top of page

Arama Sonuçları

Boş arama ile 220 sonuç bulundu

  • LOTR: The War of the Rohirrim Konusu Ne?

    "Lord of the Rings: The War of the Rohirrim" adlı dizi, J.R.R. Tolkien'in Orta Dünya evreninde geçen bir hikayeyi anlatıyor. Bu dizi, Peter Jackson'ın yönettiği "Yüzüklerin Efendisi" ve "Hobbit" filmlerinden önceki bir dönemde, Rohan Krallığı'nın tarihinde önemli bir yer tutan bir olay olan, Helm's Deep'in inşası ve Helm Hammerhand adlı karakterin öyküsünü konu alıyor. Dizi, Üçüncü Çağ'da geçiyor ve Rohan'ın en ünlü kralı olan Helm Hammerhand'in yaşamını ve Rohan Krallığı'nın düşmanlarıyla mücadelesini anlatıyor. Bu mücadeleler, özellikle Dunlendingler ve onların Rohan'a karşı giriştiği savaşlar etrafında şekilleniyor. Helm Hammerhand, Rohan'ın yedinci kralı olarak bilinir ve Helm's Deep (Helm's Koyu) adını taşıyan ünlü kalenin inşasıyla da tanınır. Dizide, bu karakterin cesareti, trajedileri ve efsanevi statüsü ele alınacak. Dizinin ana karakterleri arasında Helm Hammerhand, onun ailesi ve krallığın diğer önemli figürleri bulunuyor. Ayrıca, Rohan'ın düşmanları ve müttefikleri de hikayenin bir parçası olarak karşımıza çıkacak. Dizi, Tolkien'in zengin mitolojisinden esinlenen yeni karakterleri de tanıtabilir. Bu dizi, hem Tolkien hayranları hem de epik fantezi severler için büyük bir merakla bekleniyor. İlk Fragman 22 Ağustos'ta yayımlandı. Gelin izleyelim.

  • Marvel'ın Faz 4 ve Ötesi: Deadpool ve Wolverine ile Yeni Bir Başlangıç

    Marvel Sinematik Evreni (MCU), Deadpool ve Wolverine'in buluşmasıyla birlikte büyük bir yenilik ve heyecan dalgası yarattı. Bu film, hem nostalji dolu hem de evrenler açısından benzer ama başka hikaye unsurları barındıran bir yapım olarak karşımıza çıkıyor. Ancak, bu film sadece yüzeyde görünenlerden ibaret değil; daha derin analiz ettiğimizde Marvel'ın karmaşık planlarını ve karakter dinamiklerini daha iyi anlayabiliriz. Spoiler uyarısı Zaman Çizgileri ve Çoklu Evrenler Faz 4'ün temelinde yatan çoklu evren ve zaman çizgisi temaları, Deadpool ve Wolverine filminde de öne çıkıyor. Wolverine'in farklı zaman dilimlerinden Deadpool ile buluşması, Marvel'ın zaman çizgileriyle nasıl oynayacağını mutantlarımıza gösteriyor. Artık resmi olarak onlar da bu deliliğe dahil oldu. Filmin sonunda Logan kendi evrenine gitmedi, boşlukta kaybolmuş diğer karakterlerimiz de geri dönmediler. Bu tabii ki de büyük bir eksiklik yaratır, Paradox'da bunun peşine düşer. Marvel böyle minik zaman çizgilerine takılacak bir firma değil, asla da olmaz (eminiz). Yazarların Grevi ve Marvel Üzerindeki Etkisi Amerika’da senaryo yazarlarının ve film yazarlarının grevleri, özellikle Disney gibi büyük firmaların görsel ve hikaye zenginliğini olumsuz etkiledi. Çalışanların emeklerinin karşılığını alamamalaro, Marvel filmlerinde uzun zamandır görsellik ve hikaye derinliğinde bir azalmaya neden oldu. Bu durum, Deadpool ve Wolverine filminde de hissediliyor. Marvel, faz 4 boyunca yaşanan bu sorunları aşmak için çaba göstermeye çalışırken bunu fan servis aracılığı ile iyice yediriyor ki başarıyor diyebilirim. Çizgi roman okumamış ve keyfi izleyici, takipçiler için sağlam bir kitle diyebilirim. Fox Karakterlerinin Disney'e Geçişi Fox'un karakterlerinin Disney'e geçişi, WandaVision dizisinde ilk kez resmi olarak tanıtıldı. Ancak, Fox'un karakterleri ilk defa bu kadar yoğun bir şekilde Deadpool ve Wolverine filminde gösterildi. X-Men ve Fantastik Dörtlü gibi önemli karakterlerin Marvel evrenine entegrasyonu, çizgi roman hayranları için büyük bir heyecan kaynağı oldu ve evet merak etmedik değil. Bu film, New Mutants ve House of M gibi çizgi romanlarına güzel atıf yapsa da bizim artık bir Wanda'mız yok değil mi? Acaba Secret Wars gibi dev bir yapım, evren ve hikayeye hizmet edecek filmde nasıl bir planları var? Normalde bu sene sonu gibi çıkması planlanan Secret Wars aslında ertelenerek iyi bir adım yaptı. Bizim elimizde Moon Knight, Black Knight ve Blade gibi karakterler geçti. Moon Knight ne kadar kendine ait bir hikaye ile devam etse de Black Knight'dan maalesef ses seda yok. Eternals'ı iptal edip mutant ve tanrı savaşını rafa kaldıran Marvel'ın umarım bundan sonra hazır Fox da ellerine geçmişken iyi bir planı vardır. Deadpool ve Wolverine'in Karakter Dinamikleri Deadpool'un mizah anlayışı ve Wolverine'in sert karakteri arasındaki dinamik, film boyunca eğlenceli ve sürükleyici bir atmosfer yaratmış. Bu ikiliyi sevdiğimi söyleyebilirim. Deadpool’un dördüncü duvarı yıkma alışkanlığı ve Wolverine’in çatışmacı doğası seyir keyfini çokça artırmış. Bunların yanında, Deadpool'un çizgi romanlarında evrenlerde gezip neredeyse bütün Marvel ve Avengers'ı tek başına öldürdüğü bir serisi var. Yani aslında biz çizgi roman okuyucuları için bu film önceden aşina olduğumuz bir konu. Hatta çoklu evrenler uzun zamandır tanıtılmış durumda. Filmde deadpool'un gücünün en azından diğer karakterlere göre az kalır bir yanı olmayacağını görmemiz karakter açısından iyi bir adım oldu. Marvel’ın Genişleyen Evreni Deadpool ve Wolverine filmi, MCU'nun daha önce tanıtılmamış veya geri planda kalan karakterlere yer verme stratejisine uygun, fakat ne kadar gerekli olduğu büyük bir muamma. Filmin ilerleyen bölümlerinde, Marvel evreninin çeşitli köşelerinden karakterler ve olaylar hakkında daha fazla bilgi edinmek mümkün. Bu, izleyicilere hem tanıdık hem de yeni yüzlerle dolu bir kapı sunuyor. Faz 4'ün diğer yapımlarında da bu genişleme stratejisinin izlerini görmek mümkün; She-Hulk, Ms. Marvel ve Shang-Chi gibi karakterler de bu genişlemenin bir parçası olarak izleyiciye tanıtıldı. Bunlarla beraber ek birkaç şey daha eklemek istiyorum. Marvel bir şey bilmeyen ya da eksik bir şirket değil. Zaten eklediğim gibi amacı fan servis odağında evrenler oluşturmak. Biz çizgi roman okuyucuları için bu filmler çok önceden anlatılmış olsa bile asıl amaçları her şeyi birbirine katarak ilerlemek. Evet bir Faz 4 var ve ona hizmet etmek gerekiyor. Bir sürü başıboş çoklu evrenin varlığını öğrendik ve bunlara hizmet etmesi için birçok yeni karakter tanıtmak gerekiyor. Peki bu karakterleri tanıtmak için izlenen yol mantıklı mı? Eh. Faz 5 ve Ötesi İçin Tahminler Marvel’ın Faz 5 ve sonrasında nasıl bir yol izleyeceği merak konusu. Ancak bazı tahminlerde bulunabiliriz: 1. Daha Derin Karakter Gelişimi: Faz 4'te başlatılan karakter odaklı hikayeler, Faz 5'te daha da derinleşecek. Özellikle X-Men ve Fantastik Dörtlü gibi grupların evrene entegrasyonu, karakterlerin geçmişlerine ve ilişkilerine daha fazla odaklanmayı gerektirecek. 2. Çoklu Evrenler ve Kaos: Doctor Strange in the Multiverse of Madness ile başlatılan çoklu evren kaosu, Faz 5 ve sonrasında da devam edecek. Bu, farklı evrenlerden karakterlerin bir araya gelmesini ve yepyeni hikaye dinamiklerinin oluşmasını sağlayacak. 3. Yeni Tehditler ve Büyük Kötüler: Thanos'un ardından, Marvel evrenine yeni büyük kötüler girmesi bekleniyor. Kang the Conqueror, Galactus ve Doctor Doom gibi tehditler, Marvel evrenine büyük bir tehlike getirecek. 4. Çizgi Romanlara Dönüş: Marvel’ın çizgi romanlardan daha fazla esinlenmesi ve bu hikayeleri sinematik evrene entegre etmesi bekleniyor. House of M, Secret Wars ve Avengers vs. X-Men gibi büyük çizgi roman etkinlikleri, gelecekteki filmler ve diziler için ilham kaynağı olabilir. Sonuç ve Beklentiler Film (teoriler üretmeden) güzeldi ve oldukça keyifliydi. Uzun zaman sonra bir Marvel filmini sinemada izlemek bana keyif verdi. Ancak, Faz 4'ten belliydi ki hikaye ve kurgu derinliği asla olmayacaktı. Özellikle Marvel'ın gelecek fazları tanıtmak amacıyla geçen ay gerçekleştirdiği San Diego Comic Con'da hala Robert Downey Jr.'ı Dr. Doom yerine almayı planlıyor olması ve Iron Man'i geri getirecek olmaları (bence) ayrı bir saçmalık. Bir zamanlar çizgi romanlara hizmet eden MCU, şimdi fan servisine odaklanan bir sinema evrenine dönüştü. Keşke çizgi romanlara daha bağlı olsaydı. Yine de, keyifli bir akşam geçirmek isterseniz, bu film en azından bunu sağlayacaktır.

  • Endless Poetry (Poesía sin fin) - Alejandro Jodorowsky

    “Bana hiçbir şey vermeyerek, bana her şeyi verdin, Beni sevmeyerek, bana sevginin mutlak bir gereklilik olduğunu öğrettin, ve Tanrıyı inkâr ederek, bana hayatın değerini öğrettin…” Alejandro Jodorowsky’nin bu filmini anlamaya ve anlatmaya çalışırken, kendimi 1972 yapımı ‘The Ruling Class’ filminden bir alıntıyı düşünürken buldum: “Kendimin dışında duruyorum, kendimi izliyorum. Gülümsüyorum, gülümsüyorum, gülümsüyorum…” Sinema şamanı Alejandro Jodorowsky, 80’lerinde bir afyon rüyası kadar çılgın ve keyifli otobiyografik film üçlemesiyle müthiş bir dalga yarattı. Böylesi anarşik bir öz farkındalığa sahip birisi olan Jodorowksy’nin kendinden şüphe etmiş olabileceğini hayal etmek zor. Ancak bastırılamaz ve ezber bozan sinematik imgelerin yaratıcısı (El Topo, Holy Mountain), kendi terapisi ‘Psychomagic’ in kurucusu ve düzinelerce çizgi roman ve kitabın yazarı, annesinin pasifliğiyle harmanlarmış baba şiddetinin altında sinerek büyüdü. Bu travmatik çocukluk, Jodorowsky’nin sinemaya verdiği uzun bir aradan sonra 2013’te bi’nevi geri dönüş filmi olan ‘ The Dance of Reality (La Danza De La Realidad)’ nin konusu oldu. Endless Poetry (Poesía sin fin) ise, önceki filme kaldığı yerden devam ediyor ve bu kez Jodorowsky ailesi, Şili’nin kuzeyindeki Tocopilla maden kasabasından Santiago’ya doğru yola çıkıyor. Bu filmde kabaca anlatmak gerekirse, otoriter babasından kaçıp şair olarak gerçek çağrısını benimseyen genç yetişkin Alejandro Jodorowsky’nin hikayesini görüyoruz. Evet, tabi, hikâyenin özü böyle okuyunca basit dursa da filmin içine daldığımızda, Jodorowsky’nin ürettiği her şey gibi, yoğun gerçeküstü imgelerin, görsel metaforların ve şiirselliğin ustaca kullanıldığı çılgın bir sirkte buluyoruz kendimizi yine ve bu filmle izleyici olarak Jodorowsky’nin hissettiği yaşam sevincini hissediyoruz. Film; renkli karakterler, kostümler ve setlerle dolu. Jodorowsky çocukluk anılarını, gerçek Santiago sokaklarını, her şeyin eskiden nasıl olduğunu gösteren devasa sepya baskı fotoğraflarıyla giydirerek yeniden yaratıyor. Bana kalırsa bu, filmdeki fantastik ve gerçeküstü unsurları garip bir şekilde yumuşatmaya yardımcı olan çok yerinde bir detay. Büyük şehirde, Alejandro’nun evde yaşadığı vahşet ve karmaşa sokaklarda yankılanıyor. Depremler onu dehşete düşürüyor. Ancak genç Alejandro, saldırgan bir şekilde erkeksi olan babası Jaime’nin (Jodorowsky’nin en büyük oğlu Brontis Jodorowksy tarafından canlandırılmaktadır) ve annesi Sara’nın (Pamela Flores) büyük üzüntüsüne rağmen şair olmaya karar veriyor. Bu nedenle genç Alejandro, büyükannesinin evindeki çok sevdiği bir ağacı sembolik olarak keserek ve şehirdeki bir sanatçı kolektifine kaçarak isyan ediyor. Babasının tüm şairlerin “maricón” (en kaba tabiriyle ibne) olduğu konusundaki ısrarı tarafından rahatsız edilen Alejandro, kendini keşfetme yolundaki ilk adımı olarak eşcinsel bir öpücük paylaşmaya karar veriyor. Öpücüğün kendisine hiçbir şey yapmadığını anladığında, Alejandro bir adam oluyor ve genç Herskovits, rolde yetişkin Adan ile değiştiriliyor ve tüm güvensizlikler eriyerek yeni bir özgüven ortaya çıkıyor. Bu güzellik parıltısı Alejandro’ya ilk benlik duygusunu veriyor ve bunun ardından yazmaya başlıyor. Şiir, vizyonunu ve daha sonra eylemlerini şekillendiriyor. Ailesinden ayrılarak evinin yalnızca birkaç dakika uzaklığında başka bir dünya buluyor. Karanlık ve ışık, film içerisinde Jodorowksy’nin bir sanatçı olarak hayatı boyunca karşı karşıya gelen iki kavram oluyor. -tıpkı gerçek hayatı gibi- Adan’ın Alejandro’su saf coşku ve tutkuyu temsil ediyor. İçki içip eğlenmediği zamanlarda sanatı yaşıyor ve soluyor. Gerçek bir Freudyen seçim olarak, Pamela Flores tarafından canlandırılan şair arkadaşı Stella Díaz Varín ile tutkulu bir ilişkiye başlıyor. Şair arkadaşı Enrique Lihn (Leandro Taub) ile arkadaş oluyor ve ikisi birlikte kendi gerçeküstü şiir evrenlerini yaratıyorlar. Yine de Alejandro, tam zamanlı bir kariyer sanatçısı olmanın bu şekilde neredeyse imkânsız olduğunu bilmekle, ailesinin ondan istediği hayata geri dönme hayalinden vazgeçmeyi reddetmek arasında hala çatışma yaşıyor. 1940'larda Şili şairlerle doluydu. Pablo Neruda baskın, ataerkil bir varlıktı ve Gabriela Mistral yakın zamanda Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanmıştı. Alejandro, Enrique Lihn ve Nicanor Parra ile arkadaş olarak ve Stella Díaz Varín ile bir ilişkiye başlayarak bohem dünyasına sorunsuz bir şekilde giriyor. Tüm sahneler tam olarak orijinal yerlerinde çekiliyor. Jodorowsky, sadece o zamanın figürlerini bir araya getirmekle kalmıyor (Cereceda kız kardeşlerin sahip olduğu aynı evde yaşayan sanatçılar Alberto Rubio, Gustavo Becerra ve Hugo Marín'i sunuyor), aynı zamanda şu anki arkadaşlarını ve işbirlikçilerini de işe alıyor. Suriyeli şair Adonis, film yapımcısı Andrés Racz'ı canlandırıyor. Çağdaş dansçı Carolyn Carlson, Alejandro'yu tarotla tanıştıran yazar ve sanatçı María Lefevre'yi canlandırıyor.             Bu kararlar başlı başına şiirsel bir eylem bana kalırsa. Hikayesini yeniden ele alıp anlatırken Jodorowsky, metaforu gerçeğe, sembolizmi de eti kemiğe büründürüyor. “Gerçekte kendimi anlatmıyorum” diyor Jodorowsky, “Sanat yaratımını gerçek hayatla harmanlıyorum.” Bu dürtü, derin acının ve bilinçaltı blokajlarının rüyalar, tiyatro ve performans yoluyla çözüldüğü Psychomagic’in de temelini oluşturuyor. “Mantıkla çalışmıyorum,” diye devam ediyor, “ama duygusallıkla, izleyiciye yüce hissetme kapasitesini göstermek için devreye benim ve ailemin terapisinin kamusal bir gösterimini sunuyorum. O noktada da bu gerçek oluyor, film değil.” Endless Poetry bir büyüme filmi. Sadece ekrandaki 20 yaşındaki Alejandro için değil, aynı zamanda geleceğin bir hayaleti olarak ara sıra görünen 88 yaşındaki – şu anda 95 yaşında, Allah uzun ömür versin - Alejandro için de. Alejandro, bugünkü benliğini dahil ederek hem kendi geçmişini terapötik olarak inceleyip üzerinde düşünebiliyor hem de genç benliği karşısında rahatlatıcı ve yol gösterici bir ses olarak hareket edebiliyor. Filmin gerçek doruk noktası, Şili'den Fransa'ya taşınmak üzere olan Alejandro'nun babası Jaime ile karşılaştığı son sahnedir. Hayal kırıklıkları, Alejandro'nun babasını döverek bağımsızlığını tam anlamıyla iddia etmesiyle yumruklu bir kavgaya dönüşür, tıpkı babasının onu dövdüğü gibi. Sahne daha sonra yaşlı Alejandro tarafından yeniden yazmaya çalışırken durdurulur ve genç halinden yumruğunu bir okşamaya çevirmesini ister, bu sadece babasını hayatta gördüğü son sefer olacağını yansıtmakla kalmaz, aynı zamanda babasının tüm kusurlarına rağmen sadece elinden gelenin en iyisini yapmaya çalıştığını da kabul ettiğini gösterir. Yaşlı Jodorowsky'nin orada durup sahnede hem babasını hem de kendisini temsil eden iki oğlunu kucakladığını görmek hem acı hem de çok güçlüdür. Filmi gerçekten parlatan şey, bu empati ve öz-yansıma düzeyidir. Endless Poetry, Jodorowsky'nin varlığının saf bir örneğidir; bu filmdeki her şey kesinlikle kendisinin bir uzantısı ve kendisine bir ders olarak hizmet eder. Babasının şiddeti ve aşırı erkekliği aracılığıyla, absürtlüğü, korkuya gülmeyi öğrenir. Sevdiği sanatçı arkadaşlarının kusurları ve kendini aşağılayıcı davranışları aracılığıyla, gerçek öz tanımının kendi sıkı çalışmanızdan ve tutkularınızdan geldiğini, kimsenin sizin için yapamayacağını öğrenir. Kendi hayal kırıklığı ve yön arzusu aracılığıyla, kabul etmenin önemini öğrenir -kendini kabul etmek ve hayatın sunabileceği her şeyi kabul etmek-. Kabulü vaaz etmek onun savaş çığlığı, evrenin boşluğuna cevabı olur. Bu, onun gerçeküstücülük markasını tanımlar ve onu başkalarının bakmadığı yerlerde güzellik ve anlam aramaya yöneltir. Kendini kabul etme ve iç huzuruna yapılan bu vurgu, Jodorowsky'nin her zaman varoluş nedeni olmuştur, ancak daha önce hiç bu konuda bu kadar açık olmamıştı sanırım. Jodorowsky'yi esas olarak psikedelik Western'ler olan El Topo veya The Holy Mountain'ın arkasındaki beyin olarak tanıyanlar, bu son iki filminin sıcaklığı ve çekiciliği karşısında şaşırabilirler. Endless Poetry hala klasik Jodorowsky temaları ve ikonlarıyla- açık sembolizm, dini ikonografi, amputeler, cüceler, eşit fırsat çıplaklığı, maneviyat, mizah gibi – dolu olsa da bu sefer hikâye anlatımı sadece gerçekçi değil, aynı zamanda şaşırtıcı derecede kişisel. Bu film hakkında birkaç sayfa daha konuşabilirim ancak burada bırakıyorum. “Zaman duygusuna sahip değilim.” diyor Jodorowsky bir röportajında ve ekliyor, “Paris'te neredeyse 100 hayat yaşadım. Bana göre, ölen çok sayıda Alejandro Jodorowsky var. Ve sonra yeniden doğdum. Her şey değişiyor. Sen, ben, evren. Her şey değişiyor. Yaşlı olmak diye bir şey yok. İçimde aynıyım. Yaşlanmamak için kendimi aynada görmüyorum." Evet hareket ettiği hızla, hepimizden daha uzun yaşayacak. -amin-

  • Korku Sinemasının En İyi 10 Filmi: Tüylerinizi Diken Diken Edecek En İyi Korku Filmleri

    En İyi Korku Filmleri listesi izleyicilere adrenalin dolu anlar yaşatarak unutulmaz deneyimler sunar. Eğer kalbinizin biraz daha hızlı atmasını istiyorsanız, işte korku sinemasının en önemli filmleri, detaylı yorumlarıyla birlikte: The Shining (1980) IMDb Puanı:  8.4 İzlenebilecek Platformlar:  Netflix, Amazon Prime Video Açıklama: Stanley Kubrick'in yönettiği bu başyapıt, Stephen King'in aynı adlı romanından uyarlanmıştır. Jack Nicholson'ın etkileyici performansıyla hafızalara kazınan film, psikolojik gerilim ve doğaüstü korku öğelerini mükemmel bir şekilde harmanlıyor. Psikolojik korku türünü sevenler için vazgeçilmez bir seçenek . İzlenmesi gereken bir klasik çünkü sinema tarihinde derin izler bırakmış ve birçok filme ilham kaynağı olmuştur. Ceren Dere'nin harika analizleriyle The Shining'e derinlemesine bakabilirsiniz: https://www.benizledim.com/post/the-shining-here-s-kubrick . The Exorcist (1973) IMDb Puanı:  8.1 İzlenebilecek Platformlar:  Amazon Prime Video Açıklama: William Friedkin'in yönettiği bu film, şeytani bir varlığın etkisi altındaki küçük bir kızın hikayesini anlatıyor. Döneminin en korkutucu filmlerinden biri olan "The Exorcist", izleyiciyi derinden sarsacak sahnelere sahip. Doğaüstü korku ve dini temalara ilgi duyanlar için ideal . İzlenmesi gereken bir yapım çünkü korku sinemasının sınırlarını zorlayarak yeni bir dönemin kapılarını aralamıştır. Gurur Sönmez'in yapım notlarıyla The Exorcist ve ötesi için yazdığı detaylı yazılara bakmanızı öneririz: The Exorcist: Hayat değiştiren film Leap of Faith: Friedkin ve the Exorcist Üzerine Notlar . Psycho (1960) IMDb Puanı:  8.5 İzlenebilecek Platformlar:  BluTV, Amazon Prime Video Açıklama: Alfred Hitchcock'un bu klasiği, gerilim ve korku türünün en önemli yapıtlarından biri olarak kabul edilir. Motel sahibi Norman Bates'in gizemli ve karanlık dünyasını keşfetmek isteyenler için harika bir seçenek. Gerilim dolu hikayeleri ve sürpriz sonları seven izleyiciler için vazgeçilmez . İzlenmesi gereken bir film çünkü sinematografisi ve anlatım tekniğiyle birçok yönetmene ilham vermiştir. Alien (1979) IMDb Puanı:  8.5 İzlenebilecek Platformlar:  Disney+ Açıklama: Ridley Scott'ın yönettiği "Alien", uzayda geçen bir korku macerası sunuyor. İzole bir ortamda hayatta kalma mücadelesi ve bilinmeyen bir tehlike, filmi nefes kesici hale getiriyor. Bilim kurgu ve korku türlerini bir arada sevenler için mükemmel bir seçim . İzlenmesi gereken bir yapım çünkü güçlü kadın karakteri ve atmosferik anlatımıyla türünün öncülerinden biri. The Silence of the Lambs (1991) IMDb Puanı:  8.6 İzlenebilecek Platformlar:  Netflix Açıklama: Anthony Hopkins ve Jodie Foster'ın unutulmaz performanslarıyla "The Silence of the Lambs", gerilim ve korkuyu üst düzeyde yaşatıyor. Psikolojik analiz ve seri katil temalarını seven izleyiciler için ideal . İzlenmesi gereken bir film çünkü hem gerilim hem de karakter derinliği açısından benzersiz bir deneyim sunuyor. Halloween (1978) IMDb Puanı:  7.7 İzlenebilecek Platformlar:  Amazon Prime Video Açıklama: John Carpenter'ın yönettiği "Halloween", maskeli katil Michael Myers'ın hikayesini anlatıyor. Slasher türünün en önemli örneklerinden biri olan film, gerilimi sürekli yüksek tutuyor. Gençlik ve korku temalarını sevenler için harika bir seçenek . İzlenmesi gereken bir yapım çünkü korku sinemasında bir ikon haline gelen karakteri ve atmosferiyle dikkat çekiyor. A Nightmare on Elm Street (1984) IMDb Puanı:  7.5 İzlenebilecek Platformlar:  Netflix Açıklama: Wes Craven'ın bu filmi, rüyalarda kurbanlarını avlayan Freddy Krueger karakteriyle tanınır. Doğaüstü korku ve slasher türlerini seviyorsanız, bu film tam size göre . İzlenmesi gereken bir yapım çünkü korku sinemasına yeni bir soluk getirmiş ve kült bir karakter yaratmıştır. The Conjuring (2013) IMDb Puanı:  7.5 İzlenebilecek Platformlar:  Netflix, HBO Max Açıklama: James Wan'ın yönettiği "The Conjuring", gerçek olaylara dayanan hikayesiyle dikkat çekiyor. Paranormal aktiviteler ve ruh çağırma seanslarıyla dolu bu film, sizi koltuğunuza çivileyecek. Gerçek hikayeler ve doğaüstü olaylar ilgisini çekenler için ideal . İzlenmesi gereken bir film çünkü modern korku sinemasında önemli bir yer edinmiştir. Get Out (2017) IMDb Puanı:  7.7 İzlenebilecek Platformlar:  Amazon Prime Video Açıklama: Jordan Peele'in yönettiği "Get Out", ırkçılık temalarını korku ve gerilim öğeleriyle birleştiriyor. Toplumsal mesajlar içeren ve düşündürücü bir korku filmi arayanlar için mükemmel bir seçim . İzlenmesi gereken bir yapım çünkü özgün senaryosu ve başarılı anlatımıyla övgüler toplamıştır. Hereditary (2018) IMDb Puanı:  7.3 İzlenebilecek Platformlar:  Amazon Prime Video Açıklama: Ari Aster'ın bu filmi, aile trajedisi ve doğaüstü olayları iç içe geçiriyor. Yavaş yavaş yükselen gerilim ve rahatsız edici atmosferiyle etkileyici bir deneyim sunuyor. Psikolojik korku ve dramatik hikayelerden hoşlananlar için ideal . İzlenmesi gereken bir film çünkü benzersiz anlatımı ve güçlü oyunculuklarıyla dikkat çekiyor. Not: Filmlerin izlenebileceği platformlar, ülkelere ve platformların güncel içeriklerine göre değişiklik gösterebilir. İzlemeden önce ilgili platformlarda arama yapmanız önerilir. Bu filmler, korku sinemasının en önemli ve etkileyici yapımlarından bazılarıdır. Eğer gerilim dolu anlar yaşamak, unutulmaz karakterlerle tanışmak ve sinema tarihinin en iyi korku filmlerini deneyimlemek istiyorsanız, bu liste tam size göre. Cesaretinizi toplayın ve bu filmlerin büyüleyici ama bir o kadar da ürkütücü dünyasına adım atın!

  • 81. Venedik Film Festivali'nden "Gecenin Kıyısı"

    Türker Süer’in ilk uzun metraj filmi Gecenin Kıyısı 81. Venedik Film Festivali’nde Orizzonti Extra seçkisinde dünya prömiyerini yaptı. Film biri teğmen diğeri yüzbaşı iki erkek kardeşin, Sinan ve Kenan’ın birbirleriyle, kendileriyle, görevleriyle ve içinde bulundukları canavarlaşan toplumla ilişkisini “bir askeri darbeyi” merkezine alarak anlatıyor. Filmdeki bu “askeri darbenin” 15 Temmuz darbe girişimi olduğunu Fatih Sultan Mehmet köprüsünü duyunca köprünün tarihsel bağlamıyla ancak idrak edebildim. Uluslararası bir festivaldeki Türkiye dışından bir izleyici için darbenin hangi darbe olduğu çok şey ifade etmeyebilir ve kişi kendisini hikayeye bırakabilir, ama o geceyi yaşayan bizler için öyle mi? 2016 senesindeki darbe girişimi üzerine çekilen iktidar propagandası filmlerinin hiçbirini izlemediğim için Gecenin Kıyısı benim için temasıyla bir ilk.  Film odaklanmayı zorlaştıracak dağınıklıkta başlıyor ama kısa sürede kurduğu atmosferin içine çekmeyi başarıyor. Belirsizliğin başrol olduğu, sabit olan tek şeyin güvensizlik duygusu olduğu bir toplumu ordudaki komuta zinciri içinden ve hatta iki kardeş üzerinden kurmanın iyi bir fikir olduğuna ikna oldum film bittiğinde. Başlarken sorduğum soruya cevap vereyim: 80 darbesini görmemiş birinin 80 darbesi üzerine film izlemesiyle, 15 Temmuz’u yaşamış, o gece sevdiklerine ulaşamamanın kaygısını ve tepesindeki F-16’ların sesini hatırlayan, sabaha karşı televizyonlara düşmüş linç görüntülerini unutamayan kesimler için bu filmi izlemek aynı şey değil. Ahmet Rıfat Şungar’ın canlandırdığı Teğmen Sinan, Berk Hakman’ın canlandırdığı ağabeyi Yüzbaşı Kenan’ın Malatya’daki askeri mahkemeye tutuklu nakliyesinde görevlendirilir. Bu emri sorgulasa da itaatten başka seçeneği olmadığına ikna olduğumuz Sinan’ın ağabeyi Kenan’la görüşmediğini, sebebinin general olan babalarının ölümü olduğunu öğreniyoruz. Kenan Sinan’ın aksine bir emre itaat etmeyip ordudan firar etmiş bir asker, bu nedenle askeri yargılama sürecinde. İstanbul’dan Malatya’ya bu sevkiyatın gerçekleştiği gecede, ordudaki bir grubun darbe girişimi yaşanıyor, zaten cevapsız olan sorularla çıkılan yola bir yenisi ekleniyor: Kim hangi tarafta?  General babaları kumpas davaları sonucu intihar etmiş, Sinan kendisine sunulan belgeleri gözleriyle gördüğü için babasına karşı tanıklık etmiş. Sinan karakterinin hem tarihte hem Türkiye toplumunda bir karşılığı var, emre itaat etmeyen ağabeyinin de karşılık geldiği bir yer var kolektif hafızamızda. Zor zamanlarda tarafların farkında olmak, taraf olma(ma)k, askerliğin doğası, emir-komuta zincirinde bireylerin vicdani muhasebesi, bireyin değerleri için feda edebilecekleri gibi evrensel temaları Türkiye tarihinden karanlık bir geceye giderek sorguluyor film.  Gösterim sonunda yönetmen Türker Süer ve iki başrol oyuncusuyla söyleşi gerçekleştirildi. Film boyunca yabancı bir izleyicinin tarafları zihninde nasıl konumlandırdığını merak etmiştim ve moderatörden gelen ilk soru bu evrensel temalar için çekilen Türkiye fotoğrafının yerelliğini ispatladı bana. Soru, “sistemdeki iki karşıt görüşü erkek kardeşler hikayesi üzerinden anlatma fikri” üzerineydi. Halbuki ortada sisteme yönelik iki karşıt görüş yoktu, Sinan da Kenan da tercihlerini “memleket için” yapan, vatanını seven iki askerdi. Buradaki karşıtlık sisteme dair değildi, karakterlerin doğasına dairdi: Her emre itaat edenler ve toplum hızla insanlığın kıyısına itilirken emirleri sorgulayıp isyan edenler.  Film 31. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali’nin Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması’nda gösterilecek.

  • Longlegs: Yavaş Ateşlenen Bir Gerilim, Hızla Tükenen Bir Hikâye

    David Robert Mitchell’in gerilim dolu evrenine geri dönüşü olarak nitelendirilen Longlegs, büyük beklentilerle izleyicinin karşısına çıkıyor. Özellikle It Follows ve Under the Silver Lake gibi önceki yapımlarıyla adını duyuran yönetmenin bu yeni filmi, sinematografik açıdan göz dolduruyor. Atmosfer yaratma konusunda son derece başarılı, ancak ne yazık ki olay örgüsü bu atmosferi desteklemekten çok uzak. SPOILER Filmin temposu, karakterlerin çözüm yollarına ulaşma hızları ve olayların bağlanma biçimi, adeta izleyiciye nefes alacak yer bırakmıyor. Bir an durup karakterlerin iç dünyasına bakmadan, bir sonraki sahnede çözüm karşımıza çıkıveriyor. Bu hızlandırılmış anlatı yapısı, özellikle filmin derinliğini ve karakterlerin psikolojik boyutlarını zayıflatıyor. Kadının bir anda olayları çözüp gitmesi, izleyiciyi gerçek bir yüzleşmeden mahrum bırakıyor. Oyuncular, Hikaye ve Sinematografi: Üçlünün Harmanı Şimdi, filmi neden beğenilmesi gereken yönlerinden ele alalım. Hikaye, atmosferik bir gerilim-polisiye olarak başarılı başlıyor. Karakterler dikkat çekici ve film boyunca merak uyandırmayı başarıyor. Nicolas Cage, filme güçlü bir varlık kazandırıyor ve karakterinin psikolojik derinliğini, sınırlı malzemeye rağmen etkili bir şekilde yansıtıyor. Ancak, hikayenin hızlıca bağlanması ve karakterlerin bu sürece tam anlamıyla dahil edilememesi, tüm bu potansiyelin tam anlamıyla değerlendirilmesine engel oluyor. Gelelim sinematografiye. Mitchell’in film boyunca yarattığı görsel dünya, tek kelimeyle nefes kesici. Her karede derinlik, renkler ve ışık kullanımı olağanüstü. Atmosfer yaratma konusunda yönetmenin ustalığını inkar etmek mümkün değil. Ancak atmosferin bu kadar güçlü olmasına rağmen, hikayenin sığ kalışı bir paradoks yaratıyor. Sinematografi o kadar güçlü ki, hikayeyi taşıması bekleniyor. Fakat maalesef, hikaye bu görsel şölenin altında eziliyor. Felsefi Boyut: Suç, Ahlak ve İnsan Doğası Üzerine Longlegs, yüzeyde bir gerilim hikayesi olarak ilerlese de, altında çok daha derin sorular barındırıyor. Suç ve ceza arasındaki ince çizgide dolaşan karakterler, ahlak ve adalet kavramlarını sorgulamamıza neden oluyor. Ana karakterin içinde bulunduğu ahlaki ikilem, izleyiciyi modern dünyanın adalet anlayışını sorgulamaya itiyor. Günümüzde, yasalarla çizilmiş ahlaki sınırların ötesinde, bireyin kendi vicdanına göre hareket etmesi doğru mu? Karakterin bu sorularla yüzleştiği anlar, filmin felsefi derinliğini ortaya koyuyor. Film, Nietzsche'nin "Tanrı öldü" felsefesini çağrıştırıyor; eğer bir ilahi otorite yoksa, insan adaleti kimin ellerinde? Karakterlerin içinde bulunduğu adalet ve suç döngüsü, bu soruya bir yanıt arıyor gibi. Özellikle, adaletin kişisel bir intikam aracı haline gelmesi, ahlaki ve yasal sınırların silikleştiği bir dünya portresi çiziyor. Ancak Longlegs, bu derinliği tam anlamıyla işleyemiyor ve olayların hızla bağlanması, bu soruların üzerinde derin düşünme fırsatını kaçırmamıza neden oluyor. Kant’ın ahlak felsefesi de film boyunca yankılanıyor: İnsanlar, ahlaki seçimlerini yaparken saf akıl ile mi hareket ediyor, yoksa içsel arzularına mı yenik düşüyor? Ana karakterin içinde bulunduğu içsel mücadele, bu sorular etrafında şekillense de, ne yazık ki hızlı tempolu olay örgüsü, bu felsefi soruların üzerinde durmadan geçiyor. Karakterler Arasındaki Çelişkiler ve Psikolojik Derinlik Ana karakterin içsel çatışmaları, hikayeye güçlü bir giriş sağlıyor. Suç ve ceza kavramları, ahlaki ikilemler ve bireyin toplum içindeki rolü üzerine kurulu bu çatışmalar, karaktere derinlik kazandırıyor. Fakat bu derinlik, olayların hızlı gelişimi nedeniyle tam anlamıyla işlenemiyor. Psikolojik açıdan daha fazla keşfedilmesi gereken karakterler, yüzeysel bir hızla geçiştiriliyor. Özellikle Nicolas Cage’in canlandırdığı karakterin geçmişine dair daha fazla bilgi edinebilsek, suç ve adalet arasındaki dengesini daha iyi anlayabilirdik. Ancak hikaye, bu derin psikolojik çözümlemelere girmeden, olayların hızlı çözümüne odaklanmayı tercih ediyor. Bu da karakterlerin tam olarak gelişmeden, olayların içine sürüklenmesine neden oluyor. Sonuç: Potansiyeli Yakalayamayan Bir Film Sonuç olarak, Longlegs, potansiyeli olan ancak bu potansiyeli tam anlamıyla değerlendiremeyen bir yapım. Hikayenin derinlikli yönleri, karakterlerin psikolojik çelişkileri ve sinematografik başarı, filmi izlenmeye değer kılıyor. Ancak olayların hızlı bir şekilde bağlanması, izleyiciyi tatmin edemeyen bir sona sürüklüyor. Kuzuların Sessizliği gibi polisiye-gerilim şaheserlerinden sonra bu filmi izleyip en iyi polisiye-gerilim olduğunu düşünenlere seslenmek istiyorum: Gerçekten emin misiniz? Çünkü bu film, sinematografisi ve oyuncularıyla öne çıkarken, olay örgüsüyle aynı seviyeye ulaşamıyor.

  • Tangerines /Anlamsız düşmanlıklar

    Tangerines 1992 yılında gerçekleşen Gürcü - Abhazya savaşı devam ederken Estonyalı vatandaşlarının birçoğu ülkelerine geri dönmektedir. Ivo ve Margus tüm bu savaşın içerisinde anavatanlarına dönmeyi reddeden iki Estonyalıdır. Ivo mandalina bahçeleri olan bir marangozdur. Filmin açılış sekansından itibaren seyiriciye rahat ve huzurlu bir atmosfer sunulur. Çeçen askerleri sırtlarındaki silahlarla filme dahil olana dek... Ivo'nun neden ülkeyi terk etmediği çeçen askerleri için merak konusudur. Çeçen askerleri savaşın vazgeçilmez iki sorusunu sorar. Nerelisin, Kimsin? Bu soru belirler kim dost, kim düşman. Oysa varolmadan sorulmaz bu soru, seçim hakkı verilmez insana. Verilen neyse onunla yaşamak zorundayızdır. Gün sonunda insan, seçemediklerinden yargılanır. Sanki bir anadan doğmamış, hiç çocuk olmamış gibi tek kalıba sokarlar. Kim olduğundan ziyade ne olduğun önemlidir. Çeçen Askeri bir soru daha sorar "bu kasalar ne için patlayıcılar için mi?" Beyin öyle bir yapıdırki düşündüğünü görür. Ahmed için etraftaki her şey bir tehdit, her şey savaş için orada varolmaktadır. Oysa varolan tüm kasalar mandalina kasalarıdır. Tüm bu savaşın içinde Ivo'nun tek isteği savaş başlayana kadar mandalinaları ağaçlardan toplayabilmektir. Çok geçmeden Ivo'nun evinde Çeçen ve Gürcüler arasında bir çatışma başlar. Askerler arasından sadece Çeçen askeri Ahmed sağ kaldı sanılırken Gürcü askeri Niko'da yaralı olarak hayatta kalmaktadır. Ivo'nun evi adeta bir revire döner. Artık evde iki düşman benzer hikayalerle başbaşa kalmaktadır. Ahmed'in savaşa katılma sebebi de Niko'nun savaşa katılma sebebi de aynıdır ekomomik nedenler... -Yani oğlunu gürcüler mi öldürdü ? +Evet ama ne fark eder ki ? -Nasıl yani ? oğlunun mezarının yanına bir gürcü gömdün. +Ahmed, fark eder mi ? -... +Cevap ver! -Fark etmez. Film, basmakalıplardan uzak anlatımıyla, geçmişte ve günümüzde yaşanmış savaş hikayelerinin insan nefretinin bir tohumu olduğunu gözler önüne sererken, insanın içindeki nefretten ziyade vicdani duyguların varlığını da bir kez daha ortaya koyuyor. Etnik ve milliyetçi nefretin tüm ülkeyi sardığı bir dönemde, bu film aslında barış ve insanlık üzerine bir mesaj taşıyor... -Toprak için savaşıyorlar +Benim mandalinaların yetiştiği toprak için Yazan: Ceren DERE

  • Deadpool 3 - After Credits Var Mı?

    Deadpool'un yeni filmi izleyicilerle buluştu! Ve şu an bu yazıyı okuyan herkesin aklında tek bir soru var. Hemen cevap veriyorum. Marvel, Deadpool ve Wolverine filmine post credit sahnesi koymadı. Sadece en sonda after-credit sahnesi bulunmakta. Filmi nasıl buldunuz? Film hakkında konuşalım mı? Instagram'da bizi takipte kalın.

  • Triangle of Sadness/Hüzün Üçgeni

    The Square filmine olan, yersiz küskünlüğüm nedeniyle bugüne kadar beklettiğim için beni utanca boğan film. Modern zamanları yaşamaya başladığımızdan beri, bu kadar nüktedan bir modern zaman eleştirisi izlememiştim. Film, Balenciagalı v. H&M'li birey pompalamasıyla başlayıp; ıssız adaya düşsen yanına ne alırdın dünyasının gerçekliğine koyveriyor bizleri. Özetle, Şeytan Marka Giyer'li bir peşrev; yer yer Titanik yer yer Çiçek Abbas'ın sağ sol çatışmalı versiyonuyla gelişme; Lost ve Sineklerin Tanrısı arasında gidip gelen bir kapanış. Üstelik ne badireler, ne kusmuklar, ne gaita şelaleleri, olaylar olaylar... Envai çeşit milletten yakışıklı erkek modeller, komikli bir gey spiker, hepimiz eşitiz sloganları ve hemen akabinde, yine hesap kitlenen adamın isyanı karşısında yine haklı çıkmayı başaran nemrut kadın sahnesini görünce ben de sandım ki aman allahım woke kültürü geliyor olmasın sakın. Yok yok gelmedi. Yeri gelmişken değineyim, e yurt dışında da erkekler habire hesap ödüyormuş işte, hani ecnebi kadınlar hep Alman usulü yapıyorlarmış diye övüp duruyordunuz, noldu? Ruben Östlund, üstelik taa İsveçlerden çekmese hiç bilemeyeceğiz. Taksicinin dediği gibi, mücadele et kaardeşim yoksa kadınının kölesi olursun. Oldu da nitekim, üstelik birden fazla kadının şamar oğlanı oldu dünyanın en yakışıklı çocuğu. Ama hakkını yemeyelim, gerçek bir hayatın içinde, sahte Yaya'nın sahte güzelliğinin triplerini çekmektense; Abigail'in çirkin ama kıymet bilen gerçek yanından etkilenmeye başlamıştı o da. Dünyanın en boş instagrammer kızı dedik. Hepimiz, çevremizde sıkça görüp tiksindiğimiz bu boş teneke tiplemeden nefret ediyoruz; hatta artık o kadar çoklar ki varlıklarını kanıksadık bile diyebiliriz ne yazık ki. Yanlarında da hep böyle bir yakışıklı ama testosteronu düşük zamane erkeği bulunur, hiç sekmez. Üstelik doyumsuz ve belli ki zevksiz kızın gözü de tipsiz ve kıllı adamlarda hâlâ. Günümüzün, kalpler hatta evler yıkan microcheating sorununa böylece değinilmiş diyecektim; ama bu artık düpedüz, ne var bunda herkes yapıyor aldatması. Kusmuk sahnesinin abartılığı beni rahatsız etmedi, daha doğrusu elbette rahatsız etti ancak sinematografik açıdan yerinde ve kara mizahın dibi olarak değerlendirdim. Değinmeden geçemeyeceğim; bir demokrasi sağlama aracı olarak el bombası ticaretinin, buzdolabı aristokratı İngiliz bir çifte layık görülmesine bayıldım, bin maşallah yönetmenin hiciv yeteneğine. Beni asıl üzen, filmin üçüncü kısmı olan, eşek adası bölümü oldu. Üzen de demeyelim de ilk iki bölümün süksesi yanında belki bir miktar klişe mi kaldı acaba diyelim. Yine de yakışır bir kapanış olmakla birlikte, temanın çok fazla işlenmişliğine dayalı bir bıkkınlık hissedilmedi değil. Ama onu da kalp kırıcı eşek sahnesi ile açıkta kalmış gibi görünen finali bağlayarak tam doksandan vurmayı başarmış Östlund. Ne diyelim, on numara beş yıldız, Altın Palmiye'yi fazlasıyla hak ederek göğüslemiş.

  • İstanbul’un Ritmi: Fatih Akın ile Müzikal Bir Yolculuk

    İstanbul'un kültürel mirasına ve müzikal çeşitliliğine derin bir bakış sunan "İstanbul Hatırası: Köprüyü Geçmek" belgeselini, Fatih Akın'ın imzasıyla izleme zamanı geldi. Akın’ın genel sinematografisinde sıkça rastladığımız toplumsal ve kültürel derinlik, bu belgeselde de kendini gösteriyor. Alexander Hacke'nin rehberliğinde, İstanbul’un sokaklarında, stüdyolarında ve sahnelerinde dolaşıp, rock'tan rap'e, geleneksel Türk müziğinden elektronik müziğe kadar geniş bir müzikal yelpazeyi keşfediyoruz. Fatih Akın’ın belgesel sinemasına genel olarak bakıldığında, toplumsal ve kültürel dokuları başarıyla işlemeyi sevdiği görülür. “Duvara Karşı” ve “Soul Kitchen” gibi filmlerinde de bu derinlik ve detaycılık kendini gösterir. Akın, İstanbul'un müzikal dokusunu yansıtırken, şehrin mimari ve tarihi yapısına da saygı gösteriyor. Belgeselde, Galata Kulesi'nden Taksim Meydanı'na, Boğaz’dan Kadıköy sokaklarına kadar birçok ikonik mekânın müziğe kattığı atmosferi hissediyoruz. Filmin genelinden bahsetmek gerekirse, müzik ve görsellik açısından zengin bir deneyim sunuyor. Her sahne, her nota birbirleriyle uyum içinde. Film boyunca İstanbul’un sokaklarını, stüdyolarını ve sahnelerini keşfetmek büyük bir keyifti. Müziğin evrensel dili, izleyicileri İstanbul'un kalbine götürmeyi başarıyor. Filmde yer alan müzisyenler, şehrin çok kültürlü yapısını ve müzikal zenginliğini gözler önüne seriyor. Benim gibi İstanbul’un tarihine ve kültürel yapısına meraklı olanlar için bu belgesel harika bir araştırma fırsatı. İstanbul’un mimari ve kültürel dokusunu keşfetmek isteyenler için mükemmel bir rehber. Müzik yoluyla anlatılan hikâyeler, şehrin tarihini ve kültürel evrimini anlamak için eşsiz bir fırsat sunuyor. Belgeselde, 2000'lerin başındaki İstanbul'un sokak sanatı, gece hayatı ve gündelik yaşamı da gözler önüne seriliyor. Sonuç olarak, “İstanbul Hatırası: Köprüyü Geçmek” sadece bir müzik belgeseli değil, aynı zamanda İstanbul’a yazılmış bir aşk mektubu. Şehre dair derin bir sevgi ve merakla izledim. Film, müzikal çeşitliliği ve kültürel zenginliğiyle tam anlamıyla büyüleyici. Fatih Akın’ın bu eseri, İstanbul'un müziğini ve ruhunu anlamak için harika bir kaynak. Akın'ın belgeseli izlenmeye değer!

  • Saint-Omer: Yorgun anneler ve kızları

    Yazar ve akademisyen Rama, basının da ilgiyle takip ettiği Saint-Omer’de görülecek bir davayı izlemeye gider. 2022 Fransız yapımı, Alice Diop imzalı filmde, 15 aylık bebeğini ölüme terk eden bir göçmen annenin yargılandığı davayı biz de Rama ile birlikte izliyoruz.  Basın bu davaya ilgi gösteriyor, çünkü kendi bebeğini öldüren bir canavar kadının portresini çizeceklerinden eminler; fakat sanık Laurence Coly’nin günler süren savunması bu portreyi çizemiyor. Karşılarında, sorgulama sırasında tüm detayları ortaya çıkarılan olayı inkar etmeyen; ama buna rağmen kendisinin suçlu olmadığını iddia eden bir kadın buluyorlar. “Bebeğimi öldürdüm ama bana bebeğimi öldürten bu düzen asıl sorumludur.” diyor. Filmin gücü, çoğunlukla, mahkeme salonundaki uzun sorgulama ve savunma sahnelerini izlememize rağmen bu düzenin kişisel ve toplumsal ölçeğini çok sakin ve soğukkanlı sunmasından geliyor.  Laurence henüz hiçbir savunma yapmamışken, toplumun ona hangi ön yargılarla baktığını film üç ayrı noktadan işaret ediyor. Önce, Fransızcasının düzgünlüğü ve kendini ifade etme şekli kamuoyunu şaşırtıyor. Sonra, danışman hocasının bir felsefe öğrencisi olarak Laurence’in tezi için Wittgenstein’i seçmesine şaşırdığını öğreniyoruz; Afrikalı bir göçmen olarak bir kalıba oturtuyor öğrencisinin akademik merakını. Son olarak da sorgulama memurunun, Batı kültürlerinde aşina olmadığımız büyü ve nazar gibi inanışlara dair sorularla Laurence’ı yönlendirdiğini, bu davaya biraz da kültürel sos eklemek istediğini anlıyoruz; Avrupalı beyaz bir kadın, bebeğini öldürmedi sonuçta değil mi?  Toplumun ırkı, kültürü ve göçmen kimliği ile ona biçtiği rol buyken, kişisel ölçekte de çok parlak değil Laurence’in hayatı. Babası annesini terk etmiş, anne ve anneannesiyle büyümüş. Mahkemedeki Fransızcası ve iyi hali kamuoyunda övgüyle karşılanınca gururlanan bir annesi var. Öte yandan, okumak için gittiği Fransa’dan bir süreliğine Senegal’e geri döndüğünde kendi ailesi onu değişmekle ve beyazlara benzemekle itham etmiş. 33 yaş büyük partneri tarafından varlığı dahi inkar edilen, hamilelik boyunca yalnız bırakılan ve evde tek başına doğum yapan, hamileliğinde ve doğumdan sonra da evden hiç çıkmayan Laurence ancak bebeğini denizin gelgitine bıraktığında görünür oluyor. Doğumu anlatırken kalp atışları hızlanıyor ve partneri bebeğinin babasını sorguladığında Laurence “o benim bebeğim” diyor.    (Kendi ifadesiyle) “… bebeğini öldürdüğü için sempati beklenemeyecek…” bu kadınla empati kuruyoruz yargıcın soruları derinleştikçe. Rama da 4 aylık hamileyken bu davayı izliyor ve mahkeme Laurence ile annesinin ilişkisini irdeledikçe Rama da kendi annesiyle hesaplaşıyor içinden. Empatinin bir tık ötesine kolayca geçebildiği bir özdeşleşme olarak izliyoruz bunu. Kız evlat-anne ilişkisine dair çok tema var filmde. Bu iki kadın da annelerini çok çalışan, hep yorgun ve mutsuz kadınlar olarak hatırlıyor. İki kadın da annesiyle mesafeli ve bir noktadan sonra anneden kopuşu yaşamışlar ama tamamen de vazgeçememişler. Rama’nın annesine yemeğe gittiğini ama ona hamileliğinden bahsetmediğini izliyoruz, aynı şekilde Laurence’in annesiyle düzenli olarak telefonda konuştuğunu ama doğumunu bile sakladığını öğreniyoruz. Rama annesine benzemekten korkan bir anne adayı ve geçmişe döndüğümüz dört kısa sahneyle onun endişesine hak veriyoruz. Biri sanık sandalyesinde oturan ve okulunu bitirememiş göçmen kadın ile okulunu bitirmiş, akademisyen olmuş ve sanığı izlemeye gelmiş göçmen kadın arasındaki bu örtüşme fazla gelmiyor izlerken, tüm kimliklerin üzerinde kurumsal bir annelik olduğuna ikna oluyoruz tüm salonla birlikte. Böyle evrensel bir konunun da ne kadar az işlendiğine şaşırıyoruz.  Mahkemenin sonunda Laurence’in avukatı tıbbi destek alabilmesi için hapse girmemesini talep ediyor. Avukatın izleyiciye doğru yaptığı konuşmasıyla mahkeme salonundaki tüm kadınlar duygusal bir çözülme yaşarken Rama’nın da hamileliğinin sonlarında annesinin elini tuttuğunu görüyoruz ve anlıyoruz ki Rama için döngü tamamlanıyor.

  • Sarı Çocuk: Amerikan Çizgi Roman Tarihinde Bir Dönüm Noktası

    Yaratılışı ve Yaratıcısı "Sarı Çocuk" (İngilizce: "The Yellow Kid"), Amerikan çizgi roman tarihinin en önemli figürlerinden biridir. Richard Felton Outcault tarafından yaratılan karakter, ilk olarak 1895 yılında New York World gazetesinin bir eki olan "Truth"ta ortaya çıktı. Karakter, daha sonra "Hogan's Alley" adlı çizgi roman serisinde yer aldı ve bu seri sayesinde büyük bir popülarite kazandı. Neden Sarı ? Karakterin Yaratılışı ve Sarı Gecelik Tanıtım ve Farklılık: Richard F. Outcault, Sarı Çocuk'u yaratırken karakterin görünümünü dikkat çekici ve unutulmaz hale getirmek istedi. Sarı renkli büyük gecelik, karakteri diğerlerinden ayıran ve okuyucunun ilgisini çeken bir unsurdu. Teknolojik Yenilikler: 1890'larda, renkli baskı teknolojisi gazetelerde yeni kullanılmaya başlanmıştı. Sarı renk, baskıda kullanılan ilk renklerden biriydi ve bu nedenle karakterin geceliği sarı yapıldı. Bu, karakterin isminin "Sarı Çocuk" olmasının ana sebeplerinden biridir. Gazetecilik ve "Sarı Gazetecilik" Sarı Gazetecilik: Sarı Çocuk'un popülaritesi, "sarı gazetecilik" teriminin ortaya çıkmasına da katkıda bulundu. Sarı gazetecilik, sansasyonel ve abartılı haber yapma anlayışını ifade eder ve dönemin rekabetçi gazetecilik ortamını yansıtır. Sarı Çocuk, bu gazetecilik tarzının sembolü haline geldi. Gazete Rekabeti: Joseph Pulitzer'in New York World gazetesi ve William Randolph Hearst'in New York Journal gazetesi arasındaki rekabet, Sarı Çocuk'un bu gazetelerde farklı versiyonlarla yayınlanmasına neden oldu. Her iki gazete de renkli baskı teknolojisini kullanarak Sarı Çocuk'un popülaritesini artırdı. Gazete Yayınları Sarı Çocuk'un maceraları ilk olarak New York World gazetesinde yayınlanmaya başladı. Bu yayın, Joseph Pulitzer tarafından yönetilen bir gazete idi. Çizgi romanın popülaritesi kısa sürede arttı ve William Randolph Hearst'in sahip olduğu New York Journal gazetesi, Richard Outcault'u ve Sarı Çocuk'u kendi bünyesine kattı. Bu nedenle, Sarı Çocuk bir dönem iki farklı gazetede de yayınlandı, bu da çizgi romanın o dönemdeki etkisini ve önemini gösterir. Kitap Yayınları ve Diğer Medya Sarı Çocuk, kendi çizgi roman kitabına sahip oldu ve bu, karakterin ve hikayelerinin daha geniş bir kitleye ulaşmasını sağladı. Bunun yanı sıra, çeşitli dergilerde ve diğer yayınlarda da Sarı Çocuk'un hikayeleri yer aldı. Ancak, Sarı Çocuk'un kendi başına bağımsız bir çizgi roman serisi olarak devam etmesi, dönemin diğer popüler çizgi roman karakterlerine kıyasla daha sınırlı kaldı. Bugünkü Durumu Sarı Çocuk, günümüzde aktif olarak yayınlanan bir karakter değil. Ancak, çizgi roman tarihindeki önemi ve etkisi nedeniyle çizgi roman tarihçileri ve meraklıları tarafından sıkça anılır ve incelenir. Sarı Çocuk, modern çizgi romanların ve popüler kültürün temellerini atan öncülerden biri olarak kabul edilir. Bugün, Sarı Çocuk'un çizgi roman tarihindeki yeri, medyanın evrimi ve gazetecilikteki rolü üzerine yapılan çalışmalarda önemli bir referans noktasıdır. Kültürel ve Tarihsel Etkisi Sarı Çocuk'un ortaya çıkışı, aynı zamanda "sarı gazetecilik" (yellow journalism) olarak bilinen ve sansasyonel haber anlayışını ifade eden terimin de doğmasına neden oldu. Bu terim, dönemin rekabetçi gazetecilik anlayışını ve sansasyonel haberciliği ifade eder ve Sarı Çocuk'un popülaritesi bu dönemin sembollerinden biri haline geldi. Sonuç olarak, Sarı Çocuk, çizgi roman dünyasında ve Amerikan gazeteciliğinde önemli bir yer tutar. Richard F. Outcault'un bu yaratımı, sadece eğlence amacıyla değil, aynı zamanda sosyal ve kültürel eleştirilerin bir aracı olarak da büyük bir etki yaratmıştır.

BEN İZLEDİM

Ben İzledim; Film, Dizi ve Belgeseller hakkında eleştiri ve tavsiye yazılarının yer aldığı bir medya ve eğlence platformudur.

TAKİPTE KALIN

ÖNCE SİZ OKUYUN

Üye olarak, yeni blog yazılarımızdan ve haberlerden ilk siz haberdar olun!

Abone olduğunuz için teşekkür ederiz!

  • Instagram
  • Facebook
  • Twitter
  • YouTube
  • TikTok

Copyright © 2022 www.benizledim.com

bottom of page