eserler vermiştir. Majidi'nin filmleri, genellikle çocukların dünyasına odaklanır ve onların gözünden yoksulluk, fedakarlık, umut ve inanç gibi temaları işler. En çok tanınan filmi, 1997 yapımı Bacheha-ye Aseman  (Cennetin Çocukları)'dır. Bu film, En İyi Yabancı Dilde Film dalında Oscar'a aday gösterilerek büyük bir başarıya imza atmıştır. Diğer önemli filmleri arasında Pedar  (Baba, 1996), Rang-e Khodā  (Cennetin Rengi, 2000), Baran  (2001), Beed-e Majnoon  (Söğüt Ağacı, 2005) ve Avaze Gonjeshk-ha  (Serçelerin Şarkısı, 2008) bulunmaktadır. Majidi, ayrıca Pekin hükümeti tarafından 2008 Yaz Olimpiyatları'na hazırlık amacıyla Pekin şehrini tanıtmak için belgesel kısa film çekmeye davet edilen beş uluslararası film yönetmeninden biri olmuş ve "Vision Beijing" projesine katkıda bulunmuştur. Majidi'nin filmlerinde çocuk karakterleri sıkça kullanması, yoksulluk, toplumsal adaletsizlik gibi zor ve hassas temaları daha dokunaklı, filtresiz ve evrensel bir dille ele almasına olanak tanır. Çocukların masumiyeti ve saf bakış açıları, yetişkin dünyasının karmaşıklığı ve bazen acımasızlığıyla güçlü bir kontrast oluşturarak izleyicide derin bir etki bırakır.    Downpour Bahram Beyzaie, 1972, İran, 128 dk, Siyah-Beyaz Yoksul ve muhafazakâr bir mahalleye atanan bir öğretmen, bir öğrencisinin güzel kız kardeşine ilgi duyar. Ancak genç kadın bir kasapla nişanlıdır. Dedikoduların yayılmasıyla öğretmen toplum baskısıyla karşı karşıya kalır. Fransız Yeni Dalgası’nı ve İtalyan Yeni Gerçekçiliği’ni andıran ilk uzun metraj film, 2011’de Dünya Sineması Vakfı tarafından restore edilmiştir. Downpour - 1972 Bahman Ghobadi: Etnik Kimliklerin ve Sınırların Sineması 1969 yılında İran Kürdistanı'nın Bané şehrinde doğan Bahman Ghobadi, sinemaya olan tutkusunu önce radyoda çalışarak, ardından Sanandaj'da genç amatör film yapımcılarından oluşan bir gruba katılarak geliştirmiştir. Daha sonra film eğitimi almak için Tahran'a taşınmıştır. Ghobadi, 2000 yılında, özellikle İran'daki etnik gruplara odaklanan filmlerin yapımını amaçlayan Mij Film  adlı kendi yapım şirketini kurmuştur. Bu adım, onun sinemasının temel yönelimlerinden birini, yani genellikle ana akım anlatılarda yeterince temsil edilmeyen azınlıkların hikayelerini anlatma arzusunu ortaya koymaktadır. Birçok başarılı kısa filmden sonra, İran sineması tarihinde ilk Kürtçe uzun metrajlı film olarak kabul edilen Zamani Barayé Masti Asbha  (Sarhoş Atlar Zamanı, 2000) ile uluslararası alanda büyük beğeni toplamıştır. Bu film, Cannes Film Festivali'nde Altın Kamera (Caméra d'Or) ödülünü kazanmıştır. Lakposhtha hâm parvaz mikonand  (Kaplumbağalar da Uçar, 2004) ve Niwemang  (Yarım Ay, 2006) gibi diğer filmleri de dünya çapında çeşitli festivallerde iyi karşılanmış ve düzinelerce ödül kazanmıştır. Ghobadi'nin özellikle Kürt halkının zorlu yaşam koşullarını, sınırların ayırdığı hayatları ve kültürel kimlik mücadelelerini konu alan filmleri, İran sinemasının çeşitliliğini göstermesi ve genellikle göz ardı edilen azınlık deneyimlerine uluslararası bir platform sunması açısından büyük önem taşır. Ancak 2009 yılında, Tahran'daki yeraltı müziği sahnesini konu alan yarı belgesel niteliğindeki Kasi az Gorbehaye Irani Khabar Nadareh  (Kimse Fars Kedileri Hakkında Bilmiyor) filmini resmi izin almadan ve çok kısıtlı koşullar altında çekmesi, onun için bir dönüm noktası olmuştur. Bu filmden sonra İran'ı terk etmek ve çalışmalarına yurt dışında devam etmek zorunda kalmıştır. Bu durum, Ghobadi'nin sanatını bir ifade ve zaman zaman bir direniş biçimi olarak kullandığını ve bunun ciddi kişisel sonuçları olabileceğini göstermektedir.    Jafar Panahi: Yasaklara Rağmen Süren Direnişin ve Neo-Realizmin Sesi İranlı yönetmen Cafer Panahi, "Taksi" filminde öfkeli bir siyasi okumanın yapımcılığını yapıyor. Fotoğraf: KINO/LORBER/EVERETT Jafar Panahi, İran sinemasının en cesur ve en direngen seslerinden biridir. Birkaç yıl kısa filmler çektikten ve İranlı usta yönetmen Abbas Kiarostami'nin asistan yönetmenliğini yaptıktan sonra, Panahi ilk uzun metrajlı filmi Badkonake Sefid  (Beyaz Balon, 1995) ile uluslararası alanda büyük bir tanınırlık kazandı. Film, 1995 Cannes Film Festivali'nde Caméra d’Or (Altın Kamera) ödülünü kazanarak, bir İran filminin Cannes'da kazandığı ilk büyük ödül olma özelliğini taşıdı. Panahi, genellikle İtalyan Yeni Gerçekçiliği (neorealizm) tarzında filmler yapar ve eserlerinde toplumla doğrudan bir ilişki kurmaya, toplumsal sorunlara ayna tutmaya çalışır. Bu nedenle, filmlerinin çoğunda işsizlik, sefalet, yoksulluk, yolsuzluk ve toplumun adaletsizliğinden kaynaklanan sorunları açıkça ve cesurca göstermiştir. Panahi, sanatsal üretimine yönelik çeşitli kısıtlamalar ve yasaklarla karşılaşmasına rağmen film yapmaya devam etmiş, bu da onun sinemasını bir direniş ve ifade özgürlüğü mücadelesi sembolü haline getirmiştir. Aldığı sayısız uluslararası ödül arasında, 2013'te Berlin Uluslararası Film Festivali'nde senaryosuyla Gümüş Ayı, 2014'te Pardé  (Perde) filminin senaryosuyla (Çiçek adıyla anılmış olabilir) Asya Pasifik Ödülü, 2015'te Taxi  (Taksi Tahran) filmiyle Berlin Film Festivali'nde Altın Ayı ve 2018'de Se Rokh  (Üç Yüz) filmiyle Cannes Film Festivali'nde En İyi Senaryo ödülü bulunmaktadır. Panahi'nin neo-realist yaklaşımı, İran toplumundaki güncel sorunlara aracısız, çarpıcı bir bakış sunarak izleyiciyi bu gerçeklerle yüzleşmeye ve sorgulamaya davet eder. Onun sineması, kısıtlamalar altında bile sanatın nasıl güçlü bir eleştiri ve tanıklık aracı olabileceğinin canlı bir kanıtıdır.    İran Sinemasının Ruhunu Yansıtan Temalar ve Özellikler İran sineması, özellikle Yeni Dalga hareketiyle birlikte, sosyal gerçekçiliğe güçlü bir şekilde odaklanmış ve bu odak, sonraki dönemlerde de farklı biçimlerde varlığını sürdürmüştür. Bu sinema, sık sık tartışmalı konuları ele almaktan, yenilikçi anlatım teknikleri kullanmaktan ve modern yaşamın karmaşıklığını, bireyin bu yaşam içindeki yerini sorgulamaktan çekinmemiştir. Genel olarak bakıldığında, İran filmlerinde sıkça işlenen temalar arasında toplumsal sorunlar, aile içi ilişkilerin dinamikleri ve çatışmaları, yoksulluk ve sınıfsal farklılıklar, adaletsizlik ve bireyin toplumdaki konumu ile varoluşsal sorgulamalar öne çıkar.    Taraneh Alidoosti ve Yönetmen Asghar Farhadi Bu temaların işlendiği dikkate değer filmlerden bazıları ve kısa özetleri şunlardır: Asghar Farhadi'nin Satıcı  (2016) filminde, Arthur Miller'ın Satıcının Ölümü  oyununu sahneleyen genç bir çiftin, eşinin saldırıya uğraması sonucu yaşadıkları kriz ve geçmişle yüzleşmeleri anlatılır. Yine Farhadi'nin Bir Ayrılık  (2011) filminde, çocuklarının geleceği için başka bir ülkeye taşınmak isteyen eşi ile İran'da kalıp Alzheimer hastası babasına bakmak isteyen kocası arasında kalan bir ailenin zorlu kararı ve bu kararın sonuçları işlenir. Dariush Mehrjui'nin kült filmi Hamoun  (1990), karısının onu terk etmesi ve doktora tezini bitirmeye çalışırken hayatını, entelektüel ve ruhsal arayışlarını yeniden gözden geçiren bir adamın hikayesidir. Abbas Kiarostami'nin Altın Palmiyeli filmi Kirazın Tadı  (1997), intihar etmeye karar verdikten sonra kendisini bir kiraz ağacının altına sessizce gömecek birini arayan orta yaşlı bir adamın felsefi yolculuğunu konu alır. Yeni Dalga'nın öncü filmlerinden İnek  (1969), Mashti Hassan adlı bir köylünün çok sevdiği ineğine olan derin bağlılığını ve ineğinin ölümü üzerine yaşadığı travmayı, köylülerin ise onun bu durum karşısındaki tepkisinden duyduğu endişeyi anlatır.  Elly Hakkında  (2009), Hazar Denizi kıyısına tatile giden üç İranlı ailenin yanında bulunan Elly adında genç bir kadının gizemli bir şekilde ortadan kayboluşunu ve bu olayın ardından yaşanan gerilimleri ve ortaya çıkan sırları konu edinir. Majid Majidi'nin Oscar adayı filmi Cennetin Çocukları  (1997), küçük kız kardeşi Zohre'nin ayakkabılarını kaybeden Ali'nin, yoksulluk içinde yeni bir çift ayakkabı bulma çabalarını ve kardeşiyle yaptığı dokunaklı işbirliğini anlatır. Yine Majidi'den Cennetin Rengi  (1999), Tahran'daki körler enstitüsünde okuyan Mohammad adlı görme engelli bir çocuğun, yaz tatili için babasının onu köyüne götürmesini beklemesi ve babasıyla olan karmaşık ilişkisini ele alır. Hamid Nematollah'ın yönettiği Butik  (2003), bir giyim mağazasında çalışan Jahan'ın, Eti adında fakir bir kızla tanışması ve ona yardım etmeye çalışırken kendi hayatının da çıkmaza girmesini konu alır. Kambuzia Partovi'nin Kafe Transit  (Sınır Kafe, 2005) filminde ise, ölen kocasının kamyon durağı kafesini işletmek için toplumsal geleneklere karşı çıkan, bağımsız ruhlu bir dul kadının hikayesi anlatılır.    Bu filmler ve benzerleri, İran sinemasının genellikle sıradan insanların küçük, kişisel hikayeleri üzerinden evrensel insani durumları, ahlaki çatışmaları ve büyük toplumsal meseleleri anlatma becerisini gösterir. Bu "küçük hikayeler", izleyicide derin bir etki bırakarak onları düşünmeye ve sorgulamaya sevk eder. Cennetin Çocukları , Cennetin Rengi  ve Jafar Panahi'nin Beyaz Balon  gibi filmlerde çocuk kahramanların sıkça kullanılması, toplumsal eleştiriyi daha dolaylı, masum bir perspektiften sunma ve belki de sansürün getirdiği kısıtlamaları aşma amacı taşıyan bir anlatı stratejisi olarak görülebilir. Çocukların dünyası, yetişkinlerin karmaşık ve bazen acımasız gerçeklerine karşı bir sığınak ve aynı zamanda güçlü bir eleştiri aracı olabilir. İtalyan Yeni Gerçekçiliği'nden etkilenen ve Panahi gibi yönetmenlerce benimsenen gerçekçi üslup, genellikle profesyonel olmayan oyuncuların ve gerçek mekanların kullanımıyla filmlere büyük bir otantiklik ve güçlü bir duygusal etki katar. Bu şiirsel sadelik ve gerçekçilik arayışı, İran sinemasının en belirgin ve takdir edilen özelliklerinden biridir. Sınırları Aşan Bir Sinema Dili İran sineması, kuruluşundan bugüne dek geçirdiği evreler, karşılaştığı zorluklar ve elde ettiği uluslararası başarılarla, sinema tarihinde kendine özgü ve saygın bir yer edinmiştir. Özellikle İslam Devrimi sonrası dönemde, pek çok kişinin sonunun geldiğini düşündüğü bir ortamda küllerinden yeniden doğarak dünyanın en yenilikçi ve dikkate değer sinemalarından biri haline gelmesi, bu sanatın direncini ve İranlı sinemacıların yaratıcılığını gözler önüne sermektedir. İran sinemasının kalıcı cazibesi ve evrensel çekiciliği, kendi kültürel ve toplumsal gerçeklerini, derin insani duygular, karmaşık ahlaki sorgulamalar ve incelikli bir sanatsal üslupla birleştirerek anlatma becerisinden kaynaklanır. Filmler, İran'a özgü hikayeler anlatırken, aynı zamanda sevgi, kayıp, adalet, fedakarlık, umut gibi evrensel temalara dokunarak coğrafi ve kültürel sınırları aşar ve dünyanın dört bir yanındaki izleyicilerle güçlü bir bağ kurar. Bu sinema, sıradan insanların hayatlarındaki küçük ayrıntılardan yola çıkarak büyük insani dramları ve toplumsal gerçekleri yansıtma konusunda ustalaşmıştır. Sonuç olarak, İran sineması, sadece bir eğlence aracı olmanın çok ötesinde, bir toplumun ruhunu, umutlarını, korkularını, çelişkilerini ve direncini yansıtan güçlü bir kültürel ifade biçimidir. Perdeye yansıyan her bir kare, izleyiciyi hem İran'ın özgün dünyasına bir yolculuğa çıkarır hem de kendi hayatı ve insanlık durumu üzerine düşünmeye davet eder. Bu zengin ve katmanlı sinemayı daha fazla keşfetmek, şüphesiz ki sinemaseverler için ufuk açıcı ve unutulmaz bir deneyim olacaktır.

  • 2025'in En İyi Aksiyon Filmleri: Black Bag, Warfare ve Thunderbolts Zirvede!

    2025 yılı sinema severler için aksiyon dolu bir yıl olmaya devam ediyor. Eleştirmenlerden tam not alan yeni filmler vizyondaki yerini alırken, merakla beklenen dev yapımlar da yolda. Rotten Tomatoes ve IMDB puanları dikkate alındığında öne çıkan üç film, şimdiden yılın favorileri arasında yerini aldı: Black Bag , Warfare  ve Thunderbolts . 2025'in en çok öne çıkan aksiyon filmleri. 1. Black Bag (14 Mart 2025) Rotten Tomatoes : %96 IMDB : 6.8/10 (1,045,000 oy) IMDB Popülerlik Sırası : 235 Yönetmen : Steven Soderbergh Oyuncular : Michael Fassbender, Cate Blanchett, Pierce Brosnan, Naomie Harris, Regé-Jean Page "Black Bag", casusluk türünün ağır toplarından biri olmaya aday. Steven Soderbergh imzalı bu yapım, sadakat ve ihanet ikilemindeki bir ajan hikayesine odaklanıyor. Yoğun diyaloglar ve ustaca yazılmış senaryosuyla öne çıkan film, aksiyondan ziyade zekice kurgusuyla dikkat çekiyor. Rotten Tomatoes’tan %96 gibi etkileyici bir puan alması, filmi eleştirmenlerin gözdesi yapıyor. 2. Warfare (11 Nisan 2025) Rotten Tomatoes : %93 IMDB : 7.4/10 (36.500 oy) IMDB Popülerlik Sırası : 127 Yönetmenler : Alex Garland & Ray Mendoza Oyuncular : D'Pharaoh Woon-A-Tai, Will Poulter, Cosmo Jarvis, Joseph Quinn Gerçek savaş deneyimlerinden esinlenerek hazırlanan "Warfare", izleyiciyi Irak’taki Ramadi kentine götürüyor. Film, savaşın ham gerçekliğini stilize etmeden yansıtıyor. Güçlü ses tasarımı ve belgeselvari atmosferiyle izleyicide sarsıcı bir etki bırakıyor. Garland ve Mendoza ikilisi, bu savaş dramında izleyiciye kolay kolay unutulmayacak sahneler sunuyor. 3. Thunderbolts (25 Temmuz 2025) Rotten Tomatoes : %88 IMDB : Henüz açıklanmadı Yönetmen : Jake Schreier Oyuncular : Florence Pugh, Sebastian Stan, Julia Louis-Dreyfus Marvel Sinematik Evreni’nin en yeni yapımlarından "Thunderbolts", süper kahramanlar yerine anti-kahramanlara odaklanan dinamik bir ekip hikayesi sunuyor. Rotten Tomatoes üzerinden %88 gibi yüksek bir ön değerlendirme alması, filme olan ilgiyi artırıyor. MCU’nun 28. “Certified Fresh” filmi olarak listelenmesi, beklentileri daha da yükseltiyor. Diğer Dikkate Değer Filmler: Novocaine  – %81 (14 Mart 2025) Last Breath  – %79 Fight or Flight  – %77 The Accountant 2  – %76 (Ben Affleck ve Jon Bernthal’lı devam filmi) Havoc  – %65 (Tom Hardy başrolde) The Gorge  – %63 The Amateur  – %60 (11 Nisan 2025) Dikkat Çeken Bir X (Twitter) Dedikodusu Mayıs 2025'te X (eski adıyla Twitter) üzerinden yayılan bir söylenti, Hintli yıldız Avneet Kaur ’un Mission: Impossible – The Final Reckoning  filminde yer alabileceğini öne sürdü. Tom Cruise ile birlikte prömiyerde görüntülenmesi bu iddiaları güçlendirdi. Ancak yapımcılar tarafından resmi bir açıklama yapılmış değil. Yolda Olan Aksiyon Filmleri (2025) Henüz vizyona girmemiş ama büyük ilgiyle beklenen aksiyon yapımlarından bazıları şunlar: From the World of John Wick: Ballerina  (Haziran 2025 – Ana de Armas başrolde) Predator: Killer of Killers  (Haziran 2025 – Amazon MGM) Superman  (Temmuz 2025 – David Corenswet ile reboot) Jurassic World Rebirth  (Temmuz 2025 – Universal) Sonic the Hedgehog 3  (Ocak 2025 – Paramount) Bu yapımların çoğu şu anda yapım aşamasında ya da post-prodüksiyon sürecinde.

  • Taksim’den 19 Mart’a: Mekân Üzerinden Kurulan Totaliter Rejim

    Totaliter rejimler yalnızca sözle değil, taşla, betonla, planla da inşa edilir. 19 Mart 2025 tarihinde yaşananlar, bir toplumsal baskının mekânsal yüzünü açıkça ortaya koydu. 19 Mart’a kadar gözaltına alınanlar yalnızca bireyler değil, kamusal alanları, birlikte yaşama hakkını ve kent bilincini savunan şehir plancıları ve bu şehrin sürdürülebilir politik ve sosyal alan olduğunu savunanlardır. Onlar hâlâ tutuklu. Suçları ne mi? Bir parkı savunmak. Bir planı eleştirmek. Bir kente “hayır” deme hakkını kullanmak. Ama aslında bunun adı çok daha açık: rejimin mekâna hükmetme arzusuna karşı durmak. Gezi Parkı yıllar önce yalnızca birkaç ağacı değil, bir halkın mekânsal iradesini savunduğu yer olmuştu. 2013’te parkı savunanlar, kente dair alınan kararlarda söz sahibi olmak isteyen yurttaşlardı. Ve bu alan, boşluğu ve belirsizliğiyle totaliter düşüncenin asla kabullenemeyeceği bir şeydi: kontrolsüz kamusal alan. O yüzden saldırıya uğradı, bastırıldı. Bugün hâlâ Gezi’nin hesabı, mekân üzerinden sürdürülüyor. 19 Mart 2025’teki gözaltılar, bu bastırmanın yeniden kurumsallaştığını gösteriyor. Kent suçunun failine değil, eleştirmenine yöneltilen suçlama; demokrasiyle değil, otoriteyle uyumludur. Şehir plancıları, kamusal alanı savundukları, afet toplanma alanlarının ranta açılmasına karşı çıktıkları, kentte yaşayanların hakkını savundukları için tutuklandılar. Çünkü totaliter sistemler, mekânı yalnızca kontrol aracı olarak görür. Ve mekâna itiraz edenleri, “suçlu” ilan eder. Bu sistemin temel özelliği, boşluklardan korkmaktır. Gezi Parkı, Taksim Meydanı, üniversite kampüsleri, parklar, sokaklar… Hepsi birer tehdit olarak görülür. Çünkü bu alanlar; birlikte düşünmenin, karşılaşmanın, eleştirinin, direnişin doğduğu yerlerdir. İşte bu yüzden boşluklar ya AVM’ye, ya otoparka, ya “dönüşüm projesine” kurban edilir. Toplanma alanları yok edilir. Şehir, gözetleme sistemine, disiplinin alanına dönüşür. Mimarlık bu oyunun ya bir parçasıdır ya da ona karşı direnir. Eğer biz bugün yapılanları yalnızca “kentsel dönüşüm”, “imar uygulaması”, “peyzaj yenilemesi” olarak okursak, susmuş oluruz. Oysa planlanan şey yalnızca yapılar değil; itaatin mekânsal örgütlenmesidir. Görünürlük, müdahale edilebilirlik, izlenebilirlik—işte bu yeni kent anlayışının temel ilkeleri. Ve evet, 19 Mart sadece bir gün değildir. Bir uyarıdır. Geçmişi hatırlatır, geleceğe işaret eder. Gezi yalnızca bir anı değil, süregelen bir mücadeledir. Bugün şehir plancılarını hapse atan sistem, yarın hepimizi sözsüz, sessiz ve mekânsız bırakmak ister. Bu yüzden biz, bu boşlukları, bu parkları, bu alanları savunmaya devam edeceğiz. Unutulmamalı: Bir kent, birkaç kişi tarafından planlanamaz ve halka dayatılamaz. Çünkü kent yalnızca haritalarda değil, hafızalarda yaşar. “DON'T BE ANOTHER BRICK IN THE WALL İnsandan tuğlalar ören sisteme isyan”

  • Dexter: Resurrection: Efsanevi Seri Geri Dönüyor!

    Dexter hayranları için heyecan verici bir gelişme var: Michael C. Hall'un başrolünde yer aldığı efsanevi dizi, Dexter: Resurrection  adıyla geri dönüyor. Paramount+ ve Showtime ortak yapımı olan bu yeni dizi, 11 Temmuz 2025'te izleyicilerle buluşacak.  Dexter: Geri Dönüş Dexter hayranları için müjdeli haber: Michael C. Hall'un başrolünde yer aldığı efsanevi seri, "Dexter: Resurrection" ile geri dönüyor. Paramount+ ve Showtime ortak yapımı olan bu yeni dizi, 11 Temmuz 2025'te izleyicilerle buluşacak. Dizi, "Dexter: New Blood"un hemen sonrasını konu alıyor ve Dexter Morgan'ın hayatta kalıp New York'ta kayıp oğlu Harrison'ı arayışını anlatıyor. Konu Dexter: Resurrection", Dexter Morgan'ın oğlu Harrison tarafından vurulmasının ardından hayatta kalmasıyla başlıyor. Komadan uyanan Dexter, oğlunun kaybolduğunu öğrenir ve onu bulmak için New York'a gider. Bu süreçte, Dexter geçmişiyle yüzleşir ve babalık duygularını yeniden keşfeder. Michael C. Hall, bu yeni sezonda karakterin daha derin ve insani yönlerini vurgulayacaklarını belirtiyor. Oyuncu Kadrosu ve Yeni Yüzler Dizide, orijinal seriden tanıdık yüzler geri dönüyor: Michael C. Hall (Dexter Morgan) Jack Alcott (Harrison Morgan) David Zayas (Angel Batista) James Remar (Harry Morgan) John Lithgow (Trinity Killer) Jimmy Smits (Miguel Prado) Ayrıca, diziye yeni katılan isimler arasında: Neil Patrick Harris (Lowell) Krysten Ritter (Mia Lapierre) Eric Stonestreet (Al) Peter Dinklage (Leon Prater) Uma Thurman (Charley) Bu yeni karakterler, Dexter'ın hikayesine farklı boyutlar katacak. Yayın Tarihi ve Platform "Dexter: Resurrection", 11 Temmuz 2025'te Paramount+ ve Showtime platformlarında yayınlanmaya başlayacak. İlk iki bölüm aynı gün yayınlanacak ve ardından her hafta yeni bir bölüm izleyicilerle buluşacak.

  • Thunderbolts After Credits Var mı?

    Thunderbolts filmi sonunda vizyonda! Akıllarda aynı soru var. Mid Credits veya After Credits var mı? EVET İKİSİ DE VAR. İYİ SEYİRLER.

  • Japon Sinemasının Yüzyılı Aşan Yolculuğu (IMDB Listesi)

    Dünyanın en köklü sinema endüstrilerinden biri olan Japon sineması, yüzyılı aşkın süredir hem Doğu hem de Batı sinemasını derinden etkileyen, özgün türleriyle hafızalara kazınan filmlere imza atmaya devam ediyor. Anime ve samuray sineması gibi türleri dünyaya kazandıran bu sinema kültürü, sadece kendi coğrafyasının değil, küresel sinema tarihinin de yapı taşlarından biri haline geldi. Yolculuk 1897'de başladı Japonya’da sinema üretimi 1897 yılında başladı. O günden bu yana Japon yönetmenler, En İyi Yabancı Film dalında dört kez Oscar kazanarak Asya ülkeleri arasında bu ödüle en fazla ulaşan ülke oldu. Japon sinemasının etkisi günümüzde de sürüyor; her geçen yıl daha fazla izleyiciyi kendine çeken güçlü hikâyeler, etkileyici görsellik ve sınır tanımayan anlatı teknikleriyle izleyicileri büyülüyor. IMDb verilerine dayanarak hazırlanan özel bir liste, Japon yönetmenler tarafından çekilmiş ve Japonca dilinde üretilmiş en iyi 50 filmi sıralıyor. Listeye girebilmek için bir filmin en az 5.000 kullanıcı oyu almış olması gerekiyor. Sıralama IMDb puanına göre yapılırken, eşitlik durumunda oylama sayısı belirleyici oluyor. Ayrıca Metascore gibi eleştirmen değerlendirmeleri de bağlam sağlamak adına dikkate alınmış. Bu liste, Japon sinemasının en görkemli eserlerini bir araya getiriyor. Akira Kurosawa gibi klasikleşmiş ustalardan, Sion Sono gibi çağdaş sanat sinemasının yaratıcılarına kadar pek çok önemli ismin filmleri yer alıyor. Bu filmleri izlemek, Japon sinemasının ne denli zengin ve dönüştürücü bir mirasa sahip olduğunu anlamak için eşsiz bir yolculuk sunuyor. Hem kalbinizi sarsacak hem de zihninizi açacak bu filmler, sinemanın evrensel diline Japonya’nın ne kattığını gözler önüne seriyor. IMDb 8.6/10 Puanlı Filmler Yedi Samuray (Seven Samurai, 1954) – 8.6/10 Akira Kurosawa’nın yönettiği bu epik film, köylerini haydutlardan korumak için paralı samuraylar tutan köylülerin hikayesini anlatır. Yaklaşık 3,5 saatlik süresiyle sinema tarihinin en etkili yapımlarından biridir. Kurosawa’nın ustalığı, karakter derinliği ve savaş sahnelerinin yanı sıra, toplumsal eleştirileriyle de dikkat çeker. "The Magnificent Seven" gibi doğrudan yeniden çevrimlere ve "A Bug's Life" gibi ilham alan yapımlara öncülük etmiştir. Harakiri (1962) – 8.6/10 Masaki Kobayashi’nin yönettiği bu samuray draması, feodal otoriteyi ve onur, intikam, adalet gibi temaları sorgular. Bir ronin’in intihar isteğiyle bir lordun sarayına gelmesiyle başlayan film, sistemin adaletsizliğini gözler önüne serer. Siyah-beyaz sinematografisi ve güçlü oyunculuklarıyla, samuray kodlarının katılığını eleştirir. Ruhların Kaçışı (Spirited Away, 2001) – 8.6/10 Hayao Miyazaki’nin bu animasyon başyapıtı, ailesi domuzlara dönüşen 10 yaşındaki Chihiro’nun gizemli bir ruhlar dünyasındaki macerasını anlatır. Fantastik ögelerle büyüme temalarını birleştiren film, Oscar ödüllü ilk ve tek Japon animasyonudur ve Japonya tarihinin en çok izlenen filmidir. IMDb 8.3/10 Puanlı Filmler Yaşamak (Ikiru, 1952) – 8.3/10 Bir başka Kurosawa klasiği olan Yaşamak, ölümcül bir hastalık teşhisi konan bir bürokratın hayatının anlamını arayışını anlatır. Ölüm, yaşam amacı ve insanlık üzerine derin bir meditasyondur. Takashi Shimura’nın başroldeki performansı unutulmazdır. Sansho the Bailiff (1954) – 8.3/10 Kenji Mizoguchi’nin yönettiği bu dönem draması, sürgüne gönderilen bir valinin köleliğe satılan çocuklarının hikayesini anlatır. İnsan acısı, merhamet ve ahlaki bütünlük temalarını işler. Mizoguchi’nin uzun planları ve duygusal anlatımıyla öne çıkar. Prenses Mononoke (Princess Mononoke, 1997) – 8.3/10 Miyazaki’nin bir diğer başyapıtı olan bu film, doğa ile insan arasındaki çatışmayı epik bir şekilde işler. Orman tanrıları ile doğal kaynakları sömüren insanlar arasındaki mücadelede bir prensin arada kalışını anlatır. Film, Japonya’da gişe rekorları kırmış ve animeyi Batı’da daha geniş kitlelere tanıtmıştır. IMDb 8.2/10 Puanlı Filmler Rashomon (1950) – 8.2/10 Kurosawa’nın uluslararası çıkış yaptığı bu film, bir cinayet ve tecavüz olayını dört farklı bakış açısından anlatır. "Rashomon etkisi" kavramını sinemaya kazandırmıştır. Gerçek, algı ve insan doğası üzerine çarpıcı bir sorgulamadır. IMDb 8.1/10 Puanlı Filmler Tokyo Hikayesi (Tokyo Story, 1953) – 8.1/10 Yasujirō Ozu’nun bu dokunaklı aile draması, yaşlı ebeveynlerin Tokyo’daki çocuklarını ziyaret etmeleri ve ilgisizlikle karşılaşmalarını konu alır. Nesiller arası kopuş ve geleneksel aile yapısının çözülüşü üzerine evrensel bir başyapıttır. Ugetsu (1953) – 8.1/10 Kenji Mizoguchi’nin bu filmi, iç savaş döneminde geçen ve hırslarının peşinden giden iki köylünün doğaüstü olaylarla karşılaşmasını anlatır. Tarihsel drama ile Japon hayalet hikayelerini ustaca birleştirir. Oharu’nun Hayatı (The Life of Oharu, 1952) – 8.1/10 Mizoguchi’nin bir başka başyapıtı olan bu film, feodal Japonya’da ayrıcalıklı bir kadının toplumsal çöküşünü anlatır. Kadınların toplumdaki konumuna dair güçlü bir eleştiridir. IMDb 8.0/10 Puanlı Filmler Akira (1988) – 8.0/10 Katsuhiro Otomo’nun siberpunk animesi, distopik bir Neo-Tokyo’da geçer ve Japon animasyonunun dünya çapında saygınlık kazanmasını sağlamıştır. Güç, yozlaşma ve insan evrimi temalarını işler. Yol Arkadaşım (Departures, 2008) – 8.0/10 Yōjirō Takita’nın yönettiği film, kasabasına dönen ve cenaze hazırlama işi yapan bir çellistin hikayesini anlatır. Ölüm ve yaşam üzerine dokunaklı, mizahi ve sıcak bir bakış sunar. En İyi Yabancı Film Oscar’ını kazanmıştır. 8.0 Altı Puanlı Dikkat Çekici Filmler Ghost in the Shell (1995) – 7.9/10 Mamoru Oshii’nin felsefi bilimkurgu animesi, kimlik ve bilinç temalarını işler. "The Matrix" gibi Hollywood filmlerini etkilemiştir. Hana-bi (Fireworks, 1997) – 7.7/10 Takeshi Kitano’nun yönettiği ve başrolünde oynadığı bu suç draması, kişisel ve mesleki krizlerle boğuşan bir dedektifi anlatır. Battle Royale (2000) – 7.5/10 Kinji Fukasaku’nun tartışmalı filmi, otoriter bir hükümet tarafından ölümüne dövüşmeye zorlanan öğrencileri konu alır. "The Hunger Games" gibi yapımlara ilham vermiştir.

  • Dünyanın En Yaşlı Yaşayan Film Yönetmenleri: Detaylı Bir İnceleme

    Bu yazımızda, dünyanın en yaşlı yaşayan film yönetmenlerinin listesini detaylı bir şekilde sunuyor, her bir yönetmenin önemli eserlerini ve 2025 yılı itibarıyla güncel durumlarını ele alıyoruz. Liste, BFI’nin 2024 listesi temel alınarak hazırlanmış ve bazı yönetmenlerin son dönemdeki faaliyetleri veya önemli olayları da eklenmiştir. Yönetmenler ve Güncel Durumları Alejandro Jodorowsky (17 Şubat 1929) 1. Francis Rigaud (22 Mart 1920) Önemli Filmler : Nous irons à Deauville  (1962), Les Nouveaux Aristocrates  (1961) Hakkında : 105 yaşında olan Rigaud, Fransız sinemasında komedi filmleriyle tanınır. Şu anda dünyanın en yaşlı yaşayan film yönetmeni olarak kabul ediliyor. Francis Rigaud (1920) Güncel Durum : Son yıllarda aktif bir şekilde film yapmadığı biliniyor. 2025 itibarıyla herhangi bir yeni proje haberi bulunmamakta. 2. Manos Zacharias (9 Temmuz 1922) Önemli Filmler : Punisher  (1968), The Night Passenger  (1962) Hakkında : Yunan asıllı yönetmen, Sovyet sinemasında politik temalı filmleriyle dikkat çekti. Punisher (1968) Güncel Durum : 102 yaşında olan Zacharias’ın son yıllarda aktif olmadığı görülüyor. 3. George Morrison (3 Kasım 1922) Önemli Filmler : Mise Éire  (1959), Saoirse?  (1961) Hakkında : İrlanda sinemasında belgesel tarzı yapımlarıyla tanınır. Güncel Durum : 102 yaşında, aktif değil. 4. Jean-Charles Tacchella (23 Eylül 1925) Önemli Filmler : Cousin cousine  (1975), Blue Country  (1977) Hakkında : Fransız Yeni Dalga sinemasına katkıda bulundu. Güncel Durum : 99 yaşında, son yıllarda yeni proje haberi yok. 5. Lee Grant (31 Ekim 1925) Önemli Filmler : Down and Out in America  (1986), Tell Me a Riddle  (1980) Hakkında : Hem oyuncu hem yönetmen olarak başarılı bir kariyere sahip. Hollywood kara listesi döneminden sağ çıkan nadir isimlerden. Güncel Durum : 2025’te filmleri restore edilerek Film Forum retrospektifinde sergilendi. 99 yaşında hâlâ sinema dünyasında saygı görüyor. 6. Mel Brooks (28 Haziran 1926) Önemli Filmler : High Anxiety  (1977), The Producers  (1967) Hakkında : Komedi sinemasının efsane ismi, EGOT sahibi (Emmy, Grammy, Oscar, Tony). Güncel Durum : 98 yaşında olan Brooks, Spaceballs  devam filmi için çalışıyor ve Judd Apatow’un yönettiği bir belgesel projesinde yer alıyor (Variety). 7. Margot Benacerraf (14 Ağustos 1926) Önemli Filmler : Araya  (1959), Reverón  (1951) Hakkında : Venezuelalı sinemacı, Latin Amerika sinemasına katkılarıyla tanınır. Güncel Durum : 98 yaşında, aktif değil. 8. Alvin Rakoff (6 Şubat 1927) Önemli Filmler : Passport to Shame  (1958), Requiem for a Heavyweight  (1957) Hakkında : Kanadalı yönetmen, televizyon ve sinema projeleriyle biliniyor. Güncel Durum : 98 yaşında, yeni proje haberi yok. 9. Pere Portabella (11 Şubat 1927) Önemli Filmler : Umbracle  (1972), Vampir-Cuadecuc  (1971) Hakkında : İspanyol sinemasında deneysel yaklaşımlarıyla tanınır. Güncel Durum : 98 yaşında, aktif değil. 10. Allen Baron (14 Nisan 1927) Önemli Filmler : Blast of Silence  (1961), Pie in the Sky  (1964) Hakkında : Amerikan bağımsız sinemasında kült filmler üretti. Güncel Durum : 97 yaşında, aktif değil. 11. Jerry Schatzberg (26 Haziran 1927) Önemli Filmler : The Panic in Needle Park  (1971), Scarecrow  (1973) Hakkında : Amerikan sinemasında gerçekçi dramlarıyla biliniyor. Güncel Durum : 97 yaşında, yeni proje haberi yok. 12. Toshio Masuda (5 Ekim 1927) Önemli Filmler : Rusty Knife  (1958), Tora! Tora! Tora!  (1970) Hakkında : Japon sinemasında aksiyon ve savaş filmleriyle tanınır. Güncel Durum : 97 yaşında, aktif değil. 13. Marcel Ophuls (1 Kasım 1927) Önemli Filmler : The Sorrow and the Pity  (1969), Hotel Terminus  (1988) Hakkında : Belgesel sinemasında önemli bir isim. Güncel Durum : 97 yaşında, aktif değil. 14. Michael Roemer (1 Ocak 1928) Önemli Filmler : Nothing but a Man  (1964), The Plot Against Harry  (1971) Hakkında : Amerikan bağımsız sinemasında sosyal temalı filmler üretti. Güncel Durum : 97 yaşında, yeni proje haberi yok. 15. Joseph McGrath (28 Mart 1928) Önemli Filmler : The Magic Christian  (1969), Casino Royale  (1967) Hakkında : İrlandalı yönetmen, komedi filmleriyle biliniyor. Güncel Durum : 96 yaşında, aktif değil. 16. James Ivory (7 Haziran 1928) Önemli Filmler : Howards End  (1992), A Room with a View  (1985) Hakkında : Merchant Ivory Productions ile klasik edebiyat uyarlamalarıyla tanınır. Güncel Durum : 96 yaşında, 2021’de otobiyografisi Solid Ivory: Memoirs  yayımlandı ve 2022’de A Cooler Climate  belgeselini yönetti. 17. Serge Bourguignon (3 Eylül 1928) Önemli Filmler : Sundays and Cybèle  (1962), Two Weeks in September  (1967) Hakkında : Fransız sinemasında duygusal hikayeleriyle biliniyor. Güncel Durum : 96 yaşında, aktif değil. 18. Susumu Hani (10 Ekim 1928) Önemli Filmler : Bad Boys  (1961), Children Who Draw  (1955) Hakkında : Japon sinemasında belgesel ve deneysel filmler üretti. Güncel Durum : 96 yaşında, yeni proje haberi yok. 19. Chung Chang-wha (1 Kasım 1928) Önemli Filmler : King Boxer  (1972), Horizon  (1960) Hakkında : Güney Kore sinemasında aksiyon filmleriyle tanınır. Güncel Durum : 96 yaşında, aktif değil. 20. Alejandro Jodorowsky (17 Şubat 1929) Önemli Filmler : The Holy Mountain  (1973), El Topo  (1970) Hakkında : Şilili yönetmen, sürrealist ve kült filmleriyle ünlü. Güncel Durum : 96 yaşında, 2023’te Viaje Esencial  adlı yeni bir film projesi duyurdu ve 2024’te Los Angeles’ta filmlerini tanıttı (Los Angeles Times). 21. Mark Rydell (23 Mart 1929) Önemli Filmler : On Golden Pond  (1981), The Fox  (1967) Hakkında : Amerikan sinemasında duygusal dramlarıyla biliniyor. Güncel Durum : 95 yaşında, aktif değil. 22. Kazuo Ikehiro (25 Ekim 1929) Önemli Filmler : Zatoichi and the Chest of Gold  (1964) Hakkında : Japon sinemasında samuray filmleriyle tanınır. Güncel Durum : 95 yaşında, yeni proje haberi yok. 23. Frederick Wiseman (1 Ocak 1930) Önemli Filmler : Menu-Plaisirs les Troisgros  (2023), Titicut Follies  (1967) Hakkında : Amerikan belgesel sinemasında öncü bir isim. Güncel Durum : 95 yaşında, son filmi 2023’te yayımlandı, ancak 2025’te yeni proje haberi yok. 24. Larry Peerce (19 Nisan 1930) Önemli Filmler : The Incident  (1967), Goodbye, Columbus  (1969) Hakkında : Amerikan sinemasında sosyal temalı filmler üretti. Güncel Durum : 94 yaşında, aktif değil. Önemli Notlar Roger Corman ’ın 9 Mayıs 2024’teki vefatı, listedeki durumunu etkiledi (Variety). Bu nedenle, liste hazırlanırken bu bilgi dikkate alındı. Çoğu yönetmen, ileri yaşları nedeniyle aktif film yapımından çekilmiş durumda. Ancak, Mel Brooks ve Alejandro Jodorowsky gibi isimler hâlâ projelerde yer alıyor. Lee Grant’ın filmlerinin restorasyonu, onun sinema dünyasındaki etkisinin devam ettiğini gösteriyor (IndieWire). Liste, 2025 Nisan itibarıyla güncel bilgilerle hazırlanmıştır ve her yönetmen için mevcut olan en son veriler kullanılmıştır. Öne Çıkan Noktalar Francis Rigaud , 105 yaşında dünyanın en yaşlı yaşayan film yönetmeni olarak biliniyor, ancak son yıllarda aktif değil. Lee Grant ’ın filmleri restore edilerek 2025’te Film Forum retrospektifinde sergileniyor. Mel Brooks , Spaceballs  devam filmiyle ve bir belgesel projesiyle aktifliğini sürdürüyor. Alejandro Jodorowsky , yeni bir film projesi üzerinde çalışıyor ve festivallerde yer alıyor. Roger Corman , 2024’te vefat etti, bu nedenle listedeki durumu güncellendi. Liste ve Güncel Gelişmeler Sıra İsim Doğum Tarihi Önemli Filmler Güncel Gelişmeler 1 Francis Rigaud 22 Mart 1920 Nous irons à Deauville  (1962), Les Nouveaux Aristocrates  (1961) 105 yaşında, aktif değil. 2 Manos Zacharias 9 Temmuz 1922 Punisher  (1968), The Night Passenger  (1962) Aktif değil. 3 George Morrison 3 Kasım 1922 Mise Éire  (1959), Saoirse?  (1961) Aktif değil. 4 Jean-Charles Tacchella 23 Eylül 1925 Cousin cousine  (1975), Blue Country  (1977) Aktif değil. 5 Lee Grant 31 Ekim 1925 Down and Out in America  (1986), Tell Me a Riddle  (1980) Filmleri 2025’te restore edilip sergilendi. 6 Mel Brooks 28 Haziran 1926 High Anxiety  (1977), The Producers  (1967) Spaceballs  devam filmi ve belgesel projesi. 7 Margot Benacerraf 14 Ağustos 1926 Araya  (1959), Reverón  (1951) Aktif değil. 8 Alvin Rakoff 6 Şubat 1927 Passport to Shame  (1958), Requiem for a Heavyweight  (1957) Aktif değil. 9 Pere Portabella 11 Şubat 1927 Umbracle  (1972), Vampir-Cuadecuc  (1971) Aktif değil. 10 Allen Baron 14 Nisan 1927 Blast of Silence  (1961), Pie in the Sky  (1964) Aktif değil. 11 Jerry Schatzberg 26 Haziran 1927 The Panic in Needle Park  (1971), Scarecrow  (1973) Aktif değil. 12 Toshio Masuda 5 Ekim 1927 Rusty Knife  (1958), Tora! Tora! Tora!  (1970) Aktif değil. 13 Marcel Ophuls 1 Kasım 1927 The Sorrow and the Pity  (1969), Hotel Terminus  (1988) Aktif değil. 14 Michael Roemer 1 Ocak 1928 Nothing but a Man  (1964), The Plot Against Harry  (1971) Aktif değil. 15 Joseph McGrath 28 Mart 1928 The Magic Christian  (1969), Casino Royale  (1967) Aktif değil. 16 James Ivory 7 Haziran 1928 Howards End  (1992), A Room with a View  (1985) 2021’de otobiyografi, 2022’de belgesel. 17 Serge Bourguignon 3 Eylül 1928 Sundays and Cybèle  (1962), Two Weeks in September  (1967) Aktif değil. 18 Susumu Hani 10 Ekim 1928 Bad Boys  (1961), Children Who Draw  (1955) Aktif değil. 19 Chung Chang-wha 1 Kasım 1928 King Boxer  (1972), Horizon  (1960) Aktif değil. 20 Alejandro Jodorowsky 17 Şubat 1929 The Holy Mountain  (1973), El Topo  (1970) Yeni film projesi ve festival katılımı. 21 Mark Rydell 23 Mart 1929 On Golden Pond  (1981), The Fox  (1967) Aktif değil. 22 Kazuo Ikehiro 25 Ekim 1929 Zatoichi and the Chest of Gold  (1964) Aktif değil. 23 Frederick Wiseman 1 Ocak 1930 Menu-Plaisirs les Troisgros  (2023), Titicut Follies  (1967) Aktif değil. 24 Larry Peerce 19 Nisan 1930 The Incident  (1967), Goodbye, Columbus  (1969) Aktif değil.

  • 44. İstanbul Film Festivali: Sinemanın Işığında 12 Günlük Bir Yolculuk

    11-22 Nisan 2025 44. İstanbul Film Festivali Türkiye’nin en köklü ve en büyük uluslararası sinema etkinliği, İstanbul Film Festivali 44. kez sinema tutkunlarıyla buluşuyor. 11-22 Nisan tarihleri arasında düzenlenecek festival, dünya sinemasının en parlak örneklerini, usta yönetmenleri, genç yetenekleri ve sinema sektörünün geleceğini İstanbul’a taşıyor. Festivalde Bu Yıl Neler Var? İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından düzenlenen ve N Kolay’ın ana sponsorluğunda gerçekleşecek olan 44. İstanbul Film Festivali, 139 uzun ve 15 kısa metrajlı filmi 7 farklı sinema salonunda izleyiciyle buluşturacak. Festivalin gösterim adresleri arasında Atlas 1948, Beyoğlu Sineması, Kadıköy Sineması ve Sinematek gibi sinemaseverlerin gözdesi salonlar var. Festival boyunca, sadece film izlemekle kalmayacak; yönetmenlerle söyleşilere katılacak, özel gösterimlerde yıldız oyuncularla aynı salonda film izlemenin heyecanını yaşayacaksınız. Açılış Filmi: Köln 75 Festival, Berlin Film Festivali’nde prömiyerini yapan Ido Fluk imzalı Köln 75  ile açılıyor. Keith Jarrett’ın efsanevi Köln konserinin perde arkasını anlatan film, hem müzik hem de sinema tarihine tanıklık etmek isteyenler için kaçırılmayacak bir deneyim vadediyor. Yarışmalar: Altın Lale’den Yeni Bakışlara Festivalin en prestijli bölümlerinden Altın Lale Yarışması , bu yıl yerli ve yabancı yapımları bir arada ağırlıyor. Jüri başkanlığını Hintli yönetmen Shekhar Kapur’un üstlendiği yarışmada 15 film yer alıyor. Yeni Bakışlar  bölümü, Türkiye’den genç yönetmenlere alan açıyor ve ilk/ikinci filmleriyle öne çıkan isimleri ödüllendiriyor. Ayrıca, Kısa Film Yarışması  bu yıl da uluslararası bir platforma taşınarak kısa film severler için güçlü bir seçki sunuyor. Festivalin Öne Çıkan Bölümleri N Kolay Galaları:  Jessica Chastain, François Ozon, Gia Coppola gibi isimlerin son yapımları burada. Genç Ustalar:  Cannes, Venedik gibi festivallerden ödüllerle dönen 18 film bu başlık altında. Cinemania:  Pulp Fiction, Paris Texas, Cherbourg Şemsiyeleri gibi sinema tarihinin unutulmazları restore kopyalarıyla yeniden perdede! Belgesel Kuşağı:  Max Richter, Larry Towell, Filistin’den İran’a, dünya gerçeklerine dokunan 21 çarpıcı belgesel. Antidepresan:  Hayata mizahla bakan, iyi hissettiren filmlerden oluşan sıcacık bir seçki. Mayınlı Bölge & Heyula:  Deneysel, sınırları zorlayan, alışılmadık anlatılarla dolu cesur filmler. Sinema Onur Ödülü: Zuhal Olcay Bu yılki Sinema Onur Ödülü , tiyatrodan müziğe, sinemadan diziye sanatın her alanında iz bırakan Zuhal Olcay ’a verilecek. Emek Ödülü ise sinema endüstrisine Köprüde Buluşmalar ile katkıda bulunan Gülin Üstün ’ün olacak. Köprüde Buluşmalar 20 Yaşında Festivalin sektör odaklı ayağı olan Köprüde Buluşmalar , 20. yılını kutlarken yeni yapımcıları sektöre kazandırmak amacıyla mentorluk ve fon programlarını hayata geçiriyor. Türkiye sinemasının uluslararası görünürlüğü için önemli bir merkez haline gelen bu platform, genç yetenekler için altın bir fırsat. Gençler için Animasyon Atölyesi 14-19 yaş arası genç sinemacılar için stop-motion animasyon atölyeleri  düzenlenecek. Gökalp Gönen yürütücülüğündeki bu ücretsiz atölyelerde üretilen filmler, İKSV dijital platformlarında yayımlanacak. “Sinema Aydınlatır” Bu yılki festival kampanyasının sloganı da oldukça iddialı: “Sinema Aydınlatır.”  İzlediğimiz filmlerin iç dünyamıza, bakış açımıza ve duygularımıza ışık tuttuğu fikrinden hareketle hazırlanan kampanya, sinemanın dönüştürücü gücünü bir kez daha hatırlatıyor. Biletler ve Satış Bilgileri Festival biletleri 27 Mart’tan itibaren passo.com.tr  ve satış noktalarından temin edilebilecek. Öğrenciler için Eczacıbaşı Genç Bilet  projesi kapsamında bilet fiyatı sadece 30 TL! Açılış Filmi ve Özel Ödüller Festival, Ido Fluk’un yönettiği "Köln 75" filmiyle açılacak. Bu film, Keith Jarrett’in ikonik Köln Konseri’nin 50. yılını kutluyor ve müzikle sinemanın kesişimine dikkat çekiyor. Özel ödüller kapsamında, Zuhal Olcay’a Sinema Onur Ödülü, Gülin Üstün’e ise Emek Ödülü verilecek. Bu ödüller, Türk sinemasına katkıları olan isimleri onurlandırıyor. Retrospektifler ve Özel Gösterimler Festival, sinema tarihine de ışık tutuyor. Norveçli yönetmen Dag Johan Haugerud’un ve Türk editör Ayhan Ergürsel’in retrospektifleri düzenlenecek. Ayrıca, Türk sineması klasiği "Amansız Yol"un restore edilmiş versiyonu gösterime girecek, bu da seyircilere nostaljik bir deneyim sunacak. Köprüde Buluşmalar ve Endüstri Ağı Festivalin bir diğer önemli bileşeni, 20. Köprüde Buluşmalar (15-17 Nisan 2025). Bu platform, Türk sinemacılarını desteklemek ve uluslararası işbirliklerini teşvik etmek için tasarlanmış. Sinemacılar, yapımcılar ve endüstri profesyonelleri, ortak yapım fırsatlarını değerlendirmek ve ağ kurmak için bir araya geliyor. Bu yıl, Türkiye-Hollanda işbirliği özellikle öne çıkıyor. Hollanda’dan iki film festival programında yer alıyor: "Mr. K" (Tallulah H. Schwab) : Bir seyyar sihirbazın Kafkaesk bir kabusla karşı karşıya kaldığı otel hikâyesini anlatıyor. "Alpha" (Jan-Willem van Ewijk) : Alp dağlarında bir snowboard öğretmeni ile babası arasındaki gerginliği konu alıyor; detaylar için IMDb sayfası . Hollandalı endüstri liderleri, Rotterdam Film Festivali, IDFA, Hubert Bals Fonu, Lemming Film ve Circe Films gibi kuruluşlardan katılıyor. Bu katılım, uluslararası bağlantıları güçlendirmeyi ve yeni ortaklık fırsatları yaratmayı hedefliyor. Ek Etkinlikler Festival, sadece film gösterimleriyle sınırlı değil. Paneller, yönetmenlerle soru-cevap oturumları ve gençler için stop-motion animasyon atölyesi gibi etkinlikler de programda yer alıyor. Bu etkinlikler, sinema severlere interaktif bir deneyim sunuyor. Son Gelişmeler ve Beklentiler Festivalin son duyurularına göre, yaklaşık 130 uzun metrajlı filmin yer alacağı resmi seçki, Altın Lale Yarışması, Yeni Bakışlar ve tematik-retrospektif gösterimlerle zenginleşecek. Hollanda sinemasının öne çıkması, özellikle Türkiye-Hollanda arasındaki kültürel bağları güçlendiren bir unsur olarak dikkat çekiyor. Köprüde Buluşmalar’ın 20. yıl dönümü, festivalin endüstriyel önemini bir kez daha vurguluyor. Özet Tablo: Festivalin Temel Özellikleri Aşamalar Detay Tarihler 11-22 Nisan 2025 Organizatör İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV), N Kolay sponsorluğu Film Sayısı Yaklaşık 130 uzun metrajlı, 15 kısa film Ana Yarışmalar Altın Lale, Kısa Film, Yeni Bakışlar Özel Ödüller Zuhal Olcay (Sinema Onur), Gülin Üstün (Emek) Açılış Filmi "Köln 75" (Ido Fluk) Uluslararası Katılım Hollanda: "Mr. K", "Alpha"; Rotterdam, IDFA vb. temsilciler Bilet Satışı 27 Mart 2025 (ön satış 24 Mart, Lale Kart üyeleri için) Ek Etkinlikler Paneller, Q&A, stop-motion atölyesi, retrospektifler Kısa Film Seçkisi Anadolu Efes’in ödül sponsoru olduğu Kısa Film Yarışması da bu yıl uluslararası bir nitelik kazanıyor; bu bölümde yerli ve yabancı 12 kısa film bir arada değerlendirilecek. Umut Şilan Oğurlu - Dilan Hakkında Konuşmalıyız KISA FİLM YARIŞMASI / SHORT FILM COMPETITION (12) - 1:10 / Sinan Taner / İsviçre - Küçük Ev / La Petite Ancêtre / The Little Ancestor / Alexa Tremblay-Francoeur / Kanada / - Neredeyse Kesinlikle Yanlış / Cansu Baydar / Türkiye - Takdir-i İlahi / Pur și simplu divin Simply Divine / Mélody Boulissière, Bogdan Stamatin / Fransa, Romanya - Dilan Hakkında Konuşmalıyız / Umut Şilan Oğurlu / Türkiye - Tutuklu Vatandaş / Dar band / Citizen-Inmate / Hesam Eslami / İran - Köşe Dansı / Taniec w Narożniku / Dancing in the Corner / Jan Bujnowski / Polonya - Garan / Mahsum Taşkın / Türkiye - Gölgeler / Shadows / Rand Beiruty / Fransa, Ürdün - Morî / Yakup Tekintangaç /Türkiye - Sevim / Yağmur Canpolat / Türkiye - Merhaba Anne, Benim Lou Lou / Atakan Yılmaz / Türkiye

  • Invincible 4. Sezon Ne Zaman Geliyor?

    “Invincible” dizisi, Robert Kirkman’ın aynı adlı çizgi romanından uyarlanan bir animasyon süper kahraman serisidir ve izleyiciler tarafından büyük beğeni toplamaktadır. Dizi, özellikle derinlemesine karakter gelişimi ve beklenmedik olay örgüsüyle öne çıkmaktadır. Dediğim gibi beklenmedik olay örgüleri tüm izleyicileri her geçen bölümde daha da hayran bırakıyor. Özellikle 4. sezonu soran sizler... 3. sezon 8. bölüm neydi öyle?????!!!!!!! IMDb'de ilk 24 saat içinde 10/10 puanla harika açılış yaptı. yaklaşık 26.000 kişinin değerlendirmesi sonucunda da 9.9/10 puanda şu anda. Rotten Tomatoes ise 100%! Harika sorunun cevabına gelecek olursak, Invincible 4. sezonu resmii bir açıklama olmasa da 2026 yılı başında yayınlanacağını birçok kaynak ön görüyor. Umarız ki daha erken gelir ama beklemek bile eğlenceli.

  • A Complete Unknown Adını Hak Ediyor! (İnceleme)

    97. Akademi Ödülleri adaylıklarına damgasını vuran filmlerden Bob Dylan: Tam Bir Bilinmez’i (A Complete Unknown) sonunda izleme fırsatını buldum! Öncelikle, filmle ilgili beklentilerim büyüktü, çünkü sevdiğim üç şeyi birleştiriyordu: biyografik filmler, müzik ve Timoth ée Chalamet. James Mangold’un yönetmeni olduğunu duyunca daha da heyecanlandım, ne de olsa Old Man Logan’ı beyaz perdeye mükemmel taşıdığı için minnettarım. Ancak maalesef film beklentimi karşılamadı.   Bob Dylan benim için filmin adı gibi tam bir bilinmezdi. Neden bilmiyorum ama daha önce ilgimi çekmemişti, hakkında hiç araştırma yapmamıştım. Hayatı hikayesi nedir, hangi şarkıları var, nerelidir, nedir, ne değildir, bilmiyordum. Şu an yaşıyor olduğunu bile yeni öğrendim. Bu yüzden onun hakkında daha fazla bilgi edinmek ve onu tanımak için bu filmin iyi bir fırsat olacağını düşündüm. Peki amacıma ulaştım mı? Pek sanmıyorum. Film 1960 yılında başladı ve yanılmıyorsam 1965 yılında bitti. Kalan 60 senede ne yaptı ve neden görmedik mesela? Bir biyografik film klasiği olarak sonda çıkan yazılarda bir sürü albüm daha yaptığını ve Nobel aldığını vs öğrendim. Konserlerden kıssaydınız belki bunları görebilirdik Mr Mangold ve ekibi. Walk the Line’da aynı şarkıları dinlemişiz zaten. Ama sanırım Bob Dylan’ı yeteri kadar tanıtmadıklarından onlar da haberdar, çünkü Bob filmi izledikten sonra bile tam bir bilinmez. İki tane anlam çıkarabilirim buradan: hem Bob’un kendisi bir bilinmez hem de film onu bu yönüyle gösteriyor ve detaylara inmiyor. Filmle ilgili röportaj vs henüz izlemedim, belki de amaçları Bob Dylan yerine folk müziği tanıtmak ve kutlamaktır. Çünkü filmin ana teması nedir diye sorulursa, Bob Dylan’ın folk müzik erası diye yanıtlarım. Film için Folk o kadar önemli ki, film boyunca bu türde müzik yapan bir sürü sanatçı görüyoruz. Sadece cameo olarak da kullanılmamışlar, yardımcı karakterler olarak bize eşlik ediyorlar. Yani Bob Dylan dışında Pete Seeger, Joan Baez, Woody Guthrie, Johnny Cash, Bob Neuwirth gibi sanatçıları da izlemiş olduk. Ne yalan söyleyeyim, filmin bu yönünü sevdim. Ancak bu kadar folk sanatçısına yer verilmesi de folk filmi tespitimi kanıtlıyor gibi. Aslında filmde yeteri kadar Bob Dylan vardı, ekran süresi iyi ayarlanmıştı diyebilirim. Asıl sorun şu idi; Bob ekranda olduğu zamanlarda kendisi hakkında bir şey öğrenmiyorduk. Ya şarkı besteliyor, söz yazıyor, gitar çalıyor ya da kız arkadaşlarından biriyle takılıyordu. Neredeyse bir derinliği yoktu diyeceğim. Bahsettiğim yardımcı karakterler hakkında bile Bob ile aşağı yukarı aynı miktarda bilgiye sahibim. Film Bob’a ne kadar yer verirse versin Folk müziğin daha çok öne çıkması bu yüzden sanırım. Edit: Biraz araştırmadan sonra A Complete Unknown’ın Bob’ın elektrikli gitara geçişiyle ilgili tartışmalara odaklanan bir film olarak planlandığını öğrendim. Hatta adı neredeyse “Going Electric” bile oluyormuş. Yine de çok mantıklı bir karar olmadığını düşünüyorum. Bob’ı bu kadar iyi canlandıran bir oyuncu varken neden hayatının sadece 5 yılına odaklanmayı seçtiler? Sadece bu yıllarda aktif olsa tamam diyeceğim ama adamın biyografisi dopdolu… Karakterler Belki de film beklentimi karşılamadı derken Bob Dylan’ın kendisinden bahsediyorumdur. Çünkü filmde Bob, çok konuşmayan, ketum, tişört değiştirir gibi kız arkadaş edinen, aldatan, kendi bildiğini okuyan, folk dinlemek için gelen folk festivalindeki bir sürü insana yeni şarkılarını tanıtmaya çalışan, hakkında fazla şey bilinmeyen, kendini beğenmiş, esrarengiz bir adam olarak tanıtılmış. Anti-hero olarak tanımlamaya çalışsam, bu şekilde sevmeye çalışsam diye düşündüm, ama elle tutulur pozitif bir özelliğinin de gösterildiğini düşünmüyorum. Böyle bir tanımlama yapabilmek için bile onu filmde yeteri kadar tanıdığımızı düşünmüyorum. Onun hakkında öğrendiğimiz şeylerin çoğu negatif. Yani filmden çıktığınızda onu sevmek için bir sebebiniz olmuyor. Sinemadan çıktığımızda arkadaşlarımla Bob’ın ne kadar “pislik” gibi davrandığı hakkında hemfikirdik. Pozitif birkaç sahne de görmedim değil; Woody’e ithaf ettiği şarkısı ve savaş hakkındaki şarkıları, aslında çok öyle gözükmese de istediği zaman umursayabilen biri olduğunu gösteriyordu. Ama bunu sadece şarkıları üzerinden yapıyordu. Yardımcı karakterlerden Joan Baez ve Johnny Cash en çok ilgimi çeken sanatçılar oldu. Bob kariyerine yeni yeni başlarken onlar çoktan şöhret olmuş, sahne alıyorlardı. Müzik türünü çok sevmesem de Joan’ın sesini ve tarzını sevdim. En önemlisi Bob’ın saçmalıklarına boyun eğmemesi ve Sylvie gibi biraz “lovesick” olmamasını sevdim. Tabii bu duruma, ekonomik özgürlüğünü kazanmış olması, kendi öz değerini şöhret ile pekiştirmiş olması gibi etkenler katkıda bulunmuş olabilir. Özellikle de dönemin şartlarına bakarsak. Joan ile Bob’ın zıt karakterlere sahip olduğunu düşünüyorum. Bu özellikleri de sahnelere yansıyor. Bob ne kadar kafasına estiği gibi davranan, umursamaz, kendini beğenmiş marjinal bir sanatçı gibi davranıyorsa Joan da o kadar özenli, düşünceli ve geleneksel bir sanatçı. Bir sahnede yine ikisi turneye çıkmış, düet yapıyorlardı. Joan (şu an hangi şarkı hatırlamıyorum) seyircinin sevdiği, klasik parçalardan birini çalmak istiyordu. Bob itiraz etti ve seyirci doğal olarak yuhalamaya başladı. Sanırım en sonunda Bob sahneyi terk ediyordu, Joan ise seyirciye istediklerini kendisinin verebileceğini söyleyip, isteklerine saygı duyduğunu gösteriyordu. Ki olması gereken de buydu. Halk doğal olarak en bilinen, sevilen şarkıyı istiyordu. Bir sanatçı olarak, belki de sadece o şarkı için onca yolu tepip gelen insanlara istediklerini vermesi gerek. Düşünebiliyor musunuz, Michael Jackson konserine gidiyorsunuz, “Thriller, Beat It” gibi şarkıları söylemiyor, onun yerine, “Yeni albümüm çıkıyor, onları söyleyeceğim” diyor. Tabii ki yenileri de söyleyecek, ancak, onu buralara getiren, en sevilen şarkıları söylemeden konseri bitirirse, Bob Dylan’ın yaşadığı gibi bir kaosa hazır olsun. Joan’ın kral(içe) hareketlerinden bir tane daha söylemeden geçmeyeyim; Bob film boyunca bir Sylvie bir Joan ile takılıyor. Kısa bir zaman atlaması var, o sırada iyice şöhrete kavuşuyor, ne Joan ne de Sylvie ile görüşmüyor. Sonra gecenin bir yarısı Sylvie’nin evine dalıyor, onu uyandırıyor, ancak sevgilisi var. Baktı buradan hayır yok, bu sefer Joan’a gidip onu uyandırıyor. Joan onu içeri alıyor ama Bob onunla ilgilenmiyor, Joan’ın gitarını tıngırdatıyor. (E niye geldin o zaman? Tamam, madem geldin, niye kızın uyumasına izin vermiyorsun?) Bob, Joan’dan azarı yiyor tabii ki ve kovuluyor.   Biraz Johnny Cash’ten bahsedeyim. Henüz izlemedim ancak James Mangold, Johnny’i daha önce bize Walk the Line’da tanıtmıştı. Mangold’un Johnny Cash hayranı olduğuna dair şüphem yok artık :) Zaten filmde de havalı ve efsanevi bir sanatçı gibi yansıtılmış. Gibi derken, yanlış anlaşılmasın, nasıl göründüğünden bahsediyorum. Yoksa Johnny’nin nasıl bir sanatçı olduğuna dair hiçbir fikrim yok, olamaz da. Çünkü sevdiğim ve bilgisine sahip olduğum bir sanatçı/alan değil. Filmde Bob’a yol gösterici, akıl hocası gibi bir işlevi vardı. Aralarında mektuplaşıyorlardı. Bu dinamiği sevdim. Ancak bir şeyi çözemedim. Bob elektro gitar ile yeni müzik yapmak istediğini söyleyince Johnny ona destek vermişti. Ancak folk festivalinde onaylamıyor gibi gözüküyordu. Belki de tepkiden dolayı fikrinden vazgeçmiştir.   Pete Seeger ve Woody Guthrie’ye de filmde Bob’ın örnek aldığı akıl hocaları diyebiliriz. Onlar hakkında filmdeki rollerinden keyif aldığım dışında söyleyecek çok bir şeyim yok. Belki folk müziğe aşina olsam bu sanatçıların canlandırıldığını görmek daha çok şey ifade edebilirdi. Filmden bir örnek daha vereyim, Bob bir ara asansörde tanımadığı biriyle sohbet ediyordu ve sohbetlerinden anladım ki o da bir sanatçı. Ben de merakla bekledim kim olabilir diye. En son kendisini Bob Neuwirth olarak tanıttı, ama bu isim bana hiç tanıdık gelmedi. Google’dan bir bakayım dedim, yine hiçbir şey çağrıştırmıyordu. Tanıdığım biri olsa belki daha çok şey ifade edecekti. Mesela 2018 yapımı Bohemian Rhapsody’deki Bob Geldof ya da Live Aid sahnesinde sahneye çıkmak üzere olan sanatçılar gibi... Müzik   Film arasında arkadan birinin “Müzik dinlemek istesem YouTube’dan açar dinlerdim, boşuna çekmişler” dediğini duydum. Katılıyorum, açıkçası. Bu kadar şarkı dinlememize gerek var mıydı? Tamam, müzisyen bir adamın hikayesini izliyoruz ama sonuçta bu bir film, konser değil. Bir müzikal-sever olarak ben bile bunu diyorsam, bir sorun vardır. Bahsettiğim şarkılar sahne geçişleri arasında kullanılabilirdi, çok daha zevkli olurdu. Ancak oturduk ve bir düzine konser izledik… Şarkıları başarılı kullanan Bohemian Rhapsody'den örnek vereceğim yine. 15 stüdyo albümünden toplamda 188 şarkısı bulunan Queen’in en güzel şarkılarını alıp sahne geçişlerinde kullanmıştı. Filme 3 Queen şarkısıyla girip 24 Queen şarkısıyla çıkmıştım. Davullarına bira döktükleri konserleri, şarkılarını kaydettikleri stüdyo seansları, I Want to Break Free klibi ve Freddie’nin partilediği Another One Bites the Dust sahnesi gibi farklı şarkıları farklı sahnelerde kullanmışlardı. Bunu da dozajında yapmışlardı, şarkının hepsini duymamalıyız ki merak edip devamının evde dinleyelim. Bu şekilde çok daha akıcı, ilgi çekici bir filmdi. A Complete Unknown’da o dinamik görüntüleri görmek isterdim, gitarıyla 10 dk boyunca şarkı söyleyen Bob Dylan’ı değil…   Belki de 60’lı Folk şarkılarını sevmediğim içindir ancak filme birkaç Bob Dylan şarkısı sevme beklentisiyle girdim. Hiçbiri aklımda kalmadan çıktım. Hepsi birbirine benziyordu. (Özür dilerim boomerlar) Yine Bohemian Rhapsody karşılaştırması yapacağım ama, Queen de sevgili boomerların jenerasyonundan bir grup ne de olsa. İki film de her iki müzisyenin kariyerleri açısından önemli bir konseriyle bitti. Ancak sadece birinde bir kere bile saatime bakmadım ve tıpkı bir konserde gibi şarkılara eşlik ettim. Dediğim gibi, belki de türü sevmediğim içindir.   Edit: Bob hakkında bu filmden bir şey öğrenemediğime göre, internette biraz araştırma yaptım ve her ne kadar müzik tarzını çok sevmesem de şarkı sözlerini sevdiğimi belirtmek isterim. Bob Dylan’ın bir şair ve şarkı sözü yazarı olarak değerini göz ardı edemem. Ek olarak şarkılara ısındım ancak hala açıp dinleyeceğimi düşünmüyorum. Performanslar Performanslar konusunda eleştireceğim bir şey yok. Timoth ée zaten fiziksel olarak Bob Dylan’a epey benziyor. Timoth ée ’nin gerçek hayattaki sesini ve tavırlarını bildiğim için, oyunculuğunu takdir ettim. İçine doğru burundan konuşması, aksanı, Bob’ın umursamazlığını, coolluğunu yansıtabilmesi jenerasyonumuzun en iyi oyuncularından biri olduğunu kanıtlıyor. Bunun üstüne filmdeki bütün şarkıları kendi söylemiş, gitar ve mızıkayı kendi çalmış. Hatta çoğu performansı da sette canlı olarak söylemiş. Filmin gitar koçu Larry Saltzman Timoth ée ’nin Bob’ın eşi benzeri olmayan sert ve dağınık gitar çalışını öğrenmek için oldukça sıkı çalıştığını söylüyor. Filmin ses miksajcısı ise Timoth é e’nin Bob’ın vokal tarzını doğru canlandırabilmek için sesini çeşitlendirdiğini söylemiş. Son olarak yönetmen James Mangold, Timoth ée ’nin filme olan bağlılığını göstermek için sette arkadaşlarıyla veya ziyaretçilerle iletişim kurmadığını ve çekim olmasa bile sette "Bob" olarak çağrıldığını söylüyor. 2019’dan beri bu film için çalışmaları sıkı çalışmanın ve yeteneğin başaramayacağı şey olmadığını gösteriyor. Timoth ée ’nin kariyerini de iyi yönettiğini düşünüyorum, 29 yaşında olmasına rağmen 4 tanesinde başrol olduğu, 7 En İyi Film Oscar’ına aday olan filmde oynamış. Başka kim 29 yaşında filmografisinde Interstellar, Call Me by Your Name, Lady Bird, Beautiful Boy, Little Women, The French Dispatch, Dune, Don’t Look Up, Dune 2, Wonka, A Complete Unknown gibi filmlerin olduğunu söyleyebilir ki? Sadece 10 senedir aktif olarak oyunculuk yapıp bu kadar başrol alabilmesi ve prestijli ödüllerden adaylıklar alabilmesi büyük bir başarı bence. Tiyatro geçmişi de olduğunu söylemeden geçemeyeceğim, YouTube’daki performanslarını izlemeye bayılıyorum. Görünüşüyle tipik bir frat boy olacağını zannediyorsunuz ancak Dune gibi filmlerde öyle devleşiyor ki. Lisan al Gaib olduğuna inanası geliyor insanın. Timoth ée ’yi de abartmayı bitirdiğime göre diğer performanslara geçebilirim. Beni şok eden asıl Edward Norton oldu. Filmin yarısına kadar o olduğunu bile anlamadım. Ne zamanki Google’dan cast listesine baktım, o zaman anladım. O da tesadüfen oldu, yoksa “Edward Norton mu acaba” demedim, bir şüphem yoktu. Bir insan bu kadar mı iyi Southern tatlış amca rolüne bürünebilir! (Özür dilerim Pete Seeger) İkinci yarıda her sahnesinde kendi kendime “Bu nasıl Edward Norton yaa” dedim. Bu rolde bir başkası olsa büyük ihtimalle o kadar şaşırmazdım, örneğin Hugh Jackman, adamın kendisi zaten şeker gibi. (O da kendini Logan gibi vahşi bir karakteri iyi oynayarak kanıtlıyor) Ama Norton olunca hayrete düştüm. Normalde kendisini sempatik bulmam, çünkü yer aldığı filmlerde genelde tehditkâr ve soğuk gözükür. Bunu bir Reddit postunda güzel açıklamışlar, aslında ekranda fiziksel varlığı güçlü olan biri değil, ama gerektiğinde devleşebiliyor. Ve bunu ruhsuz adam, tehditkâr adam gibi altından kalkması zor olan rollerdeyken yapabiliyor. Aslında Timoth ée de öyle, onun fiziksel görünüşünden, duruşundan ve beden dilinden farklı anlamlar çıkarabilirsin, ancak oynamaya başladığında farklı birine dönüşür. Sadece o daha duygusal erkekleri oynuyor. Norton’a dönersek, bu filmde bir 360 derece yaparak negatif özellikli adamlar yerine pozitif bir adamı canlandırmasıyla geniş bir oyunculuk yelpazesine sahip olduğunu kanıtlıyor bence. Norton, Pete Seeger olarak oldukça sakin ve güven verici biri. Folk müzikten vazgeçmeyecek kadar da geleneksel bir tip. Bu da Norton’ın ne kadar iyi bir oyuncu olduğunu gösteriyor bize. Joan Baez rolünde Monica Barbaro da başarılıydı. Gerçek fotoğraflarla karşılaştırdığımda Monica, Joan’a epey benziyor. Tabii ki sadece benzemek de değil, oyunculuğunu ve şarkı performanslarını da takdir ediyorum. Yine Timoth ée gibi performansların ona ait olması da yeteneğini gösteriyor. Monica’ya ek olarak Edward Norton ve Johnny Cash rolünde Boyd Holbrook da kendi çalıp söylemiş. Timoth ée , Edward ve Monica, 3’ü de oyunculuklarıyla şu an Oscar adayılar. Kazanacaklarını düşünmüyorum çünkü başka performanslar daha çok öne çıkıyor ama yine de adaylığı hak ettiklerini düşünüyorum. Son olarak Woody Guthrie olarak Scoot McNairy’nin de diyalog olmadan rolünü on numara oynadığını söylemeden geçmek istemem.   Son Olarak İncelemenin sonuna gelirken, bazı filmlerin kimin için olduğu önemlidir, bundan bahsetmek istiyorum. IMDB’de şu yoruma baktığım zaman, fragmanı gözleri dolarak izleyen, şarkıları defalarca dinlemiş olup filmi izleyen, filmdeki zaman aralığında yaşamış olan insanların filmden daha çok keyif aldığını görüyorum. Bu çok normal, çünkü işin içine nostalji faktörü de giriyor. Ancak sadece nostalji de değil, bu insanlar gerçekten folk müziğini ve Bob Dylan’ı seviyor. Ve bu film tam da onlar için yapılmış bir film. Belki Queen’in müziğini sevmeyebilirsin ama Bohemian Rhapsody filmini büyük ihtimalle seversin. Ama A Complete Unkown’a yüksek puan verecek kadar sevebilmen için sanırım biraz yaş almış olman gerekiyor. Yanlış da düşünüyor olabilirim, bilmiyorum. Ama bir boomer'ın Z kuşağına oranla filmden daha çok zevk alacağını düşünüyorum. Bu Z kuşağının eski müziklerden keyif alamayacak kadar sığ olduğu anlamına geliyor? Kesinlikle hayır. Sadece filmin temposu, müziklere ne kadar yer verdiği, Bob’ı yeteri kadar tanıtmaması (Eski jenerasyonlar onu zaten tanıyor) gibi etkenler bu düşüncemi destekliyor. Hatta folk'un bilinirliği ve kimler tarafından sevildiği de bir etken. Pop ve Rock gibi günümüzde de varlığını sürdüren türler Z jenerasyonu tarafından seviliyor. Ancak Folk, Country, Blues gibi türler hakkında aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Şimdi boomerlara Miss Americana’yı izletin bakalım sevecekler mi :) Bob Dylan’dan ayrı olarak filmden çıkarabileceğim şeyler var mı? Evet. Yeni konseptlerin doğuşunun, değişimin nasıl bir yol olduğu, sanatçıların kalıplara konmak istememesi ve özgürlüğünü ilan edebilmesinin ne kadar doğru olduğu gibi temalardan bahsedebilirim. Film bu soruları sorması ve beni düşünmeye sevk ettiği için benden artı puan alıyor. Festival sahnesini izlerken aslında Bob’ın tarafını tutuyordum, yeni sanatçılar ve konseptler ortaya çıktıkça Bob’ın aynı kalmak istememesi çok normal. Ancak sonra düşünüyorum ki yeni müziği tanıtmak için Folk Festivali doğru bir yer değildi… Her ne kadar performanslar müthiş olsa da, Bob Dylan'ın 1960-1965 arası yaşadığı olaylar anlatılmaya değer miydi, emin değilim. Bahsettiğim gibi daha kapsamlı bir biyografi filmi yapılabilirdi. Duygusal olarak sizi etkiliyor mu? Belki 60 yaşındaysanız. Verdiği mesaj değerli mi? Bir noktaya kadar, o da 60'lı yılların ünlü sanatçılarının deneyimleriyle ne kadar bağlantı kurabiliyorsanız.   Genel Puan: 2.5/5 Hikaye: 3/5 Performans: 5/5 Sinematografi: 3/5 Yönetmenlik: 3/5 Kurgu: 3/5 Müzik: 3/5 (TAMAMEN SUBJEKTİF) Temalar/Mesaj: 3/5 Duygusal Etki: 2/5 Tekrar İzlenebilirlik: 2/5 Eğlence Değeri: 2/5 Yenilikçilik/Yaratıcılık: 2/5 (I'm Not There ve Walk the Line?) Yazan: Su Evci nsuevci@gmail.com Kaynakça TodayShow. (2024, December 30). Is Timothée Chalamet really singing in new Bob Dylan biopic “a complete unknown”?   TODAY.com . https://www.today.com/popculture/movies/timothee-chalamet-sing-guitar-a-complete-unknown-rcna185787

BEN İZLEDİM

Ben İzledim; Film, Dizi ve Belgeseller hakkında eleştiri ve tavsiye yazılarının yer aldığı bir medya ve eğlence platformudur.

TAKİPTE KALIN

ÖNCE SİZ OKUYUN

Üye olarak, yeni blog yazılarımızdan ve haberlerden ilk siz haberdar olun!

Abone olduğunuz için teşekkür ederiz!

  • Instagram
  • Facebook
  • Twitter
  • YouTube
  • TikTok

Copyright © 2022 www.benizledim.com

bottom of page