Arama Sonuçları
Boş arama ile 229 sonuç bulundu
- Red Room: Mekânın Hafızası, Zihnin Mimarisi
Yakın zamanda Twin Peaks ’i bitirdim ve dürüstçe söylemem gerekirse hayatımı ciddi biçimde etkiledi. İzlediğim en iyi dizi oldu. Müziği, atmosferi, olay örgüsü ve felsefesiyle her bölümü hem zihinsel hem de duyusal bir deneyim gibi hissettirdi. Lynch’in kurduğu dünya, sadece bir kasabada yaşanan garip olayları anlatmıyor; aynı zamanda rüyalar, hafıza ve mekân arasındaki görünmez sınırları da sorguluyor. Özellikle “ Red Room ” sahneleri, mekânın sinemada nasıl bir düşünce aracına dönüşebileceğini bana en açık hâliyle gösterdi. Bu yazıda Red Room ’un nasıl inşa edildiğini, izleyicide neden bu kadar kalıcı bir etki bıraktığını ve “lodge” mantığının felsefi, mimari ve sinemasal düzeyde nasıl işlediğini inceleyeceğim. Rüya Olarak Mekân Red Room , Twin Peaks ’in yalnızca bir parçası değil, aslında onun kalbi. İlk bakışta kırmızı perdeler, siyah-beyaz zikzaklı zemin ve ağır çekimde konuşan figürler izleyiciye bir rüya estetiği sunar. Fakat bu mekân, klasik anlamda bir “rüya sahnesi” değildir. David Lynch burada rüyayı değil, rüya görme hâlini mekânsallaştırır. Perdelerin sonsuzluğu, mekânı hem kapalı hem de sınırsız bir hâle getirir; yön duygusu kaybolur, zamanın akışı bükülür. Zemin, tıpkı bilinçaltının kendisi gibi hem düzenli hem kaotiktir. Bu yüzden Red Room , ne bir oda ne bir sahnedir: bir bilinç düzlemidir. Lynch, burada sinemanın görsel araçlarını kullanarak mimarinin en soyut biçimlerinden birini kurar bir psikolojik topografya. Mekânın teatral simetrisi, izleyiciye sahte bir güvenlik hissi verir. Fakat bu düzen, bir süre sonra çökmeye başlar. Kırmızı perdelerin arasından beliren figürler, jestleri ve sesleriyle gerçekliği paramparça eder. O anlarda izleyici artık bir mekânın içinde değil, bir zihnin içindedir. Bu yüzden Red Room , hem tanıdık hem yabancı, hem ev gibi hem tehditkâr bir yer olarak hissedilir. Sınırların Çözülüşü: Belirsizlik ve Ritim Lynch’in Red Room ’u, modernist mimarinin düzen, oran ve işlev mantığını bilinçli biçimde bozar. Perdeler hiçbir duvara bağlı değildir, zemin geometrisi yön belirtmez, mobilyalar işlevsizdir. Her şey var ama aynı zamanda işe yaramaz hâlde durur. Bu, modern yaşamın mimarisine bir göndermedir: her şeyin düzenli göründüğü ama hiçbir şeyin içsel anlam taşımadığı bir yapı sistemi. Red Room , sınırın yerini belirsizliğin aldığı bir mimari mantıkla işler. Zemin desenleri, mekâna neredeyse müzikal bir ritim kazandırır. İzleyici, gözleriyle bir melodiyi takip ediyormuş gibi hisseder. Bu, Lynch’in sinemasında sık sık görülen bir şeydir: sesin görsel bir form alması. Mimar gözüyle baktığımda, Red Room ’un mekânı işlevle değil, titreşimle tanımladığını söyleyebilirim. Tıpkı bir diyagram gibi, yüzeyin kendi içinde tekrar eden formları, zaman ve ritim duygusunu kurar. Bu yüzden Red Room , bir “oda”dan çok, bir duyusal rezonans alanıdır. Lodge Mantığı: İki Mekân Arasındaki Eşik Black Lodge ve White Lodge , Twin Peaks mitolojisinde iki metafizik kutup. Ancak bu kutuplar iyi ve kötünün basit karşıtlığı olarak değil, varoluşun iki ayrı boyutu olarak tanımlanır. Red Room ise bu iki mekânın tam ortasında, bir tür eşik olarak konumlanır. Bu eşiklik duygusu, sahnenin her detayına sinmiştir: Kapılar açılır ama bir yere varılmaz, karakterler konuşur ama cümleler tersine akar, hareketin kendisi anlamın yerine geçer. Bu bağlamda Red Room , mimarlığın klasik “barınak” ya da “sığınak” işlevini yitirir. Artık mekân, koruma değil; dönüşüm sağlar. Lynch’in sinemasında mekân, karakterlerin iç dünyasının dışavurumudur. Cooper’ın Red Room ’a her girişinde, o mekân da onun zihniyle birlikte değişir. Perdelerin rengi aynı kalır ama ışık değişir; ses yankılanır, zemin titreşir. Mekân artık sabit değildir o da bir karakter gibi yaşar, değişir, hatırlar. Tekinsizliğin Mimarisi Red Room ’un izleyicide yarattığı rahatsız edici etki, Freud’un das Unheimliche yani “tekinsiz” kavramıyla açıklanabilir. Tekinsiz, tanıdık olanın birdenbire yabancılaşmasıdır. Red Room da tam olarak bunu yapar: insanın en ev içi, en güvenli alanı olan “oda”yı alır ve onu bilinçdışının labirentine dönüştürür. Lynch burada sinemanın en temel işlevlerinden birini yeniden hatırlatır tanıdık olanı bozmak. Zamanın kırıldığı, konuşmaların tersten aktığı bu sahnelerde izleyici bir düş değil, bir yankı izler. Bu yankı, sadece seslerde değil, mekânın yapısında da vardır. Her perde dalgalanışı bir nefes gibidir; her zemindeki zikzak, bilinçte açılan bir yarık. Red Room’un mimarisi, bir tür ritüel mekânı gibidir: izleyici bu ritüele tanıklık ederken kendi algısının da çözülüşüne şahit olur. Yaşayan Enstalasyon: Renk, Ses ve Işık Lynch, Red Room ’da resim, tiyatro ve mimarlığı aynı anda kullanır. Bauhaus’un biçimsel sadeliğini sürrealizmin bilinçdışı estetiğiyle birleştirir. Kırmızı renk burada sadece bir tercih değil, bir duygusal baskıdır; mekânın iç sıcaklığını değil, içsel tehlikesini simgeler. Siyah-beyaz zemin, hem dengeyi hem ikiliği temsil eder tıpkı Black ve White Lodge arasındaki ince çizgi gibi. Angelo Badalamenti ’nin müziği, bu görsel ritmin tamamlayıcısıdır. Her nota, zemindeki bir çizgi gibi mekânın sınırlarını kalınlaştırır. Işık, sanki bir mimarın el feneriymiş gibi sahnenin anlamını anlık olarak açığa çıkarır, sonra tekrar karartır. Bu yüzden Red Room bir sahne değil, yaşayan bir enstalasyon gibidir. Her an değişen, nefes alan, izleyiciyi içine çeken bir organizma. Mimarlık, Zaman ve Yankı Red Room, bana mimarlığın yalnızca duvarlar, açıklıklar ve oranlarla değil; aynı zamanda zaman, ses ve tekrarlarla da inşa edilebileceğini düşündürdü. Lynch’in sinemasında mekân, bir şeyin “nerede” olduğu değil, “nasıl hissedildiği”dir. Duvarı çizmek yerine eşik kurmak, koridoru ölçmek yerine ritmi tasarlamak, zemini kaplamak yerine yankıyı örgütlemek işte Red Room’un bana bıraktığı düşünsel miras bu. Lynch, mekânı bir deneyime dönüştürürken aslında seyirciyi bir tür mimar konumuna getirir. İzleyici, Red Room ’u izledikçe onun sınırlarını kendi zihninde çizer. Bu yüzden Red Room , kolektif bir rüya alanıdır; herkesin gördüğü aynı mekân, herkesin zihninde farklı yankılanır. Sonuç: Sinemasal Mimarlığın Eşiği Red Room , anlatının taşıyıcısı değil; bizzat anlatının kendisidir. Perdeler hafıza gibi dalgalanır, zemin vicdan gibi zikzak çizer, ışık sırlar gibi yanar ve söner. Twin Peaks ’in büyüsü, mekânı sadece bir arka plan olmaktan çıkarıp, hikâyeyi kuran bir özneye dönüştürmesinde gizli. Lynch’in Red Room ’u, sinemada mekânın felsefi bir varlık olarak düşünülebileceğini hatırlatan en güçlü örneklerden biri. Benim için Red Room , mimarinin artık sadece yapılarda değil, zihinlerde de var olabileceğini gösteren bir dönüm noktası. Twin Peaks , yalnızca bir dizi değil; mekânın insan düşüncesiyle, bilinçdışıyla ve hafızasıyla kurduğu en dürüst, en derin bağ.
- Hikâyenin Peşinde: Tuna Yüksel ile Yazarlık, Dil ve Sinema Üzerine
Kısaca Tuna Tuna Yüksel, dijital platformlar ve televizyon için yazdığı projelerle tanınan, çağdaş anlatı dilini kara mizah ve şehir gerçekçiliğiyle birleştiren genç bir senaristtir. Kariyerinin erken döneminde çektiği kısa filmle yönetmenlik deneyimi de yaşayan Yüksel, son yıllarda hem içerik geliştirme hem de yapım süreçlerinde aktif olarak üretmeye devam ediyor. Kurucusu olduğu Abart ile yeni nesil hikâye anlatıcılığına odaklanan projeler geliştiriyor. Sinema dünyasında yeni nesil hikâye anlatıcılarının sesi giderek daha fazla duyuluyor. Bu isimler arasında öne çıkan Tuna Yüksel, şehirle kurduğu neredeyse “karakter-sahipli” anlatım dili ve mizahi tonun ardındaki duygusal gerçekçilikle dikkat çekiyor. Yüksel’in hikâyelerinde sıkça hissedilen döngü, kader ve tesadüf kavramları da onu çağdaş senaryo yazarları arasında ayıran imza unsurlardan biri. Biz de kendisiyle yazarlığa nasıl adım attığını, üretim alışkanlıklarını ve bugünün sinema/dijital platform ekosistemini konuştuk. Hikâye anlatmaya ilk ne zaman merak sardınız? Yazar olma isteği sizde nasıl belirdi? Çocukluğumdan bu yana gerek aile arasında gerek arkadaşlarım arasında bir şeyler anlatan insan bendim, hala da benim. Çocukken evcilik oynarken bile “sen anne ol, sen çocuk ol” diyen biriydim, sanıyorum bütün bunların hepsi hikaye anlatmaya merakımla ilgiliydi. Daha sonra bir beyin hastalığı geçirdim, liseye geçerken. Onun ardından çok içime kapandım, biraz uyumsuzluk başladı ve sanıyorum ondan sonra da yazarlık beni seçti. Başka şansım yoktu. Yazma serüveninizde dönüm noktası saydığınız bir an ya da proje oldu mu? Pembe Eldiven kısa filmini yapmaya karar vermek oldu. Onu yaptıktan sonra hayatım değişti. Her şey çok hızlı gelişti. Daha sonra hemen ardından gelen Leyla ile Mecnun ’da çalışma fırsatı. O fırsat çocukluğumun hayaliydi ve o hayatımda en büyük kırılma noktası oldu. Hala inanamıyorum, garip geliyor. Pembe Eldiven Son dönemde hangi projelerde yer aldınız? Şu anda üzerinde çalıştığınız bir iş var mı? Son olarak Muhabir adlı bir dizide senaristlik yaptım, Tabii ’de o yayınlanacak. Ama yapım şirketlerinde ve çekilmek üzere olan birkaç projem daha var. Muhbir Peş peşe projelerimin yayınlanacağı bir dönem olabilir maalesef. Onun dışında ise üzerinde çalıştığım hem sipariş işler hem de benim hazırladığım kendi projelerim var. Dizi ve film. Bir dönem yönetmenlik de yaptınız. Yeniden kamera arkasına geçmeyi düşünüyor musunuz? Yönetmenliğim unutuldu sanıyorum. Senaristliği çok seviyorum ve daha kolay geliyor. Ancak buna rağmen yönetmenlik yapmayı özledim, düşünüyorum ama yapımcıların da düşünmesi gerekiyor. Umarım onlar da düşünür. Kendinizi ifade ederken yazarlık mı yoksa yönetmenlik mi size daha yakın geliyor? Yazarlık daha yakın geliyor bana. Sanıyorum kişiliğim yönetmenlik için uygun değil. Ama yönetmenliği de istiyorum. Bunu yaptım, okulunu okudum, nasıl yapılıyor gördüm ve bu yüzden yönetmenlik biraz daha iş gibi geliyor. Gelirse yaparım, gelmezse yapmamaya devam ederim. Yazarlık ise asla vazgeçemeyeceğim bir şey. Burak Aksak, Doğu Demirkol, Hakan Bonomo, Emrah Ağuş gibi isimlerle çalıştınız. Bu iş birliklerinden size kalan en önemli deneyim neydi? Çok iyi isimlerle çalıştım hatta en iyilerle çalıştım. Burak Aksak beni sektöre katan insan ve çok şey öğrendim, okul gibiydi. Komedi yazmanın, komedi düşünmenin nasıl bir şey olduğunu gösterdi. Doğu Demirkol zaten ülkenin en komiği ve bence en formda komedyeni. O sahne insanı olduğu için onunla çalışmak hem çok zor hem de kolay. Onun düşünce yapısını, yapmak istediklerini, neyi nasıl söyleyeceğini artık çok iyi biliyorum. Doğu Demirkol ile çalıştığım için artık herhangi bir oyuncuyla daha kolay çalışabiliyorum. Hakan Bonomo ise sektörün büyük yapım şirketlerinde çok büyük işlere imzasını atıyor. Ondan da özellikle drama olarak ne yapabileceğimi, sektörün ve seyircinin ne beklediğini ve onlara nasıl yaklaşabileceğimi öğrendim. Pembe Eldiven Kamera Arkası Yaptığı işler benim yaptığım ve yapmak istediğim gibi daha psikolojik alt tabanlı şeyler oluyor ve ben de bunu çok seviyorum, bu konuda da çok şey öğrendim. Emrah abi de bir yönetmen olduğu için yönetmenle aynı dili buluşmak, onun kafasına girebilmek gibi çok konuda bana çok şey kattı. Kendisi iyi de bir senarist. Bu isimler benim için okul gibiydi ve çok şey öğrendim hepsinden. Kendimi şanslı hissediyorum bu yüzden. Farklı üsluplara sahip yaratıcılarla çalışırken kendi sesinizi ve dilinizi nasıl koruyorsunuz? Ben aslında metot oyuncusu gibi görüyorum kendimi. Metot yazarım yani. Zihnimi kiralıyorum, onlar gibi hareket ediyorum, onlar gibi konuşuyorum, onlar gibi düşünüyorum. Ne istiyorlarsa, nasıl bir dünya hayal ediyorlarsa onu daha iyi yapabilmek adına onlara dönüşüyorum. Ve iş bittikten sonra hemen kendime dönüyorum. Kimseye sormadan kendi kafamın doğrultusunda kendi hayatımdan bir şeyler yazarak o sesi ve dili koruyorum. Bir noktada bu kadar farklı insanlarla iş yapabilmek kendimi karaktersiz gibi hissettiriyor olsa da ben mutluyum. Her mevkide forma giyebilen futbolcu gibi hissediyorum kendimi. Son dönemin komedi işleri olan “Gibi”, “Prens”, “Var Bunlar” gibi yapımları nasıl değerlendiriyorsunuz? Size yakın bulduğunuz veya ilham aldığınız bir iş var mı? Her ne kadar televizyonda satışı yok denilerek biraz uzak duruluyor olsa da dijitalde komedilerin karşılık bulması çok hoşuma gidiyor. Gibi bence Leyla ile Mecnun ’un televizyonda yarattığı etkiyi yarattı. O yüzden ayrı tutuyorum onu. Leyla ve Mecnun Feyyaz Yiğit olmasa belki de hiç çalışmayacak, zorlanacak bir komedi çok sevildi ve hak ederek yaptı bunu. Ben Bartu Ben ’i de çok beğenmiştim, onun da anılması gerektiğini düşünüyorum. Daha niş bir kitleye hitap etmişti sadece. Prens beni çok yakalayamadı ama Var Bunlar ’ı çok başarılı buldum, sevdim de. Kerem’in çok iyi olduğunu düşünüyorum. Öte yandan Mahsun J ’yi de çok beğendim, özellikle ilk sezon iyiydi. Yakın bulduğum iş olarak Bartu Ben bana daha yakın geliyordu, ben öyle sürekli güldürme peşinde olan, daha formül kokan işleri seven biri değilim. BoJack Horseman gibi bir iş yapmak isterim mesela, ilham verir. Daha Amerikan Bağımsız bir komedi yapmak isterim sanıyorum. Her Şey Çok Güzel Olacak tadında bir Komedi filmi yapmak da en büyük hayalim. En sevdiğim yerli filmin o olması bile bunu gösteriyor sanırım. Dijital platformlarda üretmek sizce daha çok fırsat mı, yoksa bazı açılardan riskli mi? Dijital platformlarda üretmek aslında büyük bir fırsat. Fırsattı aslında. Ama görüyoruz ki, süre düşürülünce bile çıkan işler iyi değil. Dijital televizyonu değiştirir diye düşünüyorduk ama televizyonu aratır oldu. Çünkü bunun nedeni iyi senarist sorunu kadar o platformların başındaki insanlar sanıyorum. Televizyona karar veren onlardı ve şimdi onlar platformlara da karar veriyorlar. Televizyona yapılan 120-140 dakikalık işlerin daha iyi olması utandırmalı ama utandırmıyor kimseyi… Bunun haricinde en büyük riski dijital platformlara yapılan işlerin sadece çok kısa bir zaman izlenip konuşulup daha sonra tamamen unutulması. Buna üzülüyorum ama anlayabiliyorum. Platformların “trend” baskısı, hikâyelerin derinliğini sizce etkiliyor mu? Tabii ki etkiliyor. Trend senaristler, trend oyuncular, trend yönetmenler, trend yapım şirketleriyle çalışma istekleri bile etkiliyor. Aynı insanların para kazanıp aynı insanların iş yaptıkları bir şeye dönüştü. Ancak burada biz yazan insanların da yapacak bir şeyi olmuyor çünkü bizden beklenen, kabul edilen işler ortada. Ayak uydurmak zorunda kalıyoruz. Bir hikâyeye başlarken nereye varacağını bilerek mi yazarsınız, yoksa süreç içinde mi keşfedersiniz? Nereye varacağımı bilerek başlıyorum ama o yere varmadığım çok zaman da oldu. En azından başlarken sonunu biliyorum ama başladıktan sonra orayı unutuyorum. Eğer hikaye kendisi oraya varmak isterse varır diye düşünüyorum. Karakterlerin isimleri sizde nasıl ortaya çıkıyor? Önce isim mi gelir, yoksa karakter kendisini mi “adlandırır”? Ben önce karakteri bulup daha sonra o karakteri yakışacak ismi düşünüyorum. Anlamı, sosyo ekonomik durumu gibi çok şeyi hesap ederek o ismi seçiyorum. Önce isim geliyor ama seçtiğim o ismi de karakter kendisi adlandırıyor. İstanbul, hikâyelerinizde çoğu zaman ayrı bir karakter gibi duruyor. Sizin gözünüzde İstanbul nasıl bir karakter? İstanbul’da doğup büyüdüm, o yüzden İstanbul’u çok seviyorum. Başka bir yerde yaşamayı da düşünmedim, düşünmüyorum da. Ancak buna rağmen İstanbul benim için toksik bir karakter. İstanbul, ayrılmak isteyip ayrılamadığın ve çok sevdiğin, bağlandığın bir karakter benim için. Teoman ’ın şarkısında dediği gibi “İstanbul bugün yorgun, üzgün ve yaşlanmış. Biraz kilo almış, ağlamış yine. Rimelleri akıyor” tam olarak İstanbul'a böyle bakıyorum. Kendi hayatınızdan ne ölçüde besleniyorsunuz? Çok besleniyorum. Yemek tarifi bile yazıyor olsam kendi hayatımdan mutlaka bir şey koyarım. Bu hayal gücümün eksik olduğu anlamına gelmesin çünkü tam tersi aslında. Ne yazarsam yazayım, kendi hayatımdan yola çıkmayı seviyorum. Hem bir noktada kendim rahatlıyorum hem de yazdığım o şey gerçek oluyor. Kendi hayatım, bir projeye gerçeklik katmak istediğim zaman ilk baktığım yer oluyor ve bunu yapıyorum. Tür olarak en çok hangisinde yazmayı seviyorsunuz: romantik komedi, kara mizah, psikolojik dram, yoksa bunların arasında bir geçiş mi? Ben yazmayı seviyorum aslında. Mevkisi olmayan, her mevkide oynayabilen futbolcu gibiyim. Ancak komedi yazmayı düşünmüyorum, üzerime bir komedi yapıştı. Kendimi daha çok dram yazarken rahat hissediyordum ancak şimdi komedi, romantik komedi, kara mizah gibi şeylerde daha iyi hissediyorum kendimi. Psikolojik dram, polisiye, gerilim. Hepsi olur. Çalışmak istediğiniz yönetmenler var mı? Türkiye’den ve dünyadan kimleri sayarsınız? Beni tanıyan herkes sanıyorum bu isimleri söyleyeceğimi biliyordur. Joachim Trier kesinlikle. Bana göre modern dünya insanlarını, şehir insanlarını en iyi anlatan insan. Yüzyıllar sonra insanlar, bizim dönemi araştırmak istediklerinde Joachim Trier ’in filmlerini izleyecek diye düşünüyorum. Onun dışında Gaspar Noe ile de çalışmayı çok isterdim. David Fincher, Tarantino gibi isimlere kim hayır diyebilir? Ama büyük abiler dışında Xavier Dolan ile de çalışmak isterdim, onun sinema kariyerini kurtarabilirdim belki ahaha. Türkiye’den ise hepsi arkadaşım ya da tanıdığım insanlar olduğu için çok zor bir soru. Ancak Zeki Demirkubuz ile çalışmak çok isterdim. Abi olarak gördüğüm Tolga Karaçelik de öyle. Selman Nacar ’ı da eklerim bu listeye. Onun dışında tabii ki Fatih Akın , müthiş güzel olurdu. Onu biraz darlıyorum hatta. Çağrı Vila Lostuvalı ile çalışmayı çok istiyorum ama onu hiç darlamadım, haberi bile yok sanırım. Örnek aldığınız ya da ilham duyduğunuz bir senarist var mı? Joachim Trier ve Eskil Vogt . Ne yazarlarsa yazsın bir bakıyorum. Yazdıkları her şey çok hoşuma gidiyor. Ramy Youssef, Donald Glover, Phoebe Waller-Bridge, Sam Levinson gibi isimler tabii ki aklıma geliyor, seviyorum ve hayranlarıyım. Ricky Gervais zaten en iyisi. Joachim Trier, The Worst Person in the World Vince Gilligan, Michael Schur, Bill Lawrence gibi isimleri takip ederim ve ne yapıyorlarsa bakarım, severim de işlerini. Martin McDonagh da sevdiğim bir başka isim. Raphael Bob Waksberg de severim. Böyle çok insan var… Türkiye’den ise Burak Aksak , Hakan Bonomo ve Ethem Özışık diyebilirim. “Bir gün mutlaka çalışmalıyım” dediğiniz bir oyuncu var mı? Öyle bir oyuncu var mı emin değilim. Çok şey izliyorum ve izlediğim her yapımda oyuncuları not ediyorum, beğeniyorum da. Ama açıkçası benim kuşağımdaki oyuncuları pek beğenmiyorum. Bu yüzden bir isim düşündüğümde bu yaşı çok büyük olan oyuncular oluyor. Haluk Bilginer ile çalışmak isterim. Kim hayır diyebilir ki ona? Şener Şen ile de çalışmak isterdim ama sanıyorum onu kaçırdım. Kıvanç Tatlıtuğ ’u çok beğeniyorum, bence çok ama çok iyi oyuncu. Farah Zeynep ile çalışmak isterim, menajerimiz aynı ama henüz böyle bir şeyi o da düşünmedi. Salih Bademci, Özge Özpirinçci çok iyiler. Mert Yazıcıoğlu, Alper Çankaya ve Burak Dakak benim kuşağımdan çok iyi oyuncular. Sibel Aytan ve Dilin Döğer ’i de keza beğeniyorum. Cem Yılmaz ile çalışırsam da bir çocukluk hayalimi gerçekleştirmiş olurum. Bir kurmaca filmi dizi ya da film yapmak isteseniz. Bu hangi eser olurdu? Oğuz Atay’ın yazdığı herhangi bir şeyi uyarlamak isterdim. Tutunamayanlar’ı çok istiyorum, oradaki Selim Işık ’ı. Onun dışında Ayfer Tunç’un üçlemesini de dizi yapmak isterdim. Ama sanıyorum o yapacakmış. Osman’ı okuduktan sonra direkt dizi yapmanın hayalini kurmuştum. Onun dışında Yeraltından Notlar, Beyaz Geceler, Çavdar Tarlasında Çocuklar gibi kitaplar geldi aklıma ilk olarak. En sevdiğiniz üç film hangisi ve neden onlar? Oslo 31 Ağustos filmini ilk sıraya koyuyorum. Bana göre günümüz insanını en iyi anlatan film. Her ne kadar bir bağımlının hayatını anlatıyor olsa bile modern hayatı ve insanı çok iyi anlattığını düşünüyorum. Oradaki duyguyu çok güçlü ve çok gerçek buluyorum. Bunu da altını çizmeden yapabiliyor olması çok kıymetli. Oslo 31 Ağustos Love filmini alıyorum. Çünkü aşk insanıyım ve bir ilişkiyi bu bu denli güçlü, gerçek anlatabilmesini çok sevdim. Ayrıca karakterler bana yakın geldi, geliyor. Hem böyle bir film yapmak isterdim, o yüzden de ikinci sıraya bu filmi alıyorum. Üçüncü filmde ise aday çok. Fight Club demek istiyorum ama sanıyorum son dönemde bu filmi hor görmek moda oldu. Ancak ben hala çok iyi bir film olduğunu düşünüyorum. O tarihte böyle bir film yapabilmek müthiş. Ortaokul sonda son sahnesini izlediğimde yaşadığım hazzı neredeyse hayatımın hiçbir anında almamıştım. Onun dışında Blue Valentine filmini de demek isterim, bana göre ilişki filmleri arasında en iyisi ve en gerçeği. Daha ötesi yapılabilir mi? Bilmiyorum. Nocturnal Animals filmini de keza seviyorum. Benim gibi kibar, kırılgan her yazarın hayali, fantezisi sanırım. Senaristlik, yönetmenlik ve yapımcılık... Çok kimlikli bu üretim hali yorucu mu yoksa besleyici mi? Aslında her ikisi de. Hem yorucu hem besleyici. Ama zaten üçü de birbirleriyle ilgili, o yüzden birbirini tamamlıyorlar da. İlhamı en çok nerede yakalarsınız: gece, kalabalık içinde mi, yoksa tam sessizlikte mi? Aslında şöyle oluyor, ben yazmaya başlamadan yani bilgisayar başına oturmadan önce ilhamların hepsini topluyorum. Kalabalığa karışıyorum, kafamdaki düşünce yığınlarını normal hayatımda gördüğüm o kalabalıkla eşleştiriyorum ve daha sonra özellikle geceleri, sessizlikte, tek başıma yazıyorum. Ancak son dönemde daha fazla yazmaya başladığım için gündüzleri de yazmayı öğrendim. Tek başıma, sessiz bir ortamda, dikkatimi sadece benim dağıtabildiğim bir ortam daha iyi. Yazarlığın size öğrettiği, hiç beklemediğiniz bir şey oldu mu? Her şeyi yazarak öğrendim. Benim gibi hayat konusunda her zaman toy yaşayanlar için yazarlık, hayatı öğrenebilmek oluyor. Ama bunun dışında gerçekten sabırlı olmayı öğretti. Sabretmeyi hiç beklemezdim ama yazar biri olunca mecbur sabretmek zorunda kalıyorsunuz. 20 yıl sonraki Tuna Yüksel’e bir not bırakacak olsanız, ne yazardınız? Beklediğinden daha uzun yaşamışsın ama umarım buna üzülmeyecek bir hayat yaşamayı başarmışsındır. Bu keyifli sohbet ve yaratım süreçlerine içtenlikle kapı araladığı için Tuna Yüksel ’e teşekkür ediyoruz.Yeni projelerini merakla bekliyoruz.
- Marvel'ın Faz 4 ve Ötesi: Deadpool ve Wolverine ile Yeni Bir Başlangıç
Marvel Sinematik Evreni (MCU), Deadpool ve Wolverine 'in buluşmasıyla birlikte büyük bir yenilik ve heyecan dalgası yarattı. Bu film, hem nostalji dolu hem de evrenler açısından benzer ama başka hikaye unsurları barındıran bir yapım olarak karşımıza çıkıyor. Ancak, bu film sadece yüzeyde görünenlerden ibaret değil; daha derin analiz ettiğimizde Marvel'ın karmaşık planlarını ve karakter dinamiklerini daha iyi anlayabiliriz. Spoiler uyarısı Zaman Çizgileri ve Çoklu Evrenler Faz 4'ün temelinde yatan çoklu evren ve zaman çizgisi temaları, Deadpool ve Wolverine filminde de öne çıkıyor. Wolverine 'in farklı zaman dilimlerinden Deadpool ile buluşması, Marvel'ın zaman çizgileriyle nasıl oynayacağını mutantlarımıza gösteriyor. Artık resmi olarak onlar da bu deliliğe dahil oldu. Filmin sonunda Logan kendi evrenine gitmedi, boşlukta kaybolmuş diğer karakterlerimiz de geri dönmediler. Bu tabii ki de büyük bir eksiklik yaratır, Paradox'da bunun peşine düşer. Marvel böyle minik zaman çizgilerine takılacak bir firma değil, asla da olmaz (eminiz). Yazarların Grevi ve Marvel Üzerindeki Etkisi Amerika’da senaryo yazarlarının ve film yazarlarının grevleri, özellikle Disney gibi büyük firmaların görsel ve hikaye zenginliğini olumsuz etkiledi. Çalışanların emeklerinin karşılığını alamamalaro, Marvel filmlerinde uzun zamandır görsellik ve hikaye derinliğinde bir azalmaya neden oldu. Bu durum, Deadpool ve Wolverine filminde de hissediliyor. Marvel , faz 4 boyunca yaşanan bu sorunları aşmak için çaba göstermeye çalışırken bunu fan servis aracılığı ile iyice yediriyor ki başarıyor diyebilirim. Çizgi roman okumamış ve keyfi izleyici, takipçiler için sağlam bir kitle diyebilirim. Fox Karakterlerinin Disney'e Geçişi Fox 'un karakterlerinin Disney'e geçişi, WandaVision dizisinde ilk kez resmi olarak tanıtıldı. Ancak, Fox 'un karakterleri ilk defa bu kadar yoğun bir şekilde Deadpool ve Wolverine filminde gösterildi. X-Men ve Fantastik Dörtlü gibi önemli karakterlerin Marvel evrenine entegrasyonu, çizgi roman hayranları için büyük bir heyecan kaynağı oldu ve evet merak etmedik değil. Bu film, New Mutants ve House of M gibi çizgi romanlarına güzel atıf yapsa da bizim artık bir Wanda'mız yok değil mi? Acaba Secret Wars gibi dev bir yapım, evren ve hikayeye hizmet edecek filmde nasıl bir planları var? Normalde bu sene sonu gibi çıkması planlanan Secret Wars aslında ertelenerek iyi bir adım yaptı. Bizim elimizde Moon Knight, Black Knight ve Blade gibi karakterler geçti. Moon Knight ne kadar kendine ait bir hikaye ile devam etse de Black Knight 'dan maalesef ses seda yok. Eternals 'ı iptal edip mutant ve tanrı savaşını rafa kaldıran Marvel'ın umarım bundan sonra hazır Fox da ellerine geçmişken iyi bir planı vardır. Deadpool ve Wolverine'in Karakter Dinamikleri Deadpool 'un mizah anlayışı ve Wolverine 'in sert karakteri arasındaki dinamik, film boyunca eğlenceli ve sürükleyici bir atmosfer yaratmış. Bu ikiliyi sevdiğimi söyleyebilirim. Deadpool ’un dördüncü duvarı yıkma alışkanlığı ve Wolverine ’in çatışmacı doğası seyir keyfini çokça artırmış. Bunların yanında, Deadpool 'un çizgi romanlarında evrenlerde gezip neredeyse bütün Marvel ve Avengers 'ı tek başına öldürdüğü bir serisi var. Yani aslında biz çizgi roman okuyucuları için bu film önceden aşina olduğumuz bir konu. Hatta çoklu evrenler uzun zamandır tanıtılmış durumda. Filmde deadpool'un gücünün en azından diğer karakterlere göre az kalır bir yanı olmayacağını görmemiz karakter açısından iyi bir adım oldu. Marvel’ın Genişleyen Evreni Deadpool ve Wolverine filmi, MCU 'nun daha önce tanıtılmamış veya geri planda kalan karakterlere yer verme stratejisine uygun, fakat ne kadar gerekli olduğu büyük bir muamma. Filmin ilerleyen bölümlerinde, Marvel evreninin çeşitli köşelerinden karakterler ve olaylar hakkında daha fazla bilgi edinmek mümkün. Bu, izleyicilere hem tanıdık hem de yeni yüzlerle dolu bir kapı sunuyor. Faz 4'ün diğer yapımlarında da bu genişleme stratejisinin izlerini görmek mümkün; She-Hulk, Ms. Marvel ve Shang-Chi gibi karakterler de bu genişlemenin bir parçası olarak izleyiciye tanıtıldı. Bunlarla beraber ek birkaç şey daha eklemek istiyorum. Marvel bir şey bilmeyen ya da eksik bir şirket değil. Zaten eklediğim gibi amacı fan servis odağında evrenler oluşturmak. Biz çizgi roman okuyucuları için bu filmler çok önceden anlatılmış olsa bile asıl amaçları her şeyi birbirine katarak ilerlemek. Evet bir Faz 4 var ve ona hizmet etmek gerekiyor. Bir sürü başıboş çoklu evrenin varlığını öğrendik ve bunlara hizmet etmesi için birçok yeni karakter tanıtmak gerekiyor. Peki bu karakterleri tanıtmak için izlenen yol mantıklı mı? Eh. Faz 5 ve Ötesi İçin Tahminler Marvel’ın Faz 5 ve sonrasında nasıl bir yol izleyeceği merak konusu. Ancak bazı tahminlerde bulunabiliriz: 1. Daha Derin Karakter Gelişimi: Faz 4'te başlatılan karakter odaklı hikayeler, Faz 5'te daha da derinleşecek. Özellikle X-Men ve Fantastik Dörtlü gibi grupların evrene entegrasyonu, karakterlerin geçmişlerine ve ilişkilerine daha fazla odaklanmayı gerektirecek. 2. Çoklu Evrenler ve Kaos: Doctor Strange in the Multiverse of Madness ile başlatılan çoklu evren kaosu, Faz 5 ve sonrasında da devam edecek. Bu, farklı evrenlerden karakterlerin bir araya gelmesini ve yepyeni hikaye dinamiklerinin oluşmasını sağlayacak. 3. Yeni Tehditler ve Büyük Kötüler: Thanos'un ardından, Marvel evrenine yeni büyük kötüler girmesi bekleniyor. Kang the Conqueror, Galactus ve Doctor Doom gibi tehditler, Marvel evrenine büyük bir tehlike getirecek. 4. Çizgi Romanlara Dönüş: Marvel’ın çizgi romanlardan daha fazla esinlenmesi ve bu hikayeleri sinematik evrene entegre etmesi bekleniyor. House of M, Secret Wars ve Avengers vs. X-Men gibi büyük çizgi roman etkinlikleri, gelecekteki filmler ve diziler için ilham kaynağı olabilir. Sonuç ve Beklentiler Film (teoriler üretmeden) güzeldi ve oldukça keyifliydi. Uzun zaman sonra bir Marvel filmini sinemada izlemek bana keyif verdi. Ancak, Faz 4'ten belliydi ki hikaye ve kurgu derinliği asla olmayacaktı. Özellikle Marvel 'ın gelecek fazları tanıtmak amacıyla geçen ay gerçekleştirdiği San Diego Comic Con'da hala Robert Downey Jr.'ı Dr. Doom yerine almayı planlıyor olması ve Iron Man 'i geri getirecek olmaları (bence) ayrı bir saçmalık. Bir zamanlar çizgi romanlara hizmet eden MCU , şimdi fan servisine odaklanan bir sinema evrenine dönüştü. Keşke çizgi romanlara daha bağlı olsaydı. Yine de, keyifli bir akşam geçirmek isterseniz, bu film en azından bunu sağlayacaktır.
- Longlegs: Yavaş Ateşlenen Bir Gerilim, Hızla Tükenen Bir Hikâye
David Robert Mitchell ’in gerilim dolu evrenine geri dönüşü olarak nitelendirilen Longlegs, büyük beklentilerle izleyicinin karşısına çıkıyor. Özellikle It Follows ve Under the Silver Lake gibi önceki yapımlarıyla adını duyuran yönetmenin bu yeni filmi, sinematografik açıdan göz dolduruyor. Atmosfer yaratma konusunda son derece başarılı, ancak ne yazık ki olay örgüsü bu atmosferi desteklemekten çok uzak. SPOILER Filmin temposu, karakterlerin çözüm yollarına ulaşma hızları ve olayların bağlanma biçimi, adeta izleyiciye nefes alacak yer bırakmıyor. Bir an durup karakterlerin iç dünyasına bakmadan, bir sonraki sahnede çözüm karşımıza çıkıveriyor. Bu hızlandırılmış anlatı yapısı, özellikle filmin derinliğini ve karakterlerin psikolojik boyutlarını zayıflatıyor. Kadının bir anda olayları çözüp gitmesi, izleyiciyi gerçek bir yüzleşmeden mahrum bırakıyor. Oyuncular, Hikaye ve Sinematografi: Üçlünün Harmanı Şimdi, filmi neden beğenilmesi gereken yönlerinden ele alalım. Hikaye, atmosferik bir gerilim-polisiye olarak başarılı başlıyor. Karakterler dikkat çekici ve film boyunca merak uyandırmayı başarıyor. Nicolas Cage , filme güçlü bir varlık kazandırıyor ve karakterinin psikolojik derinliğini, sınırlı malzemeye rağmen etkili bir şekilde yansıtıyor. Ancak, hikayenin hızlıca bağlanması ve karakterlerin bu sürece tam anlamıyla dahil edilememesi, tüm bu potansiyelin tam anlamıyla değerlendirilmesine engel oluyor. Gelelim sinematografiye. Mitchell ’in film boyunca yarattığı görsel dünya, tek kelimeyle nefes kesici. Her karede derinlik, renkler ve ışık kullanımı olağanüstü. Atmosfer yaratma konusunda yönetmenin ustalığını inkar etmek mümkün değil. Ancak atmosferin bu kadar güçlü olmasına rağmen, hikayenin sığ kalışı bir paradoks yaratıyor. Sinematografi o kadar güçlü ki, hikayeyi taşıması bekleniyor. Fakat maalesef, hikaye bu görsel şölenin altında eziliyor. Felsefi Boyut: Suç, Ahlak ve İnsan Doğası Üzerine Longlegs , yüzeyde bir gerilim hikayesi olarak ilerlese de, altında çok daha derin sorular barındırıyor. Suç ve ceza arasındaki ince çizgide dolaşan karakterler, ahlak ve adalet kavramlarını sorgulamamıza neden oluyor. Ana karakterin içinde bulunduğu ahlaki ikilem, izleyiciyi modern dünyanın adalet anlayışını sorgulamaya itiyor. Günümüzde, yasalarla çizilmiş ahlaki sınırların ötesinde, bireyin kendi vicdanına göre hareket etmesi doğru mu? Karakterin bu sorularla yüzleştiği anlar, filmin felsefi derinliğini ortaya koyuyor. Film, Nietzsche 'nin " Tanrı öldü " felsefesini çağrıştırıyor; eğer bir ilahi otorite yoksa, insan adaleti kimin ellerinde? Karakterlerin içinde bulunduğu adalet ve suç döngüsü, bu soruya bir yanıt arıyor gibi. Özellikle, adaletin kişisel bir intikam aracı haline gelmesi, ahlaki ve yasal sınırların silikleştiği bir dünya portresi çiziyor. Ancak Longlegs, bu derinliği tam anlamıyla işleyemiyor ve olayların hızla bağlanması, bu soruların üzerinde derin düşünme fırsatını kaçırmamıza neden oluyor. Kant ’ın ahlak felsefesi de film boyunca yankılanıyor: İnsanlar, ahlaki seçimlerini yaparken saf akıl ile mi hareket ediyor, yoksa içsel arzularına mı yenik düşüyor? Ana karakterin içinde bulunduğu içsel mücadele, bu sorular etrafında şekillense de, ne yazık ki hızlı tempolu olay örgüsü, bu felsefi soruların üzerinde durmadan geçiyor. Karakterler Arasındaki Çelişkiler ve Psikolojik Derinlik Ana karakterin içsel çatışmaları, hikayeye güçlü bir giriş sağlıyor. Suç ve ceza kavramları, ahlaki ikilemler ve bireyin toplum içindeki rolü üzerine kurulu bu çatışmalar, karaktere derinlik kazandırıyor. Fakat bu derinlik, olayların hızlı gelişimi nedeniyle tam anlamıyla işlenemiyor. Psikolojik açıdan daha fazla keşfedilmesi gereken karakterler, yüzeysel bir hızla geçiştiriliyor. Özellikle Nicolas Cage ’in canlandırdığı karakterin geçmişine dair daha fazla bilgi edinebilsek, suç ve adalet arasındaki dengesini daha iyi anlayabilirdik. Ancak hikaye, bu derin psikolojik çözümlemelere girmeden, olayların hızlı çözümüne odaklanmayı tercih ediyor. Bu da karakterlerin tam olarak gelişmeden, olayların içine sürüklenmesine neden oluyor. Sonuç: Potansiyeli Yakalayamayan Bir Film Sonuç olarak, Longlegs , potansiyeli olan ancak bu potansiyeli tam anlamıyla değerlendiremeyen bir yapım. Hikayenin derinlikli yönleri, karakterlerin psikolojik çelişkileri ve sinematografik başarı, filmi izlenmeye değer kılıyor. Ancak olayların hızlı bir şekilde bağlanması, izleyiciyi tatmin edemeyen bir sona sürüklüyor. Kuzuların Sessizliği gibi polisiye-gerilim şaheserlerinden sonra bu filmi izleyip en iyi polisiye-gerilim olduğunu düşünenlere seslenmek istiyorum: Gerçekten emin misiniz? Çünkü bu film, sinematografisi ve oyuncularıyla öne çıkarken, olay örgüsüyle aynı seviyeye ulaşamıyor.
- The Materialists: Modern Aşkın Yüzeyinde Kalan Bir Hikâye
Spoiler uyarısı: Bu yazı filmden bazı sahnelere dair ipuçları içerir. Açık konuşayım: The Materialists ’i izlemeye büyük bir beklentiyle oturdum. Celine Song ’un Past Lives gibi derin, zamansız bir filmden sonra ne anlatacağına ciddi şekilde merak duyuyordum. Ama film başladıktan sadece birkaç dakika sonra, anlatının yönünü ve karakter dinamiklerini tahmin etmek neredeyse çocuk oyuncağı haline geldi. Dakota Johnson’ın hayat verdiği Lucy karakteri, lüks eşleştirme servisleri yürüten bir çöpçatan. Hayatı kontrol altında. Lüks içinde. Ne istediğini bildiğini sanıyor. Karşısında bir yanda eski sevgili John (Chris Evans) , diğer yanda yeni zengin Harry (Pedro Pascal) . Ve evet, hikaye tam da tahmin ettiğiniz gibi gelişiyor: klasik “fakir ama duygusal adam vs zengin ama mesafeli adam” çatışması. Günümüz ilişkilerinde kadın ve erkek ne istiyor? Film bu soruyu soruyor gibi ama cevaplamaya hiç niyeti yok gibi hissettirdi. Lucy'nin aşkı mı, güvenliği mi, tutkuyu mu yoksa ekonomik refahı mı tercih edeceğini izliyoruz; fakat karakterin bu tercihlerle olan duygusal savaşı yalnızca yüzeyde kalıyor. Ne Lucy'nin duygularına tam erişebiliyoruz, ne John’un geçmişine, ne de Harry'nin içsel motivasyonlarına. Oysa modern ilişkilerde kadın ve erkek sadece birbirini “ tamamlayan ” değil, birbirini “ anlamaya çalışan ” figürler olmak zorunda. Bu film ise bu çabanın yanına bile yaklaşmıyor. Herkes rolünü oynuyor ve perde kapanıyor. Celine Song gibi detaylarda boğulmayı seven, diyaloglarla hikâye anlatan bir yönetmenden daha derin bir romantizm bekliyordum. Past Lives’da bakışlarla anlatılan o tarifsiz geçmiş, The Materialists’ta aforizmalara dönüşmüş. Ne yazık ki bu film bana “ Past Lives 2 ” değil, “ Past Lives gölgesinde kalmış, cilalı bir Netflix romantizmi ” gibi geldi. Pedro Pascal’ın canlandırdığı Harry karakterinin ameliyat hikâyesi gibi tuhaf detaylarla film yer yer absürte kaçsa da, bu dokunuşlar hikâyeye yeni bir katman eklemekten çok, sosyal medya akışına malzeme üretmek gibi duruyor. Kalbimden Geçen Puanla Bitiriyorum Ne yalan söyleyeyim, bu film beni biraz hayal kırıklığına uğrattı. Ne duygusal olarak çarptı, ne de hikayesel olarak büyüledi. Sinematografisi zaman zaman etkileyici, evet. Oyunculuklar da fena değil. Ama bir aşk üçgeninin bu kadar öngörülebilir, bu kadar düz anlatılması bana yetmedi. Eğer duyguların içini kazıyan, karakterleri gerçekten çözümleyen bir şey bekliyorsan; The Materialists belki seni de tatmin etmeyecek. Ama fonda hoş bir film izleyip, estetik bir atmosferde kaybolmak istiyorsan, izlenmeyecek gibi de değil. Sonuç olarak film bende “keşke bu anlatı biraz daha cesur olsaydı” duygusunu bıraktı. Klişeleri kıramayan, yüzeyde dolaşan ama izlenebilir bir film. Benden 6,5 puan aldı. Song’dan daha fazlasını bekliyorum. Beklemek de hakkımız.
- Taksim’den 19 Mart’a: Mekân Üzerinden Kurulan Totaliter Rejim
Totaliter rejimler yalnızca sözle değil, taşla, betonla, planla da inşa edilir. 19 Mart 2025 tarihinde yaşananlar, bir toplumsal baskının mekânsal yüzünü açıkça ortaya koydu. 19 Mart’a kadar gözaltına alınanlar yalnızca bireyler değil, kamusal alanları, birlikte yaşama hakkını ve kent bilincini savunan şehir plancıları ve bu şehrin sürdürülebilir politik ve sosyal alan olduğunu savunanlardır. Onlar hâlâ tutuklu. Suçları ne mi? Bir parkı savunmak. Bir planı eleştirmek. Bir kente “hayır” deme hakkını kullanmak. Ama aslında bunun adı çok daha açık: rejimin mekâna hükmetme arzusuna karşı durmak. Gezi Parkı yıllar önce yalnızca birkaç ağacı değil, bir halkın mekânsal iradesini savunduğu yer olmuştu. 2013’te parkı savunanlar, kente dair alınan kararlarda söz sahibi olmak isteyen yurttaşlardı. Ve bu alan, boşluğu ve belirsizliğiyle totaliter düşüncenin asla kabullenemeyeceği bir şeydi: kontrolsüz kamusal alan. O yüzden saldırıya uğradı, bastırıldı. Bugün hâlâ Gezi’nin hesabı, mekân üzerinden sürdürülüyor. 19 Mart 2025’teki gözaltılar, bu bastırmanın yeniden kurumsallaştığını gösteriyor. Kent suçunun failine değil, eleştirmenine yöneltilen suçlama; demokrasiyle değil, otoriteyle uyumludur. Şehir plancıları, kamusal alanı savundukları, afet toplanma alanlarının ranta açılmasına karşı çıktıkları, kentte yaşayanların hakkını savundukları için tutuklandılar. Çünkü totaliter sistemler, mekânı yalnızca kontrol aracı olarak görür. Ve mekâna itiraz edenleri, “suçlu” ilan eder. Bu sistemin temel özelliği, boşluklardan korkmaktır. Gezi Parkı, Taksim Meydanı, üniversite kampüsleri, parklar, sokaklar… Hepsi birer tehdit olarak görülür. Çünkü bu alanlar; birlikte düşünmenin, karşılaşmanın, eleştirinin, direnişin doğduğu yerlerdir. İşte bu yüzden boşluklar ya AVM’ye, ya otoparka, ya “ dönüşüm projesine ” kurban edilir. Toplanma alanları yok edilir. Şehir, gözetleme sistemine, disiplinin alanına dönüşür. Mimarlık bu oyunun ya bir parçasıdır ya da ona karşı direnir. Eğer biz bugün yapılanları yalnızca “ kentsel dönüşüm ”, “ imar uygulaması ”, “ peyzaj yenilemesi ” olarak okursak, susmuş oluruz. Oysa planlanan şey yalnızca yapılar değil; itaatin mekânsal örgütlenmesidir. Görünürlük, müdahale edilebilirlik, izlenebilirlik işte bu yeni kent anlayışının temel ilkeleri. Ve evet, 19 Mart sadece bir gün değildir. Bir uyarıdır. Geçmişi hatırlatır, geleceğe işaret eder. Gezi yalnızca bir anı değil, süregelen bir mücadeledir. Bugün şehir plancılarını hapse atan sistem, yarın hepimizi sözsüz, sessiz ve mekânsız bırakmak ister. Bu yüzden biz, bu boşlukları, bu parkları, bu alanları savunmaya devam edeceğiz. Unutulmamalı: Bir kent, birkaç kişi tarafından planlanamaz ve halka dayatılamaz. Çünkü kent yalnızca haritalarda değil, hafızalarda yaşar.
- İçgüdülerimizle Neden Barışık Değiliz?
Babygirl ve benzeri filmler üzerinden arzular, suçluluk ve toplumun çizdiği sınırlar üzerine bir bakış; Judith with the Head of Holofernes, (Genoese school, 17th century) Yüzleşmenin Rahatsızlığı Bazı filmler vardır; sessizce içimize dokunur, nedenini tam açıklayamayız. Babygirl de onlardan biridir. Çünkü bize dış dünyayı değil, kendi iç sınırlarımızı gösterir. Bu filmlerde olan şey “ eylem ” değil, bakıştır izleyiciye yönelen, onu içine çeken, huzursuz bir bakış. Babygirl Belki de bu yüzden, çoğu zaman ekranda değil, kendi içimizdeki yankıda rahatsız oluruz. Çünkü orada, yıllardır bastırdığımız dürtülerle karşılaşırız: sahip olma, teslim olma, kontrol etme, görülme isteği. Toplum bize bu duygularla barışmamayı öğretmiştir. Onları yaşamaktan çok, bastırmak saygıdeğer bulunur. Patriyarkanın Sessiz Eğitimi İnsan, doğduğu andan itibaren belli kalıplara yerleştirilir. Bu kalıplar genellikle görünmezdir; ahlak, terbiyelik, “doğru davranış” adı altında öğretilir. Aslında bunların çoğu, kimin nerede durması gerektiğini belirleyen sessiz bir düzendir. Bu düzenin adı patriyarkadır . Kadına “sakin ol”, “sus”, “sabret” denir; iç dünyası biçimlendirilir. Erkeğe ise “yönet”, “sahip ol”, “koru” denir; dış dünyası şekillendirilir. Judith and Her Maidservant with the Head of Holofernes by Artemisia Ama duyguların cinsiyeti yoktur. Ve bu çelişki, içgüdülerle toplum arasında bitmeyen bir gerilim yaratır. Babygirl ya da Secretary gibi filmler, bu sessiz eğitimle büyüyen bireylerin iç çelişkilerini görünür kılar. Bir karakterin bakışı bile bazen yılların baskısını anlatır ama kelimelere gerek kalmadan. Lacan ve Arzunun Aynası Jacques Lacan der ki, “insan, kendini ilk kez aynada tanıdığında arzunun doğuşu başlar.” Çünkü o an, benliğimizin tamamlanmamış olduğunu fark ederiz. Kendimizi bir bütün sanırız ama hep bir parça eksiktir. Bu eksiklik duygusu, hayat boyu bizi yönlendirir. Filmlerde gördüğümüz karakterler de bu eksikliğin peşindedir aslında. Eyes Wide Shut’ta bir bakış, Babygirl’de bir sessizlik ya da Disobedience’ta bir tereddüt… Hepsi aynı sorunun farklı biçimleridir: Une lettre de Magritte à Lacan - Atelier d'écriture de l'écoute-s'il-pleut “Beni ben yapan şey mi, yoksa başkalarının gözü mü?” Lacan’ın ayna evresi teorisi, bugünün toplumunda artık yalnızca çocuklukla ilgili değil. Artık hepimiz o aynanın içinde yaşıyoruz: ekranlarda, kimliklerde, profillerde. Ve kendi yansımamıza âşık olurken, en çok kendimizi kaybediyoruz. Freud’un Üçlü Düzeni: İd, Ego, Süperego Lacan’ın arzunun kökenine dair bu okuması, Freud’un zihnin katmanlarını anlatan üçlü yapısıyla birleştiğinde tablo tamamlanır. İd , içgüdülerimizin en saf, en dürtüsel kısmıdır bastırılmamış, filtresiz ve dürüst. Ego , bu içgüdülerle gerçek dünya arasında köprü kurar; uzlaşmaya çalışır. Süperego ise toplumun sesi, “yapma” diyen iç denetimdir. Patriyarkal kültür, çoğu kadının süperegosunu erken yaşta büyütür. Böylece içgüdüleriyle barışmak yerine onları bastırmayı öğreniriz. Toplumsal onay, “uyumlu olma” üzerinden şekillenir; dürtülerse yanlış etiketlenir. Babygirl gibi filmler, tam da bu üçlü çatışmayı gösterir: karakterler, iç dürtüleriyle toplumun sesini aynı anda duyar ve hangisinin kendileri olduğunu seçemezler. O yüzden bu hikâyeler bize tanıdık gelir çünkü hepimiz kendi içimizde bir yargıçla yaşarız. Magritte’in Perdesi René Magritte “ The Lovers ” René Magritte’in “ The Lovers ” tablosunda iki insan birbirine yaklaşır ama aralarında ince bir perde vardır. Yüzleri birbirine dokunamaz. Bu perde, sessiz bir sınır gibi görülmek isteriz ama tamamen görünmekten korkarız. Toplumun kuralları, o perdeyi hep aramızda tutar. Kadın kendi duygularına yaklaşmak istediğinde, toplum hemen fısıldar: “fazla oldun.” Erkek durduğunda, “zayıf oldun.” Yani herkes eksik, herkes perdeli. Babygirl , bu perdenin dokusunu fark ettiren filmlerden biri. Bakmakla yetinmek ve görmeyi göze almak arasındaki o ince çizgide duruyor. İçgüdülerin Sesi secretary (2002) dir. steven shainberg Belki de içgüdülerimizle barışamıyoruz, çünkü onların ne söylediğini duymaktan korkuyoruz. Onlar bize yanlış değil, hakiki olanı fısıldar. Ama patriyarka, hakikati susturur çünkü kontrol edemediği şeyi tehlikeli bulur . Biz de o tehlikeyi “ayıp” ya da “utanç” kelimeleriyle yeniden adlandırırız. Oysa dürtülerimiz, birer tehdit değil; kendimizi anlamanın kapılarıdır. Lacan’ın dediği gibi, “arzu, öznenin eksikliğidir” yani eksikliğimizi kabul etmeden, tam olmayı öğrenemeyiz. Freud’un modelinde olduğu gibi, barış; id’in dürüstlüğüyle süperegonun sesi arasında denge kurmakla mümkündür. Belki de barış, bastırmakta değil; o eksikliği sevmekte saklıdır.
- İki Belgesel, Tek Efsane: Ozzy Osbourne'un Son Perdesi
Geçtiğimiz yaz, bütün hastalıklarına rağmen bir stadyum dolusu insana konser vermesine şaşırmamız yetmiyormuş gibi, o büyük konserden sadece iki hafta sonra hayatını kaybetmesiyle Ozzy Osbourne’un vedası, rock dünyasında hem hayranlarını hem de müzikseverleri derinden etkiledi. Rockstarlar da yaşlanır, deyip geçmek kolay; ancak Ozzy Osbourne gibi renkli ve efsanevi bir figürün bu süreci yaşaması, hele de son konserine hastalıkla ve ölümle savaşırken çıkması, gerçekliğin ne kadar ilginç ve acımasız olduğunu gösteriyor. BBC ve Paramount’un yayınladığı iki farklı belgesel, tam da bu nedenle büyük önem taşıyor. BBC yapımı, Ozzy ve Sharon Osbourne’un Amerika’dan İngiltere’ye dönüş hikayesini ve orada kurdukları yeni hayatı anlatırken; Paramount’un belgeseli, İngiltere’ye dönüşün yanı sıra Ozzy’nin son sahne deneyimi ve bu sürecin tüm sancılarını mercek altına alıyor. Bu iki eser, bir devrin kapanışını farklı yönleriyle gözler önüne seriyor. Başlangıça Dönüş Ozzy Osbourne, İkinci Dünya Savaşı'nın izlerini taşıyan, bombalarla harap olmuş Birmingham’da, işçi sınıfı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Disleksi ve dikkat eksikliği nedeniyle okulda zorlanan, yoksulluk ve başarısızlık duygusuyla büyüyen Ozzy, 15 yaşında okulu bırakarak çeşitli işlerde çalışmaya başladı. Gitarların henüz distorte olarak çalınmaya başladığı dönemde, grup arkadaşı Tony Iommi metal fabrikasında çalışırken geçirdiği iş kazası sonucu iki parmağını kaybetti. Kendi yaptığı protez parmaklarla gitar çalmaya devam eden Iommi, telleri gevşeterek gitarın daha ağır ve güçlü bir ses üretmesini sağladı; bu da heavy metal müziğin doğuşuna yol açtı. Black Sabbath, o dönemlerde oluşan bu yeni sesle metal müziğin temellerini attı. Heavy Metal tarihinin başlangıcını anlatan bu eşsiz animasyonu izlemenizi öneririm: Paramount belgeselinde Ozzy Osbourne’un anlattıklarına göre, grup içinde vokalist olarak ön planda olmasına rağmen enstrüman çalamaması nedeniyle bazen dışlanmış ve fikirlerine yeterince değer verilmemiş. Madde kullanımı ve aşırı alkol tüketimi nedeniyle birçok sorumluluk ona yıkılmış ve bu durum onu yalnızlaştırmış. Gruptan atılmasının kesin nedeni net olarak açıklanmamakla birlikte, bunun hayatının en zor dönemlerinden birinin başlangıcı olduğu aile üyeleri tarafından üstünde defalarca durularak anlatılıyor. Şans Karısı Sharon ile tanışması ve efsanevi gitarist Randy Rhoads ile yollarının kesişmesi, Ozzy’nin kariyerinde yeniden doğuşun kapılarını açıyor. Kendini iyi bir müzisyen olarak görmese de, dünya çapında hit olmuş pek çok şarkının altında onun imzası bulunmakta. Ozzy Osbourne'un kendisinin de sıkça belirttiği gibi, en büyük şansı her zaman çevresinde olağanüstü yetenekli müzisyenlerin olmasıydı ayrıca The Osbournes” adlı reality şovun hayatında farklı bir dönüm noktası olduğunu ve bu program sayesinde sadece müzik dünyasında değil, televizyon dünyasında da geniş bir kitle tarafından tanınmasının, onun kamuoyundaki imajını tamamen değiştirdiğini unutmamak gerekir. Peki bu belgesellerin birbirinden farkı ne? BBC belgeseli, Sharon ve Ozzy’nin Amerika’dan İngiltere’ye taşınma sürecini ve orada “cennet” haline getirdikleri evi anlatırken, Paramount belgeseli İngiltere’deki eve odaklanmadan, Ozzy’nin son sahne performansı ve sağlık mücadelelerini detaylandırıyor. Ömrünün son aylarında verdiği efsanevi Birmingham konseri, onun ebedi veda anı oldu. Ozzy Osbourne, 69 yaşındayken kendisini fena hissetmediğini söylerken, 70 yaşına girdiğinde hayatın adeta "lanetli kapanma kapılarını" açtığını dile getiriyor. Artık istediği kadar yürüyemiyor ve yataktan kalkmak bile büyük bir mücadeleye dönüşüyordu. Bu sözler, onun yaşlanma sürecindeki sert fiziksel düşüşü ve sağlık sorunlarının hayatına nasıl ağır bir darbe vurduğunu çok net anlatıyor. Belgesellerde de yer aldığı gibi, 69 yaşına kadar dirayetle sahnede durmaya devam eden Ozzy, 70 yaşından sonra bedeninin sınırlarını çok daha sert hissetmeye başladı. Bu geçiş, sadece yaşlanmanın getirdiği acı gerçeklerle yüzleşmek değil, aynı zamanda sahnedeki hayatına duyduğu bağımlılıkla yaşadığı derin çatışmanın da bir ifadesiydi. Her iki belgeselde ailesinin anlattıklarına göre, tüm bu zorlu süreç, üst üste gelen talihsizlikler ve bazı tıbbi hataların birleşimiyle başladı. 2018 yılında boynunda gelişen enfeksiyon nedeniyle bağışıklık sistemi zayıflayan Ozzy, turnesini iptal etmek zorunda kaldı. Dört ay sonra evde yaşadığı bir düşme ise her şeyin sonu oldu; onun eşinin ifadesiyle, “İşte o an her şey bitti.” karısının bu sözü, Ozzy Osbourne’un hayatının son dönemlerindeki çaresizliği ve mücadeleyi anlamak için önemli bir pencere açıyor. Belgesellerde bu matem havası, Ozzy'nin çok az zamanının kaldığını Sharon gayet bilmekte ve gözleri dolu bir hüzünle olan biteni anlatıyor. Belgeselde ameliyattan önce yatağında çocuk gibi neşeyle zıpladığı görüntüler var. Fakat o ameliyattan çıktığında artık eski Ozzy yok. Kızı Kelly’nin dediği gibi, “duruşu Gollum gibiydi.” Aileye göre ameliyat fazla sert, fazla iddialıydı. İyileştirmekten çok yıkmıştı. Bir başka cerrahın, “Bu hasarı tamamen onaramam,” sözleriyle de gerçek tüm ağırlığıyla üzerlerine çökmüştü. "Where Are the Good Old Days?" Belgeselde öyle bir sahne var ki... Ozzy, Los Angeles'taki evinde otururken Sharon’a o klasik soruyu soruyor: "Nerede o güzel eski günler?" Sharon’ın cevabı ise suratınıza tokat gibi çarpıyor: "They’re fucking gone, mate." (Gittiler o s..tiğimin günleri, dostum.) Bu diyalog, aslında her şeyi özetliyor. Boyun sakatlığı, Parkinson belirtileri, bitmeyen ağrılar... Sharon, "Çok depresif," diyor kocası için. Hatta işler o kadar ciddileşiyor ki, Ozzy bir noktada o dinmeyen acıyla "kendimi öldürmeye hazırlanıyordum" diyor. Ama ardından eklediği cümle, tam bir Ozzy klasiği: "Beni bilirsiniz, onu da yarım yamalak yapardım, yarı ölü kalırdım... Kendimi ateşe versem bile ölmezdim herhalde. Benim şansım bu." Ve Müzik Geri Gelir: 'En İyi İlaç' Ozzy yeniden müzik üretmesini şöyle tanımlıyor: "Yaşlanmış, acılar içindeki o adam mikrofonun başına geçtiği an yeniden Ozzy Osbourne'a dönüşüyor" Bu geri dönüşün kilit ismi ise prodüktör Andrew Watt’tı. Watt ile tanışması, Ozzy için ikinci bir bahar gibiydi. Beraber stüdyoya girdiklerinde ortaya çıkan enerji, her türlü ilacın ötesindeydi. Ozzy o dönemi tek cümleyle özetliyor: "O zamanlar aldığım en iyi ilaç müzikti." Stüdyodaki o anlar için "sihir" diyorlar. Anlatılanlara göre yaşlanmış, acılar içindeki o adam, mikrofonun başına geçtiği an yeniden o bildiğimiz efsanevi Ozzy Osbourne'a dönüşüyordu. Bu sihir, somut bir başarıya dönüştü ve "Patient Number 9" albümüyle taçlandı. Albüm o kadar büyük bir ses getirdi ki, 2023 yılında "En İyi Rock Albümü" dalında Grammy Ödülü'nü kazandı. Bu ödül, sadece başarılı bir albümün değil, aynı zamanda müziğin iyileştirici gücünün ve acılar içindeki bir efsanenin nasıl yeniden devleşebileceğinin de bir kanıtıydı. Fakat bu başarının ardındaki tek sır bu değildi. Ozzy'nin dehası, çağın ruhunu yakalama becerisinde gizliydi. Yaşıtları olan birçok "eski toprak", ya yıllardır yeni bir şey üretmiyor ya da eski hitlerini yeniden düzenleyerek ("remastered") piyasaya sürerken, Ozzy yenilikçi bir tavır sergiledi. Post Malone gibi yeni nesil yıldızlarla iş birliği yapması ve Andrew Watt gibi modern sound’a hakim bir prodüktörle çalışması, onun sadece geçmişin bir efsanesi olarak kalmayı reddettiğini gösterdi. Bu, yılların heavy metal ikonunun ne kadar esnek ve yeniliğe açık olduğunun, mirasını geleceğe taşıma konusundaki zekasının en net kanıtıdır. Son Bir Selam ve Efsanelerin Saygı Duruşu 2024 yılında Rock and Roll Hall of Fame törenine kabul edilen ancak sağlık sorunları nedeniyle sahneye çıkamayan Ozzy Osbourne’un yaşadığı derin hüzün ve çaresizlik, belgeselde izleyicinin yüreğine dokunacak şekilde anlatılıyor. O anlarda sanatçının yanında olan eşi Sharon ve müziğin büyük isimlerinden oluşan bir grup, onun onuruna sahneye çıkarak güçlü bir dayanışma ve saygı örneği sergiliyorlar. Sahnedeki bu yıldız isimler, Ozzy’nin unutulmaz şarkılarını seslendirirken, müziğin birleştirici gücü ve sanatçı ile seyirci arasındaki derin bağ gözler önüne seriliyor. Son konserde, yorgun ve yenilmiş bir ifadeyle sahneye çıkan Ozzy, birkaç saniye içinde o meşhur gülümsemesini takarak, içinde sakladığı mücadele ve umudu izleyiciye hissettiriyor. Bu duygulu anın gerçek bir mutluluk mu yoksa zoraki bir sevinç mi olduğu belirsiz; ancak her halükarda, sanatçının kırılgan ve güçlü yanlarını birlikte yaşatan özel bir an olarak hafızalara kazınıyor. Törende ona eşlik eden müzisyenler arasında Red Hot Chili Peppers davulcusu Chad Smith, Metallica bas gitaristi Robert Trujillo, rock sanatçısı Billy Idol ve uzun yıllar beraber çalıştığı isimler vardı. Onların ortak performansı, Ozzy Osbourne’un müzikle ölümsüzleştiğinin ve kalplerde yaşamaya devam ettiğinin güçlü bir nişanesi oldu. Bu sahne, tüm izleyenlere unutulmaz ve derin bir anı bıraktı. Mutlaka İzle ! Chad Smith, Robert Trujillo, Adam Wakeman, Andrew Watt, Billy Idol, Steve Stevens, Zakk Wylde, Shelly Roll gibi birçok ünlü müzisyen, Ozzy'nin ikonik şarkılarını yorumlamak için bir araya geliyor. Bitiriş Paramount belgeseli, 'No Escape From Now', teknik açıdan gerçekten daha doyurucuydu. Sinematografisi, ses tasarımı, her şey bir rock efsanesinin vedasına yakışır görkemdeydi. O büyük, parlak, epik anlatı tam bir Hollywood işiydi. BBC'nin 'Coming Home' yapımı ise o parlaklıktan ziyade, karakterlerin yüzündeki çizgilere, evin içindeki sessizliğe, o yorgun ama kopmaz bağa odaklanmıştı. Daha ham ve daha gerçekti. Ve finalleri... İşte burada fark iyice ortaya çıkıyor. BBC versiyonu bittiğinde boğazında bir düğüm, gözünde yaşla kalakalıyorsun. Çünkü bir ailenin dramını iliklerine kadar hissettiriyor. Paramount ise sanki o son konserin görkemini final olarak belirleyip, Ozzy'nin konserden sadece iki hafta sonra hayatını kaybetmesini aceleye getirilmiş bir "son dakika" bilgisi gibi eklemiş gibi hissettiriyor. O büyük şovdan sonra gelen ölümün ani gerçekliğini tam olarak sindirmemize izin vermeden bitiyor gibiydi. Özetle, ortada bir fazlalık yok. Biri efsanenin "nasıl" bittiğine odaklanırken (Paramount), diğeri "kim" olarak bittiğine odaklanıyor (BBC). Biri aklımıza, diğeri kalbimize hitap ediyor.
- Köln 75: Uçurumun Kenarındaki Bir Adam ve Kırık Bir Piyano, Tarihin En Çok Satan Solo Caz Albümünü Nasıl Yarattı?
Bir gencin organize ettiği ve caz tarihinde bir dönüm noktası haline gelen “tarihi” konserin üzerinden 50 yıl geçti. Son Berlinale’de prömiyerini yapan Köln 75 filmi, işte bu olayı perdeye taşıyor. Keith Jarrett, Köln Opera Binası Konseri, 1975 / Source: https://progarchy.com/2017/03/05/soundstreamsunday-the-koln-concert-by-keith-jarrett/ Bazen (ve yalnızca bazen) müzik prodüksiyonunun küçük dramları tartışılmaz başyapıtlara yol açar ve bu film tam olarak bunu anlatıyor. Alman-Belçika ortak yapımı olan film, tüm zamanların en çok satan canlı caz albümlerinden biri olan Keith Jarrett’ın The Köln Concert (1975) albümünün ardındaki gerçek hikâyeyi konu alıyor. Neredeyse iptal edilecek olan bu resital, henüz 15 yaşındayken Köln’de konserler düzenlemeye başlayan ve o sırada hâlâ okulda olan genç Vera Brandes tarafından organize edilmişti. Zamanla Brandes, ülkenin en etkili müzik tanıtımcılarından biri haline gelecekti. Filmin yönetmeni ve senaristi Ido Fluk, Berlin galasından kısa bir süre sonra şöyle dedi: “Artık filmlerde müzik hikayelerini kutluyoruz ve çoğu sanatçılarla ilgili. Ancak bu film, yapımcı olarak hareket ederek bir sanat eseri yaratan bir kadın hakkında. Vera Brandes olmasaydı, Köln Konseri de olmazdı. Keith Jarrett, bu kadının aracılığı olmadan bu şaheseri çalmazdı. Bu, müzik organizatörüne bir saygı duruşudur.” Vera Brandes & Mala Emde / Source: Soeren Stache/dpa Vera Brandes’in mücadelesi, film boyunca çok net bir şekilde görülüyor. Muhafazakâr ailesinin itirazlarına rağmen Brandes (Alman oyuncu Mala Emde tarafından canlandırılıyor), memleketinde uluslararası caz konserleri düzenlemeye başladı. Evin altındaki babasının diş kliniğinin telefonunu gizlice kullanarak Amerikalı ve İngiliz sanatçıların menajerleriyle iletişime geçti. İlk birkaç konserden sonra ve büyük bir azimle, Amerikalı caz piyanisti Keith Jarrett’ı da ikna etmeyi başardı. Jarrett, onu bir barda keşfeden ve kariyerine ivme kazandıran Miles Davis’in grubundan ayrılmıştı. Son birkaç yıldır tamamen yaratıcı bir dizi resitalle uğraşıyordu; hepsi sıfırdan oluşturulmuş, bir saatten uzun solo doğaçlamalardan oluşuyordu ve caz tarihinde eşi benzeri görülmemişti. 1975 yılında, Avrupa turnesi kapsamında Köln Opera Binasındaki performans için belirlenen tarih geldi. Bu konser, mekânın ev sahipliği yaptığı ilk opera dışı performans olacaktı. Ancak bir önceki gece Zürih’teki performansından sonra plak şirketi patronunun Renault 4’üne sıkışarak 600 kilometre yol kat eden Jarrett, yorulmuş ve uykusuz bir durumdaydı. Üstelik Opera binasındaki piyano, istenilen Bösendorfer 290 Imperial yerine, provalarda kullanılan ve çok kötü durumda olan bir enstrümandı. Jarrett, konseri iptal etmekle tehdit etti ancak Brandes’in ısrarı ve piyanoyu akort etmek için harcadığı birkaç saat, onu ikna etti. Keith Jarrett, Köln Opera Binası Konseri, 1975 Aslında konser kaydedilmemeliydi, ancak Avrupa’daki plak şirketi ECM, yalnızca özel amaçlar için kaydetmeye karar verdi. Kasım 1975’te yayınlanan albüm, dört milyon kopya satarak tüm zamanların en başarılı solo caz albümü ve tarihin en başarılı piyano kaydı oldu. Fluk’a göre Keith Jarrett, bozuk piyano karşısında çaldığı için hayatındaki hiçbir gecede olmadığı kadar iyi bir performans sergilemişti. Üst ve alt sesler bozuk olduğundan orta tonlarla yetinmek zorunda kalan Jarrett, ortaya çıkan sesiyle birçok insanın özdeşleşebileceği bir albüm yaratmış oldu. Yönetmen, “Sanatı iyi yapan sorunlardır. Sanatçılar olarak onlarla yüzleşmeli ve çözümler bulmalıyız. Muhtemelen, Jarrett vaat edilen enstrümanı alsaydı, ses aynı olmazdı ve bu film bile var olmazdı.” diyor. Fluk’un anlatısına göre filmdeki asıl ikilem, Köln Konseri’nin müzikleri olmadan bu tarihi performansı uzun metrajlı bir filme taşımaktı. Jarrett o konseri hiç sevmediği gibi kaydın hatırlanmasıyla da ilgilenmiyordu. Fluk, “Bu, Keith Jarrett’ın Creep ’i gibi. Binlerce konser verdi ve çoğu müzikal olarak daha iyi olabilir. Biz Vera Brandes’in hikâyesini, o önemli performansı kullanamadan nasıl anlatabiliriz? Ancak film, sosisle ilgili değil; sosisin nasıl yapıldığıyla ilgili.” diyor. Yazım süreci de doğaçlamaya benziyordu; Fluk, John Coltrane’in tavsiyesine uyarak, ortadan başlayıp hikâyeyi her iki yönde geliştirmiş. Yönetmen, Köln Konseri’ndeki parçaların uzun, iddialı ve zorlu caz doğaçlamaları olduğunu, pop şarkıları içermediğini vurguluyor ve izleyicilere albümü baştan sona sakin bir şekilde dinlemelerini tavsiye ediyor. Fluk, hikayeyi punk rock ruhuyla bağdaştırıyor: “O konseri gerçekleştirmek için elinden geleni yapan bir kadın. Keith Jarrett’ı seviyorum ve bu film ona ve o kayda bir aşk şarkısı, ama aynı zamanda bunu başardığı için Vera Brandes’e bir gençlik punk rock şarkısı.” Film, 1970’lerde Almanya’da yaratılan diğer önemli müzik eserlerini de hatırlatıyor; Kraftwerk, Neu! ve Can gibi grupların yanı sıra David Bowie, Iggy Pop ve Lou Reed de Berlin Caz Günleri’nden ilham almıştı. Fluk, filmin Berlin’de prömiyer yapmasının kendisi için bir onur olduğunu belirtiyor. Köln 75, zaman zaman fazla bilgiç görünse ve klişelere yer verse de, bir tutkunun bazen tüm engelleri nasıl aşabileceğini ve bir insanın hayatını tamamen değiştirebileceğini gösteren yüksek riskli bir mücadelenin kadın odaklı hikayesi.
- BIZSSN in PAXOS/9 Temmuz Konstantinos Argiros Konseri/Nikos Vertis/Maestro in Blue
'Vur Bakalım Taha'cım, alem sinemacı görsün, alem sanatçı görsün...' Erkin Koray'ın kızı gibi kendi kendimizi eğittiğimize göre başlayabiliriz. ANLAT: Maestro in Blue Peki, anlatayım... Malı Yunan kanalı Mega TV'den alıyorduk, Netflix'te ikinci yükleme yapılıyordu... Ne anlatacağım, gidin izleyin işte. Bir Auteur yönetmen, hatta oyuncu kaosu ile karşı karşıyayız. Christoforos Papakaliatis; kısaca Yunan Roger Federer. Biraz entelektüel, İyonya Adalarına karşı ayrı bir sempatisi olan, yakışıklı ve zeki bir oyuncu abimiz. Buradan kendisine de selamlar. Karşı komşu ile sorunu olanlar dikkatli dinlesin, çünkü birazdan okuyacaklarınızdan sonra tansiyonunuz düşebilir. Herkes dil altı hapını hazırlasın. Evet! Herkes ilacını aldıysa... Yunanistan'ı ve felsefesini seviyorsanız bu dizi tam size göre hanımlar. Neden mi? Deniz, aşk, sanat, aksiyon ve biraz da Akdeniz sakinliği (Siesta) ile çok güzel harmanlanmış bir yapım ile karşı karşıyayız sayın okur. OKUR: (sitemkar) Karşı komşumla aram iyi ama Taha'cım, bunlar bize benzemesin. Bak, en son Balkanlar için de böyle dedin, mahvolduk. TAHA: (kendinden emin) Çıp çıp çıp! Duymamış olayım. Ayıpsın. (Gülerek) Yok yok, şaka bir yana, karşı komşu bu dizi işini çözmüş. Bölüm süreleri ilk başta gözünüzü korkutabilir ama merak etmeyin, o kadar iyi bir çapraz kurgu var ki, "Ulan ben şimdi kimin hikayesini izliyorum?" diye kalıyorsunuz ekran başında. Şimdiden uyarayım; fakirler ve hayattan mutlu olmayanlar izlemeden önce bir daha düşünsün derim, çünkü size hayatı tekrar sorgulatabilir. Ben en baştan söyleyeyim de vebali bana kalmasın. Hayatın hepimizi ne kadar yorduğunu burada saatlerce tartışabiliriz, değil mi? Dizi de aynı şekilde karakterleri, hayatın bizi yorduğu kadar yoruyor. Hatta bazen durup diyorsun ki, "Ulan bunları sanki ben yaşadım!" Karakterler o kadar sokaktan, aşklar o kadar içten, kavgalar ve çıkar ilişkileri o kadar gerçek ki, acı biber gibi bir tat bırakıyor ağzınızda. Herkesin aynı b*ktanlıkta olduğu, kimsenin erdemliliğe veya nirvanaya erip sonsuza kadar mutlu mesut yaşamadığı bir yapım bu sevgili okur. Bak, ben daha dört bölüm izledim, o bile bana bunları yazdırdı. Şimdi ben burada sitenin amacına uygun cümleleri kurayım, sen de biraz sabret. Biliyorum, başlığa bakıp geldin, onları merak ediyorsun. İki-üç dakika sonra geliyorum, sabret. (Taha, boğazını temizler. Birkaç saniye önce yazdığı cümleden kötü bir espri çıkarmamak için kendini zor tutar.) Diziyi izlerken geçen gün şunu yaptığımı fark ettim: Metroda oturuyorum. Bölümü izlerken aniden durdurup o güzel ada manzaralarını düşünerek kendi listemden Konstantinos Argiros, Triantafillos veya Nikos Vertis dinliyorum. Dizinin çekildiği yerler o kadar güzel ki, insanı oralarda olmaya zorluyor. Evet, dizinin çekildiği Paxos ve Korfu adaları müthiş bir güzelliğe sahip. (Bu arada hiç boşuna bakma, Paxos vize istiyor. Yok yani, gitmek istersin diye dedim.) Sadece manzaralar değil, dediğim gibi konusu, karakterleri ve kurgusu ile de son derece başarılı ve sürükleyici. Her şey Ata Demirer ile başladı aslında. Olanlar Oldu , uzaktan bakınca sıradan ve kötü bir BKM filmi gibi duruyor, biliyorum. Ama içi resmen bir hazine... orada Zafer ve Aslı'nın aşkından çok, beni benden alan başka bir detay daha var: Elena Kirana - Mia Istoria: İşte Yunanistan macerasının başlangıç tohumunu atan o müthiş parça. Neyse, yukarıdan şarkıyı dinleyip bu güzelliğe kulak verdiğinizi varsayarak yazıma devam ediyorum. Çok başa gittim, biraz ileri sarıyorum, merak etmeyin. Ben bu müthiş parçadan sonra bu ilgimi kaybetmedim ama biraz öteledim. Senaryo yazmaya başladığım günlerde aklıma bu şarkı tekrar geldi ve loop'ta dinlerken YouTube abim bana bir güzellik yaptı ve belki de beni gerçekten bir sanatçı olan Nikos Vertis ile tanıştırdı. Nikos Vertis - An Eisai Ena Asteri: "Aşk adamı bu ya!" diyorlar ya hani Galatasaraylılar Icardi için... Ben de bu adam için aynısını diyebilirim. Burada sayfalarca Nikos Vertis anlatırım size istesem ama yapmayacağım. Çünkü ben anlatırsam kesin bir şeyler eksik kalır ve kendisine büyük haksızlık yapmış olurum. "Beni kendinden nefret ettirmeni sağla," diyor şarkıda Nikos Vertis. Dizi de size aynı şekilde her bölümde kendinden nefret ettirmek için elinden geleni yapıyor ama artık çok geç, bağlandınız. Klelia'nın Orestis'e bağlandığı gibi bağlıyor sizi dizi kendine. Ama o, içten içe istemesine rağmen kendini bastıran Orestis gibi, siz de kaçıyorsunuz aşktan. Günümüz ilişki dinamiklerine de el atmış dizimiz. Reels kaydıran kardeşim, evet, pandeminin üzerinden dört yıl geçti, bunu artık herkes biliyor. Lütfen bırak artık Reels kaydırmayı ve bu güzel diziyi izle. Bak, dizi pandemi zamanında geçiyor. Evet... evet, biliyorum, dört yıl oldu, her neyse. Bırak sen onu şimdi, gel birlikte başrol kızımızın güzelliğini övelim, he? Ne dersin? Klelia'dan bahsediyorum sevgili okur. Yok böyle bir güzellik. Gidip baktın, değil mi? Doğruyu söyle. Yunan güzelini ne kadar iyi seçtiklerini gördün... Ha bu arada, internette ona bakarken gözüne karakterlerin isimleriyle ilgili bir detay takılmıştır, değil mi? Doğru, Orestis abim, yani dizinin senaristi ve yönetmeni, karakterlere gerçek hayattaki oyuncuların isimlerini değiştirerek bir adlandırma yolunu seçmiş. OKUR: (Üstten bir tavır ile) Eee! Ben bu kadını biliyorum... Bu şey değil mi ya? Duman'ın şarkısını "araklayan" kadın. TAHA: (Gülerek) Ah be güzel kardeşim, "çok doğru konuşuyorsun" demek isterdim ama... Evet, o kadın Haris Alexiou! Ben de zaten bu muhteşem ses sayesinde tanıştım Orestis ve Klelia'nın aşkıyla. Bu muhteşem ses sayesinde gördüm Paxos ve Korfu adalarını. Vize alamayan Türk genci kardeşim, merak etme, ben de gidemiyorum. İkinci yükleme Netflix dedim, değil mi? Evet, tabii ki bu kadar saf bir güzelliğin içine Netflix s*çmadan olmaz, değil mi! Hani var ya, şu akıllara pelesenk olan uyarı: NETFLIX: Argo, şiddet, cinsellik, çıplaklık, madde kullanımı Heh, işte bundan bahsediyorum. (Telefon çalar.) TAHA: Efendim canım. He! Tamam tamam, biliyorum. Aaaa! Olur mu hiç öyle şey. Tamam tamam, siz parayı yatırın, ben hemen hallediyorum. (Taha, telefonu kapatır. Ekranda Netflix yazısı belirir, telefon ekranı kararır.) Yani Netflix yine burada da dizi izlensin diye tüm tuşlara basmış. Ama merak etmeyin, bu ilk defa kendi çizgisini bozmayan bir Netflix dizisi. Garip bir şekilde izlerken sanki bunların hiçbiri yokmuş gibi hissediyorsunuz. Ama Antonis karakteri size de "madem dijital platformdayım, o zaman sonuna kadar vites artırayım" hissi vermedi mi? Evet, Antonis gay sayın okur. Onun da dizi boyunca tek amacı, bu son derece modern duran ama içten içe muhafazakarlığını saklayamayan ailesine bunu kabul ettirmekle geçiyor. Baba ve anne kara para aklıyorlar... 'Enerciii geldi Fanis!' (Neyse, hatlar karıştı galiba.) Ama çocukları bu durumu normalleştirmiyor ve hatta hiçbir yerde görmediğimiz şekilde, baba ve anne bu hareketlerinden dolayı çocuklarından özür diliyor. Bravo Netflix! Hee! Pardon, Bravo Yunan Roger Federer. 9 Temmuz'da Harbiye'de Konstantinos Argiros konserine gittim, tek başıma. İnsanın kendi kendine eğlenebilmesi büyük bir olgunluk bence. "Athina Mou" ile sahneye giriş yaptı Argiros kral. Harbiye nerede? İstanbul'da. İstanbul neresi? Türkiye'nin kalbi, değil mi? Atina nerede? Yunanistan'da, doğru cevap. "Bunun diziyle ne alakası var?" diye sorarsan sevgili okur: Tıpkı Türkiye'deki o meşhur "her şeyi bırakıp Ege'ye yerleşme" fantezisi gibi, dizideki herkesin de bir "Atina fantezisi" var. Herkes o canım adadan Atina'ya kaçmak istiyor. Ya da Atina'dan Paxos'a kaçanlar da Atina'ya sövüyor. Tıpkı Maslak'tan veya Ayazağa'dan Ege kasabasına kaçmaya çalışanlar gibi. Sözlerime burada son verirken, dizi hakkında hiçbir şey anlatmayan bu müthiş yazıyı okuyan sevgili sana teşekkür etmek istiyorum. Çok sevdiğim ünlü bir filozofun sözü ile bitirmek istiyorum: 'HER ŞEYİN BİR ŞEYİ VAR YA! ÇOKTA ŞEY YAPMAYIN' BIZSSN-Taha Korkmaz
- Fantastik Dörtlü: İlk Adımlar İncelemesi - Marvel Geri Mi Döndü?
Önceki yıllardan iki başarısız deneme ve Marvel’ın çöküş dönemine gelmesiyle üstünde büyük bir yük taşıyan Fantastik Dörtlü: İlk Adımlar, görevini başarıyla tamamlamış gözüküyor. Hem vizyona girdiği ilk hafta sonunda 118 milyar dolar hasılat yaparak yılın en iyi dördüncü açılışını gerçekleştirdi hem de Rotten Tomatoes eleştirmenlerinden %87, seyircilerden ise %93 almayı başardı. Yirmi sene önce Happy Meal’ın Fantastik Dörtlü oyuncaklarıyla oynayan, Marvel’ın inişlerini çıkışlarını gören ve takip eden biri olarak beni de bu %93’lük kısma koyabilirsiniz. Film, sonunda doğru yolda atılmış bir adım hissi yaratıyor. Filme girmeden önce beni en çok çeken oyuncu kadrosunun kimyası olmuştu. Bazı Marvel filmlerinde (örneğin Thunderbolts), oyuncu kadrosundan ya da seçilen karakterlerden emin olamıyorum. Bu karakterler üzerinden bir film çekilmeli miydi, kimyaları iyi mi değil mi, çekimser bir şekilde girebiliyorum salona. Thunderbolts, başka unsurlarıyla öne çıkmıştı ve beni o şekilde etkilemeyi başardı. Fantastik Dörtlü ise daha filme girmeden önce etkilemeyi başarmıştı. Bu yüzden tereddütle değil, heyecanlı bir şekilde girdim salona. Ve başkalarının aksine, ben oyuncu seçimlerinden çok memnundum. Örneğin Johnny’e Joseph Quinn’i yakıştırmayanlar vardı. İlk başta ilk seçilecek kişi gibi gelmiyor ancak iyi bir performans sergileyeceğini biliyordum. Filmden çıktıktan sonra da fikirlerim değişmedi. Hem karakterlerin işlenişi hem de oyuncuların performansları iyiydi. Buna detaylı olarak aşağıda yer vereceğim. Yine bazı insanların aksine, kurguda fazla bir problem görmedim. Çok fazla sahnenin çıkarıldığı ve olayın çabuk çözüldüğü söyleniyor. Hatta biri bölük pörçük olduğunu bile yazmıştı. Özellikle bunu dikkate alarak izledim filmi. Çıkarılan sahneler olabilir ama bu, filmin temposuna etki etmiyor bence. Hızlı bir akış, dikkat süresi her geçen gün azalan izleyicileri daha bile mutlu etmiştir. Aşağıda nelerin yetersiz olabileceğinden bahsedeceğim. Daha uzun bir Fantastik Dörtlü: İlk Adımlar nasıl olurdu? Neden olmasın, bir Extended Cut bekleriz belki ileride. Konu Senaristimiz artık üçüncü bir Fantastik Dörtlü orijin hikayesi kaldıramayacağımızı düşünerek (teşekkür ederiz) karakterlerin ve hikâyenin tanıtımını hızlı bir şekilde ilk yarım saatte veriyor bize. Sonra, ilk tehdit unsurumuz Silver Surfer ile tanışıyoruz. Merak uyandırmaya yetiyor. Galactus’un Franklin’i istemesiyle de ana çatışmaya giriş yapıyoruz. Silver Surfer ile olan heyecanlı takip sekansı tempoyu epey yükseltiyor. Zaten güzel bir giriş yapmıştık, bu sekans da ilk yarıyı taçlandırıyor. Filmi IMAX 3D ile izleme şansı buldum. Ve IMAX’te en beğendiğim sahne bu sekanstı. Ama işin doğrusunu söylemek gerekirse, bir Dune deneyimi yaşayamadım. 3D olması da fayda etmedi. Hatta iki boyutlu olsa daha bile iyi olurmuş. Sahneye dönecek olursam, sahne Franklin’in doğumuyla bitiyor ve sahneyi daha da anlamlı kılıyor. Ekip Dünya’ya iniş yapınca, etik bir ikilemle karşılaşıyoruz: Aile üyelerinizden birini insanlığın kurtuluşu için kurban eder miydiniz? Ana çatışmamızın etik bir ikileme dayanması bence çok iyi olmuş. Klasik “kötü karakter Dünya’yı ele geçirmek ister” konusundan fazlası bu. “Açlığını dindirmek için kendisinin yerine geçecek birini arıyor” olayı da fena değil. Kötü karakterimiz aslında kötü olmak istemiyor, bunu zorunluluktan yapıyor ve kendisini kurtarmak için başkasını arıyor. Her ne kadar klişeleşmiş, devasa boyuttaki kötü karakterin Dünya’daki tek şehir (!) New York’u basıp ortalığı talan ettiği kısım bu filmde de mevcut olsa da, diğer filmlerden ayrıştığı noktalar da var. Halkla dörtlünün bozulan ilişkisi, Reed ve Sue'nun ebeveyn olarak verdikleri mücadele ve aralarındaki gerilim, Franklin'in güçlerine dair merak gibi özgün temalar da görüyoruz. İkinci ve son çatışmamızda, Silver Surfer’ın da aslında isteyerek bu işi yapmadığını, onun da bir kurban olduğunu öğreniyoruz. Tam Johnny kendini feda edecekken o ediyor. Anlamlı bir ölüm ve kısaca işlenen geçmiş hikâyesi, karakteri derinleştiriyor. Galactus ile savaşırken bütün gücünü kullanan Sue ise bizi bir an korkutuyor. Franklin sayesinde hayata dönmesi de güzel bir detay olmuş. Duygusal bir sahneden sonra yumuşak bir kapanışı Reed, Johnny ve Ben’in Franklin’in araba koltuğunu yerleştirememesiyle yapıyoruz. Film boyunca da bu tarz Marvel klasiği mizah sahnelerini görüyoruz. Ancak Fantastik Dörtlü, aksiyonu, dramı ve mizahı iyi ayarlıyor. Ne çok cıvıtıyor, ne de çok ciddiye kaçıyor. Karakterler Filmin en sevdiğim yönü olan karakterlere gelirsek, diğer Marvel filmleriyle kıyaslandığında oldukça sade bir kadroya sahip ve cameo’lara da ihtiyaç duymuyor. Ne yalan söyleyeyim, belki bir Ioan Gruffudd sürprizi hoş olabilirdi; ama kendi başına parlayan bir film için bu tür desteklere gerek yok. Sade bir kadro ve derinlemesine işlenmiş karakterler her zaman daha etkili oluyor. Ne kadar fazla ekran süresi alırlarsa, film de o kadar güçleniyor. Dörtlü yalnızca kötü karakterle olan çatışmalarıyla değil, kendi iç mücadeleleri ve çok katmanlı kişilikleriyle de başarılı bir şekilde yansıtılmış. En önemlisi, onların önce insan olmaları ve gerçek hayatta da karşımıza çıkabilecek, empati kurulabilir problemlerle uğraşmaları seyirciyle aralarındaki bağı güçlendiriyor. Zaten Pedro Pascal ve Vanessa Kirby de bir röportajda karakterlerine hazırlanırken onların insani yönlerini öne çıkarmaya çalıştıklarını belirtmişti. Aile dinamikleri çok iyi yansıtılmış, onların gerçek bir aile olduğuna inanıyorsunuz. Filmde en çok parlayan ve mizah öğesi yan karakter olmanın ötesine geçen Johnny ile başlamak istiyorum. Önceki filmlerde hatırladığım kadarıyla son derece çapkın ve flörtöz olan Johnny, bu filmde stereotipin dışına çıkıyor. Hâlâ flörtöz, ancak aynı zamanda zeki, düşünceli, hatta fedakâr. Ailesi için yapmayacağı şey yok. Fevriliğini genelde iyi amaçlar uğruna kullanıyor, kendini takım için birçok kez feda ediyor. Reed gibi "booksmart" yani akademik olarak zeki değil, daha çok pratik bir zekası var. Sue ile olan sahnelerini beğendim. Kardeşlik dinamiğini iyi yansıtıyor. Bence biraz da Joseph Quinn’in oyunculuğu yardım ediyor. Flörtözlüğü ya da mizahı itici gelmiyor, son derece doğal. Ben ve Reed ile arkadaşlığı da unutulmamış. Reed’e gelirsek, her ne kadar son dönemde karşımıza sürekli çıksa da Pedro Pascal’ın role yakıştığını düşünüyorum. Reed’in çok fazla sorumluluğu var; bir bilim insanı, lider, eş ve baba. Bundan ötesi, insanlar ona güveniyor ve örnek alıyor. Galactus ortaya çıktığında bunu daha da iyi anlıyoruz. İnsanlar Fantastik Dörtlü olarak bütün üyelere güveniyor, ancak Reed’in lider olarak sorumluluğu daha fazla. Pedro, Reed’in anksiyetesini iyi yansıtıyor. Lider ve bilim insanı olarak da sırıtmıyor. Sue ile kimyası zaten çok iyi. Tartışmalarında da onun perspektifini anlayabiliyorsunuz, empati yapabiliyorsunuz. Franklin ile bir sahnesi vardı, çok sevdim. "Bundan sonra seni incelemeyeceğim, bana kim olduğunu sen söyleyeceksin" diyor oğluna... Reed'in tek sorunu, güçleriydi. Bir bilim insanı olarak daha çok fayda sağladığını, hatta bu yönüyle daha çok öne çıktığını düşünüyorum. Güçleri biraz geri plandaydı. Ben hakkında söyleyeceğim negatif bir şey yok. Diğer filmlerde olduğu gibi burada da zaman zaman mizah unsuru olarak kullanılan yan karakter olarak yer alıyor ama kesinlikle bir ruhu var. Belki buna ek olarak, dış görünüşüyle ilgili yaşadığı zorlukları daha derinlemesine görebilirdik. Duygularına daha çok yer verilseydi onunla daha kolay empati kurabilirdim. Fiziksel bir dönüşüm geçirdiği için, geçmişten bugüne nasıl değiştiğini görmek isterdim. Yine de çocuklarla olan sahneleri ve Rachel’la kurduğu diyaloglar, onu sevmem için fazlasıyla yeterliydi. Zaten mizahi yönüyle de sevilmeyecek gibi değildi. Ve son olarak, Johnny ile filmin kalbini paylaşan Sue. Onu en sona bıraktım çünkü geçmiş filmlere oranla çok çok daha sevdiğim bir karakter oldu. Kesinlikle diğer üçlüden hem mental olarak hem de fiziksel olarak daha güçlü. Galactus’u tek başına alt etmesi filmin en çarpıcı noktasıydı diyebilirim. Sue, klişeleşmiş romantik partner kesinlikle değil. Onu Reed’den ayrı olarak değerlendirebiliyoruz. Kendi karakteri, düşünceleri, derinliği var. Zaten 2025 yılında bundan bahsetmek absürt olur. Onun da Reed gibi sorumlulukları fazla. Bir yandan halka karşı bir sorumluluğu var, diğer yandan da henüz bir bebek olan Franklin’i korumak zorunda. Üstelik Franklin, hem halk hem de Galactus tarafından tehdit altında. Onun yerinde olmak istemezdim, oldukça zor bir durum. Vanessa Kirby’yi The Crown’da da seviyordum, çok zarif bir kadın. Sue olarak da zarifliğini koruyor ama çok daha karizmatik, kuvvetli ve bağımsız. Sue’nun anne olmasının, kişiliğinin, becerilerinin, mesleğinin önüne geçmemesine ve eskiden yapabildiği şeyleri hâlâ yapabiliyor olmasına bayıldım. Vanessa Kirby de bir röportajda bu konunun doğru şekilde yansıtılması için özellikle hassas davrandığını söylemişti. Bu çabasını gerçekten takdir ediyorum; çünkü filmde çok güzel bir şekilde hissediliyor. Anne olmadan önceki Sue neyse, şimdi de o. Elbette duygusal olarak değişmiş olabilir, artık koruması gereken biri daha var. Ama aynı şey Reed için de geçerli. Franklin’i büyütme konusunda bir ekip gibiler ve karakter gelişimleri birbirine paralel. Ekip olma mesajını veren bir filmde, Sue’nun ekip içindeki yerinin diğerlerinden farklı olmaması (özellikle de bir kadın olarak) bence çok değerli. Belki fazla irdeliyorum çünkü son zamanlarda kadın karakterler konusunda ciddi bir gelişme var. Yine de bu temsillerin doğru yansıtılması, geçmişteki rezaletlerin tekrarlanmaması adına önemli. Bu sadece bir DEI (çeşitlilik, eşitlik ve kapsayıcılık) kutucuğunu doldurmak için yapılmamalı. Önemli olan karakterin doğru yansıtılması, o kadar. Her şeyi de feminizme bağlamak istemiyorum. Özellikle karakterlerin kadın ya da erkek olmasının bu kadar önemsiz hissettirdiği bir filmde. Keşke feminizme bağlamadan yorumlayabilsem. Ancak toplumun annelikle ilgili dayattığı düşünceler ve yıllar boyunca bazı kadın karakterlerin o kadar kötü, yüzeysel ve gerçeklikten uzak bir şekilde işlenmiş olması, bu konuyu es geçmeyi imkansız kılıyor. Bahsetmeden geçemiyorum. Silver Surfer’dan kısaca bahsedeyim. Kadın olmasına yönelik eleştiriler vardı. Bence bu karakterin kadın ya da erkek olması çok da önemli değil. Hatta Johnny ile olan dinamiği açısından kadın olması daha bile iyi olmuş. Geçmişini çok az gördük, belki daha uzun işlenebilirdi. Bence onu başka filmlerde de göreceğiz, görmeliyiz de. Çocukken de çok havalı bulurdum. Hâlâ buluyorum. Bu arada, sörf tahtası kendisine bağlı değilmiş. 😊 Görsel Dünya & Teknik Bahsetmek için sabırsızlandığım bir diğer konu da Earth-828 Evreni. Film, retro-future denilen tarzda alternatif bir evrende geçiyor. Her ne kadar 1960 yılına konumlandırılmış olsa da, uçan arabalar, robotlar ve ileri teknolojisiyle bana Jetgiller’i andırdı. Bu sıra dışı dünya, filmi klasik Marvel yapımlarından net bir şekilde ayrıştırıyor ve kendine özgü bir atmosfer kuruyor. Eski moda kıyafetler, teknolojiler, genel renk paleti çok estetik. Sinematografik anlamda bu tercih, filme estetik ve atmosfer anlamında büyük katkı sunmuş. Ek olarak, önceki Fantastik Dörtlü’nün kostümleri de havalıydı elbette, ancak bu retro tasarımlar da kendi tarzında oldukça hoşuma gitti. CGI iyiydi, ancak daha iyi olabilirdi. Marvel filmi olduğu için oldukça kullanılması çok normal. Hayal gücümüzün zorlanması lazım. Silver Surfer ile ilk çatışmada efektlerin iyi olduğunu söyleyebilirim. Eski filmlerdeki dehşet derecede kötü olan Ben Grimm karakter tasarımı da bu filmde iyiydi. Franklin’i tuttuğu yerlerde bazen sırıtabiliyordu. Franklin demişken, CGI/robot bebek eleştirilerini de gördüm. Bir American Sniper ya da Renesmee vakası değil bence. Çoğu sahnede bebek gerçekti ama olmadığı zamanlarda da biraz anlayabiliyordunuz. Belki daha ince bir iş çıkartılabilirdi, bilemiyorum. Hassas bir konu çünkü filmlerde bebeklerle çok limitli şekilde çalışabiliyorsunuz. CGI konusunda da uzman değilim, ne kadar zor bilemiyorum. Uçan arabalı, alev alan adamlı bir filmde çok da dert etmeyin bence. Benim dert ettiğim başka bir konu. Çizgi romanlardan uyarlama olduğunu biliyorum ama dev kötü karakterlerden sıkıldığımı söylemek istiyorum. Kötü karakterin “tehditkâr” gözükmesi için dev olmasına gerek yok. Ultron bana kalırsa daha tehditkâr bir kötü karakterdi. O yüzden daha iyi karakter tasarımları bekliyorum… Ek olarak, müzikleri sevdim, filmden çıktığımda Fantastic Four ana temasını mırıldanıyordum. FAN-TAS-TIC FOUUURR!!! Kurgu konusundaki eleştirilerden bahsetmiştim. Yetersiz olabilecek kısım, ekibin Dünya'ya iniş yaptıktan sonra halkı ikna etme süreci olabilir. Bir eleştiride görmüştüm, Sue'nun konuşmasından sonra her şeyin hemen normale döndüğünden, halkın hemen iş birliği yapmak istediğinden bahsediyordu. Buna katılıyorum, Reed'in açıklaması da çok havadaydı. Bunca senedir halkın koruyucusu olarak insanlara daha detaylı bir açıklama borçlu olmalı. Galactus ile karşılaşma biraz daha çekişmeli geçebilirdi. Aklımdan, Empire Strikes Back'teki gibi neden Galactus'un ayaklarını dolamıyorsunuz diye geçirdim. Bir de yukarıda bahsettiğim gibi Silver Surfer'ın geçmişi tabii ki. Kesilen sahnelerde belki daha fazlasını görürüz. Son Olarak Marvel’a uzun zamandır bu kadar içten, bu kadar umutla yaklaşmamıştım. Film, sadece eğlenceli değil, aynı zamanda duygusal olarak da tatmin ediciydi. Karakterler ve kimyaları, çatışmaların derinliği, aksiyon ve mizah dengesi, yarattığı görsel evren derken, gerçekten "ilk adım"ını sağlam atmış bir yapım izledik. Yeni bir evreni, tek bir ekip ve yalın bir çatışma üzerinden anlatması uzun zamandır ihtiyaç duyulan ferahlatıcı bir değişiklik, taze bir başlangıçtı. Umarım sonraki filmlerde bu dinamiği bozmazlar. Genel Puan: 4.5/5 Hikaye: 4/5 – Klasik Marvel kalıplarının ötesine geçiyor. Performans: 5/5 – Oyuncu seçimleri çok isabetli, özellikle Joseph Quinn ve Vanessa Kirby öne çıkıyor. Sinematografi: 4/5 – Retro-future atmosferi başarılı. Yönetmenlik: 4/5 – Karakter dengesi, tempo ve atmosfer başarılı. Kurgu: 4/5 – Çıkarılan sahneler tartışılsa da tempo iyi; akışın hızına ayak uydurmak kolay. Müzik: 5/5 – Sahnelere uyumlu, akılda kalıcı. Temalar/Mesaj: 4/5 – Aile, ekip olma, fedakârlık, sorumluluk, etik çatışma. Duygusal Etki: 4/5 – Özellikle Johnny ve Sue’nun karakterleriyle duygusal bağ kuruluyor. Tekrar İzlenebilirlik: 4/5 – Hızlı temposu ve güçlü karakterleriyle tekrar izlenir. Eğlence Değeri: 5/5 – Mizah ve aksiyon dengesi yerinde, sıkılmadan izleniyor. Yenilikçilik/Yaratıcılık: 4/5 – Retro evren, klasik kalıpları kıran karakterler Yazan: Su Evci nsuevci@gmail.com
- Superman (2025) İncelemesi - Karanlıktan Aydınlığa, Özüne Dönüş
Yine bir süper kahraman filmi incelemesiyle karşınızdayım! DC evreni için yeni ve heyecanlı bir sayfa açıldı mı, yoksa aynı yerde mi sayıyoruz? DC fanları, rahat bir nefes alabilirsiniz. James Gunn’ın Superman'i mükemmel olmasa da umut vadediyor. Filme girmeden önce beklentim düşüktü, çünkü James Gunn’ın abartılı ve camp stili ortaya ya müthiş bir şey çıkarıyor ya da tamamen batırıyor. Değişik stiller risklidir. Doğru yapılmazsa eğreti ve absürt görünebilir. Superman bu çizgide iyi taraftaydı, DC’nin karanlık evreninden de artık sıkılmıştık. Gunn, önceki ağır tonlara kıyasla çok daha yumuşak ve aydınlık bir evren yaratmış. Yakın plan çekimler, aydınlık renk paleti ve camp karakterler (Green Lantern gibi) filme eğlenceli bir enerji katarken, politik mesajlar ve bizim Dünya’mızdan insan tiplemeleri daha fazla empati yapmamıza olanak sağlıyor. Clark rolünde David Corenswet ise tam isabet olmuş. Bu versiyonda Clark’ın insani yönünü daha çok görüyoruz. Karakterin bir “ruhu”, kişiliği var. Filmin genel tonu için de aynı şeyi söyleyebilirim. Eski evrenin CGI dolu, mekanik, karanlık evreninden bu evrene geçiş, kesinlikle doğru bir tercih. Yine de filmi, yakın zamanda izlediğim “Fantastik Dörtlü: İlk Adımlar” kadar beğenmedim. “Çok ciddiye almayalım” derken fazla mı ileri gidildi, daha fazlasını mı bekledim; filmi konu, karakterler gibi unsurlarıyla aşağıda daha yakından inceleyelim. Konu Film, Superman’in karlar içindeki ilk yenilgisi ile açılıyor. Yeni bir Superman ve yeni bir evren için iyi bir başlangıç. Fantastik Dörtlü gibi origin hikayesi geçiştirilmiş, hatta hiç gösterilmemiş. 4-5 farklı versiyona sahip olup, Dünya çapında en bilinen karakterlerden biri olunca, çok da gerekli olmadığını düşünüyorum. Sonrasında Superman’in robotları, ailesi vs ile onun “dünyası” ile tanışıyoruz. Robotlarıyla bile ilişki kurabilecek derecede sıcakkanlı olan Superman’i Daily Planet’te Clark Kent olarak tanıyor, Lois ile ilişkisini görüyoruz. En güzeli de Lois ile 12 dakikalık bir röportaj gerçekleştiriyorlar ve 12 dakika gibi hissettirmiyor. Hem hikâyenin ana çatışması hakkında detaylara ulaşıyoruz hem de karakterleri yakından tanıyoruz böylece. Savaş ve etik değerler üzerine düşüncelerini öğreniyoruz. Duygusal bağları güzel işleniyor, çünkü ufak bir tartışma yaşıyorlar aslında. Bu sahneyi çok sevdiğimi söyleyebilirim. Lex politikacılarla iş birliği yapıyor, Jarhanpur işgal edilmeye devam ediyor. Lex, Clark’ın ailesinin gönderdiği mesajı ele geçiriyor ve ekibinden eksik olan mesajı Clark’ın aleyhine olacak şekilde tamamlamasını istiyor. Tıpkı bizim dünyamızda dezenformasyona yol açtığı gibi burada da halkın Superman’e anında sırtını dönmesini izliyoruz. Clark önce kendini polise teslim ediyor, sonra Lex tarafından cep evrenine hapsediliyor. Ve Clark'ı kurtarma operasyonu başlıyor... Beğendiğim sahneler arasında, Clark’ın evine dönüp babasıyla konuştuğu sahne var. Kim olduğunun geçmişiyle ya da ona yüklenen görevle değil, kendi seçimleri ve eylemleri ile ilgili olduğunu söylüyor. Lois ile tıpkı normal bir dünyalı gibi punk rock dinlemesi üzerinden bağ kuruyorlar. Bunların hepsi Clark’ın insaniyetini öne çıkarıyor. Farklı bir açıdan ele alırsam, göçmenliğin bu kadar arttığı bir zamanda, kendini nereye ait hissettiğini bilemeyen insanlar oluyor. Bu sorun üzerinden kimlik karmaşası yaşanabiliyor. Clark’ın hissettikleri farklı değil. Bu noktada aidiyetlik teması işleniyor aslında. Empati uyandıran bir diğer sahne, Jarhanpurlu çocukların Superman’i çağırması. O sahnede tek düşünebildiğim; “Bizim dünyamızda da bir Superman olsaydı” oldu. Böyle durumlarda çare mucizevi bir güce sahip olan birinin gelip onları kurtarması sanırım. Özellikle de diplomasi işe yaramıyor ise. Başka bir mesaj daha, politikacının kötü adam çıkması. Açıklamaya gerek yok... Ana çatışmanın politikaya bağlanması, Clark’ın kendi içindeki kimlik karmaşası, hayatın içinden tiplerin varlığı, filmi süper kahraman türünde sıradan bir macera olmaktan çıkarıp toplumsal ve insani boyutlarıyla öne çıkarıyor. Son sahnede Kara’nın gelişi ile yükseliyoruz ve Clark’ın çocukluk fotoğraflarına bakmasıyla kapanış yapıyoruz. Bazı insanların neden bu sahneyi sevmediğini anlayabiliyorum. Epik – süper kahraman türünde bir filmin kapanışı için önemsiz ve tekrarlayan bir sahne. Ama zararsız da, çok büyütülecek bir şey değil. End creditlerin sonraki filmi tanıtmaması da önemli değil, hatta daha iyi. Clark’ın Mr Terrific ile olan sahnesini beğendim. Zaten Kara ile bir ipucu aldık, daha uzatmaya gerek yok. Karakterler Clark ile başlayalım. Bu versiyondaki Clark’ın güçlü bir ahlak pusulası, etik anlayışı var. Her canlıyı önemsiyor, kurtarıyor, ezilenin yanında duruyor, müdahale edebilecek kadar keskin politik olarak görüşleri var. Anti-hero’lar dışında çoğu süper kahramanın bu tarz özelliklere sahip olacağını varsayarsınız, ancak bu filmde olduğu gibi küçük detayları görünce daha iyi anlıyorsunuz. Devasa kötü kahraman şehri yağmalarken kim bilir kaç kişi, kaç canlı zarar görüyor. Çoğu süper kahraman sadece kötü adamı durdurmakla ilgileniyor. Bu sırada binalar yıkılıyor, ortalık talan oluyor, yanıyor, patlıyor ama kahramanın umurunda mı acaba? Aslında büyük bir trajedi ama bu tarz filmler bunu o kadar normalleştirdi ki, biz de sorgulamayı bıraktık sanırım. Superman’in bu konuyu önemsemesi hoş bir detaydı. Yanlış hatırlamıyorsam bir sahnede düşmanının acı çekmesini bile istememişti. Bu özelliğiyle gözümüzde çok daha sevilebilir bir karakter oluyor. İstemeden diğer Superman’ler ile karşılaştırma ihtiyacı duyuyorum. Mesela Henry Cavill’in Superman’i bende o kadar iz bırakmamış ki, öne çıkan bir özelliğini hatırlamıyorum bile. Sıkıcı ve karanlık olduğunu hatırlıyorum. O zamanlar birinin gidip de “Superman benim favorim” diyeceğini zannetmiyorum. (Bir rewatch yaparsam belki bir incelemede buluşuruz) Ama bu filmle bu söylemin önünün açılacağı kanaatindeyim. Çünkü, bu versiyonda Clark çok daha insani. Savunmasızlık gösterebiliyor, sempatik ve naif. Bunu Superman gibi sorumluluğu fazla, fiziksel gücüyle öne çıkan bir karakter yapıyorsa, daha da artı puan. Her ne kadar “uzaylı” olsa da şu an Dünya’da yaşıyor. O da hissediyor, gözlemliyor, etkileniyor. Yani sırf Superman diye stoik, soğukkanlı, sert olmak zorunda değil. Bazı insanların aksine bu argümana katılmıyorum. Superman'in “umut” temasıyla aydınlık bir enerji vermesi gerektiğini düşünüyorum. Bu noktada okuduğum bazı yorumlar da benim düşüncemi destekliyor. Yeni Superman’in Christopher Reeve’in yorumuna Cavill’inkinden daha çok benzediği ve eskisi gibi aydınlık yönüyle öne çıkmasının seyircide nostalji yarattığı vurgulanıyordu. Karakterin özüne dönmesi, umut temasını yeniden sahiplenmesi ve 80’li yılların centilmenini hatırlatması, onu hem eski hayranlar için güven veren bir figür, hem de yeni nesil için örnek alınabilecek bir rol model hâline getiriyor. Medyada Superman gibi “kibar bir centilmen” olmanın erkekler için yeniden özenilen bir özellik olarak konuşulduğunu da görüyorum. Bu da gösteriyor ki yozlaşmanın bu kadar yüksek olduğu günümüz değerleri arasında bile centilmen karakterler hâlâ karşılık buluyor ve ilham veriyor. Şu noktada bir eleştiri yapabilirim. Clark’ın film boyunca çok fazla yenildiğini, acı çektiğini gördük. Elbette zayıflık göstermesi karakterini derinleştiriyor, ama fazlası da olmamalı. Sonuçta bu adam yenilmez sayılabilecek uzaylı güçlere sahip. Arada zaferlerinin vurgulandığı, gerçekten epik sahneler de görmek isterdim. Örneğin Spider-Man 2’deki tren durdurma sahnesine bayılıyorum. Superman için de böyle ikonlaşacak anlar yaratılabilirdi. Aksiyon sahneleri epey vardı, ancak daha sürükleyici, anlamlı olmalarını isterdim. Bu sahnelerde kullanılan çekim teknikleri daha cesur ve yaratıcı biçimde uygulansaydı, ortaya çok daha etkileyici, havalı ve gösterişli sekanslar çıkabilirdi. Bu film Superman’in yenilgilerine o kadar çok vurgu yapıyor ki, başlangıcı bile o şekilde yapıyoruz. Bir ara köpeği tarafından kurtuluyor, başka bir sahnede “Justice Gang” tarafından, bir sahnede Metamorpho tarafından, bir ara Mr Terrific ve bir insan olan LOIS tarafından. Filistin’e pardon Jarhanpur’a bile Green Lantern’ü yolluyor. Bir sonraki filmde daha dişli bir Superman istiyoruz, zayıflık göstermesin demiyorum. Daha fazla aksiyon, daha fazla zafer demek istiyorum… NOT: Ahlak pusulası güçlü, aydınlık tarafı fazlasıyla yansıtan karakterlerle ilgili bir fikrimi belirtmek isterim. Bu tarz karakterlerin herhangi bir sebepten ötürü “karanlık tarafa” geçtiği hikâyeleri izlemek her zaman çok keyifli oluyor. Örneğin; Spider-Man 3. Çocukken sinemada fragmanı yayınlandığında, onu ilk defa siyah kostümüyle gördüğüm an aklım çıkmıştı. İlk kez izlediğimde de aynı etkiyi yaratmıştı. Corenswet’in Clark’ı da bize tamamen aydınlık bir karakter sunuyor. İleriki filmlerde böyle bir konu işlenirse hoş olabilir. Ve David Corenswet, sen nasıl bir ilahsın… Salon kadını çizgimi bozmayarak incelemeyi oldukça profesyonel tutmak istesem de başaramıyorum. Casting director nereden nasıl bulduysa alnından öpmek istiyorum.10/10 seçim, tebrik ediyorum. Henry Cavill daha kaslı ve olgun olabilir. Ama, David Corenswet kesinlikle çok daha sempatik ve içten. Kendisinin Juilliard mezunu olduğunu duyunca daha da etkinlendim. Benim Superman’im bundan sonra kendisidir, takipteyiz. Lex Luthor, seninle ilgili düşüncelerim karmaşık. Çünkü biraz derine inmem gerekiyor. Mesela "kötü bir karakterin kötü olmasına sebep olan nedir, kötü karakterlerin motivasyonu nedir?" gibi sorular sormam gerekiyor. Çünkü Lex’in neden kötü olduğuna dair bir backstory’si yok aslında. O sadece şımarık, kıskanç ve gösteriş budalası zengin bir adam. Kötü karakterlerin bir hikâyesi olmasına gerek var mı? Tartışılır. Çünkü bazen bir insanı kötü yapan yaşadıkları değil, sadece berbat bir kişiliğe sahip olmasıdır. Onlarla empati kurmamıza da gerek yoktur. Bir backstory eklenirse, davranışlarına bahane bulma riskimiz olur. Öte yandan, çok kötü şeyler yaşamış ama bundan ders çıkarıp farklı bir yol seçebilen insanlar da vardır. Yani geçmiş hikâyeler her zaman izleyiciyi kötü tarafa çekmez. Bu filmde, zaten olmadığı için, Lex’in ne düşündüğünü anlamak zor. Neden Superman’den bu kadar nefret ediyor, sadece kıskançlıktan mı? Filmdeki diğer kötüleri anlıyorum, bazıları bizim dünyamızda mevcut. Jarhanpur’a neden savaş açan bir başkan var? Para, milliyetçilik, açgözlülük, kibir vs vs. Lex’in gerekçesi nedir? Nicholas Hoult’un performansını beğendim. Çalışanlarını zorbalaması, etrafa bağırıp sinir krizleri geçirmesi bana biraz Kylo Ren’i hatırlattı. Bana sorarsanız Lex ciddi ve soğuk bir iş adamı stereotipi olmamalı. Öfkesini ve kıskançlığını kontrol edememesini görmeliyiz. Bu çekememezliği ancak duygularını kontrol edemeyen genç bir karakter yansıtabilir. Ama Jesse’nin Lex’i gibi ADHD’li bir inek olarak da görmemeliyiz. Bu açıdan Hoult’un Lex yorumu yerinde olmuş. X-Men’deki Beast rolünden çok farklı bir rol. Lex’in “zengin, nüfuzlu babanın acınası, ağlak oğlu” rolünü iyi üstlenmiş. Sadece, aksiyon sahnelerinde sürekli numara bağırmasa güzel olurdu, ona kesilen sahneler yüzünden akıcı aksiyon sahneleri izleyemedik. İlk defa beğendiğim bir Lois uyarlamasıyla karşılaştım. Bence Amy Adams yaşlı kaçıyordu. Smallville’deki Lois çok ortalamaydı. Rachel Brosnahan ise iyi bir seçim olmuş. Çift kimyası olarak da en beğendiğim uyarlama. Lois ve Clark’ın daha genç ve eğlenceli bir dinamikleri olmalı. Ve Lois daha çok olaylara karışmalı. Aksi halde arka planda kalıyor, romantik partner rolüne indirgeniyor. Bu filmde aksiyonun içinde yer aldığını gördük. Tek eleştirim, karakterler hazır genç gösteriliyorken aralarındaki aşkın nasıl başladığını da izleseydik daha keyifli olabilirdi. İlk sahnelerinde zaten uzun süredir birlikte olduklarını görüyoruz. Yine de genel olarak dinamiklerini ve sahnelerini beğendim. Justice “Gang”ten de biraz bahsetmek isterim. İlk karşıma çıktıklarında şok etkisi yarattı, çünkü böyle bir cameo beklemiyordum. Sonrasında cameo'dan fazlasına evrilerek yan karakter olacak kadar fazla sahnede yer aldılar. Karakter seçimleri açısından da hiç beklemediğim bir tercih yapmışlar. Green Lantern’ü yeniden karşımıza çıkartacak cesareti göstermeleri hoşuma gitti :) Tabii farklı bir versiyonla sunmaları, tam anlamıyla risk alamadıklarını da gösteriyor. Tepkimizi ölçmek istemiş olabilirler, bu açıdan karşımıza çıkacak yeni karakterlere hazırlık olmalı. Justice League’e kıyasla çok daha kendini ciddiye almayan, ”badass”likten uzak, filmde daha çok mizah unsuru olarak kullanılan bir birlik görüyoruz. Bakın, Avengers da mizahı epeyce kullanan bir birlik/film serisi, ama ne yapıp ediyorlarsa gerektiği zaman havalı görünebiliyorlar. Bu birlik, “camp” olmasından mı, senaryodan mı yoksa oyuncu seçimlerinden mi bilemiyorum, bu ikili yapıyı sağlayamıyor. Birlik için tam “olmuş” diyemiyorum. Justice League’in verdiği soğuk ve ciddi tondan (Orayı yumuşatan bir Barry vardı, o da kurtaramadı ya) , Marvel formülüne geçiş doğru gibi gözüküyor, ama bu sefer de fazla mı kaçıyor sanki? İleriki filmlerde şöyle bir düzeltme yapılabilir, Green Lantern burada Guy karakteri ile karşımızda, belki Hal Jordan gelir. Hawkgirl yerine Wonder Woman? Mizah ve ciddiyet hem hikâye hem de karakterlerin yapısına uygun şekilde yerleştirilirse, potansiyeli yüksek bir DCU görüyorum. Superman’i zaten beğendik, yanına daha az cıvık karakterler eklenirse şahane. Tamamen sevmedim diyemem. Mesela Mr Terrific iyiydi, hatta bazı sahnelerde Superman’in bile önüne geçti diyebilirim. Eğer bu “Gang” kurulacaksa, Mr Terrific yer alsın isterim. Green Lantern’ü de aslında beğendim; ama tek bir şartla: ileride Hal Jordan’ın gelmesi gerekiyor. Çünkü Guy karakteri gerçekten fazla cıvık kalıyor. Yine de DC’de alışmadığımız bir karakter tipi olarak, anti-hero havasıyla seriye yeni bir soluk kattığı kesin. Sorun şu, bu karakterler tek başlarına ilgi uyandıracak kadar sağlam ve "tam" değiller. Sevmediğimden emin olduğum karakter ise Hawkgirl. Diğer karakterlerle klişenin dışına çıkılmışken, onunla iyice içine girilmiş. Tipik umursamaz, küçümseyici, “cool” gözükmeye çalışan kadın kahraman. Filmin asıl yıldızı Krypto. Hem Clark ile bağ kurabileceğimiz bir yön sunarak, hem de hikâyenin içinde yer alarak filme çok iyi bir ekleme olmuş. Clark’ın hassas noktasının sorumlulukları, dostları ve ailesi olduğunu Lex’in onu Krypto’yla tehdit etmesinden anlayabiliyoruz. İsmi karalandı, tutsak tutuldu, ama ne zaman Krypto’ya bir zarar gelecekti, o zaman deliye döndü. Krypto da ne zaman Clark’ın başına bir iş gelse yanındaydı. Boşuna insanların en sadık dostu demiyorlar. Krypto’nun asıl sahibinin cameo’su ise çok yerinde. Gelecek filmler için bizi heyecanlandırıyor, merak uyandırıyor ve evreni hazırlıyor. Bir de Eve. Ben Eve’i sevdim, yine bizim dünyamızdan fırlamış bir karakter. İlk yarıda yüzeysel mi kalacak diye korkmuştum, ama Jimmy’e olan ilgisi ve Lex’i ispiyonlamasıyla derinlik göstererek gözümde artı puan aldı. Jimmy, bence sonraki filmde kıza yüz vermelisin! Eve gibi yardımcı karakterler mizahı dengede tutuyor aslında, hem insana tanıdık geliyor hem de hikâyeye daha gerçek bir boyut katıyor. Justice Gang ile bu kadar çabalanmasına gerek yoktu. Mizahi, hafif ve neşeli sahneler elbette olsun ama aynı zamanda bir derinlikleri de bulunsun. Karakterlerin sadece mizah etrafında dönmesi hikâyeyi zayıflatıyor. Görsel Dünya & Teknik Film, görsel olarak “olması gereken” bir aydınlığa ve renk paletine sahipti. Daha önce de bahsettiğim gibi, DCEU filmlerinin karanlık, CGI dolu, robotik görsel dünyasından esinlenilerek bir hata yapılmamış. Bu filmleri gün ışığında televizyonda izlemeyi deneyin, bazı sahneleri görebileceğinizi zannetmiyorum. Sonunda bu formülün dışına çıkıldığı için mutluyum, renk görmeyi özlemişim. Superman’in canlı kırmızı pelerini, mavi kostümü ve kar sahnelerinde yaptığı kontrast, estetik zevk veriyor. Gunn’ın bunu ilk sahnede kullanarak izleyicilerin dikkatini çekmeyi amaçladığını düşünüyorum. Yakın plan çekimler, slow motionlar filme bir tarz katıyor diyebilirim. Filmin kimliğini, ruhunu oluşturuyor. Bunu da James Gunn’a borçluyuz tabii ki. Karakterler, renk paleti, görsel dünya, çekim stilleri, kostümler, bunların hepsi kimliği oluşturmada yardımcı bir unsur. “camp” bir risk işi, ama bu filmde az kullanılarak eğreti durmaktan kurtuluyor. CGI kullanımı bu tür filmlerde kaçınılmaz, dolayısıyla sırf var diye eleştirmek bana anlamsız geliyor. Genel olarak da göze batmıyor. Ancak bir sekans var ki, fazla sürreal olması rahatsızlık verdi. Superman’in elinde Metamorpho’nun oğlu, hem onu hem Metamorpho’yu kurtarmaya çalışıyor, o sırada sürükleniyor vs vs. Uzaylı çocuk zaten CGI, bulundukları evren tamamen CGI, sürüklenirken üzerinde durduğu CGI. Bu tarz sahnelerde absürtlük ve yapaylıktan artık filmden kopuluyor, en azından bende oluyor bu. İzlediğinin bir film olduğunu algılıyorsun ve filme dalmaktan çok uzaklaşıyorsun. Uçuş sahnelerinin iyi olduğunu düşünüyorum. IMAX’te izleyebilseydim belki daha iyi deneyimleyebilirdim. Onun yerine ScreenX’te izledim. İlk başta kar sahneleri vs hoştu ancak film ilerledikçe ekstra bir katkısı olmadı. Daha iyisi olabilir miydi? Her zaman. Orijinal Superman müziği, tabii ki muhteşem. Söyleyecek bir sözüm yok. Lex’in ekranda olduğu zaman çalan score da güzeldi. Son Olarak “Superman (2025)”, DC evreni için bir dönüm noktası sayılabilir. Doğru bir başlangıç sinyali olduğu kesin. Uzun süredir eleştirilen karanlık ve ruhsuz çizgisinden sıyrılarak daha umutlu, daha insancıl bir evrene geçiş yapıyor. Hikaye, günümüz dünyasındaki çatışmaları hatırlatırken aynı zamanda cep evren kurgusuyla süper kahraman özünü de unutmuyor. Genel tonundaki yumuşama, renklerin geri gelişi ve karakterlerin tanıdık, insani yönleri sayesinde izleyiciye uzun zamandır özlenen umut duygusunu tekrar hatırlatıyor. En büyük artısı, Superman’i yalnızca bir “güç gösterisi” olarak değil, insani yönleriyle yeniden tanımlamaya çalışması. Clark’ın empati yapabilen, politik tavır alabilen, her canlının değerini gözeten hali, seyirciyle kurulan bağı güçlendiriyor. Ancak kusurları da yok değil. Karanlık tonlardan kaçmaya çalışırken fazla sulu ve hafife kaçabiliyor. Politika ve umut konularında biraz olsun derinleşebilirken filmin yan karakterler gibi diğer unsurlarında bocalıyor, şakaya fazla yaslanıyor ve derinliği unutuyor. Justice Gang’in inandırıcı bir birlik olamaması (burada göstermeye çalıştıkları zaten düzgün bir birlik olamamaları ama karakterler tek başlarına yeteri kadar sağlam değiller) ve Superman’in biraz fazla kolay yenilmesi, öne çıkabilecek epik sahnelerin azlığı, filmin ağırlığını düşürüyor. DC’nin uzun süredir yaşadığı ton karmaşasının tamamen çözüldüğünü söylemek zor. David Corenswet’in Superman’i büyük potansiyele sahip. Ortada çok iyi, müthiş denebilecek bir performans yok elbet. Genel oyuncu kadrosu da iyi, ancak filmden çıktıktan sonra “şu oyuncu olağanüstü oynamış” diyemedim. Kendimi de tebrik etmek istiyorum, içimdeki fankızı çıkartıp teknik detayları önemsemeden "Çok güzeldi, 5/5" demeden bu incelemeden sağ çıkabildiğim için... Superman (2025) bende Fantastic Four kadar büyük bir heyecan yaratmasa da, DC’nin kendi kimliğini yeniden hatırlaması açısından değerli bir film. Eğer senaryo ve karakterlerde “ruhsuz – cıvık” çizgisi arasındaki dengeyi daha iyi kurabilirlerse, çok daha başarılı işler ortaya çıkabilir. Bundan sonrası için farklı karakterler mi eklerler, Clark’ın başına karakter gelişimini tetikleyecek olaylar mı gelir, yoksa karakterleri derinleştiren hikâyeler mi yazarlar, bilemiyorum. Ama ellerinde potansiyel vaat eden bir Superman, Lois ile güçlü bir kimyaları, ve yeni, aydınlık bir evrenleri var. Önemli olan bunları doğru kullanmak, derinleştirmek ve dengeyi kurabilmek. Genel Puan: 3.5/5 Hikaye: 4/5 - Politik mesajlar, aidiyetlik ve insani yönler güçlü. Cep evren ilgi çekici. Senaryo: 3.5/5 - Clark & Lois iyi yazılmış; ancak bazı yan karakterler yüzeysel. Mizah fazla kaçabiliyor. Performans: 3.5/5 - Corenswet çok isabetli, Brosnahan uyumlu. Hoult farklı bir Lex yorumu getiriyor, ama öne çıkan bir performans yok. Sinematografi: 3.5/5 - Renk paleti güçlü, fakat yer yer yapaylık ve abartı göze batıyor. Yönetmenlik: 3/5 - James Gunn ton değişiminde ve çekim tekniklerinde başarılı, ama mizah-ciddiyet dengesi bazen şaşıyor. Kurgu: 4/5 - Akış sorunsuz, tempo dengeli. Ağır işlemiyor. Müzik: 4/5 Kostüm & Prodüksiyon: 4/5 Temalar/Mesaj: 4/5 - Aidiyet, kimlik, politika, umut temaları öne çıkıyor. Duygusal Etki: 3.5/5 - Jarhanpur, Clark'ın ailesi, Clark & Lois Tekrar İzlenebilirlik: 3/5 - Daha sürükleyici epik & aksiyon sahneleri olmalı Eğlence Değeri: 3.5/5 Yenilikçilik/Yaratıcılık: 4/5 - Renkler, camp ögeler, politik alt metinler taze hissettiriyor. Yazan: Su Evci nsuevci@gmail.com











