Wes Anderson'ın yazıp yönettiği "The French Dispatch" filmi favorilerim arasına girmiş bir filmdir. Beni çeken özelliği Wes Anderson'ın her zamanki farklı tarzı olmuştur. Wes Anderson'ın tarzından kısaca bahsetmek gerekirse yarattığı filmlerin bir düzene sahip olmasıdır. Çekimleri dümdüzdür, simetri boldur, oyuncuların yönetimi ve düzeni ayrıca kamera hareketlerinin de simetriği her zaman öne çıkıyor. Bunların yanı sıra her zaman rengarenk filmler yapmaktadır.
Fransız Postası filminin konusu, baş yazarı öldükten sonra, son sayısı yayınlanacak olan gazeteye yazılacak hikayelerin arayışıdır. Birçok yazar toplanır ve ellerindeki hikayeleri analtır. Wes Anderson’ın her filminde olduğu gibi bu filmde de hikâye anlatımı görüyoruz. Ama bu sefer üç hikâye.
Fransız Postasındaki üç hikâye şunlar:
Akli dengesi yerinde olmayan bir adamın hapishanedeki sanat öyküsüdür.
1968 Paris olaylarındaki bir gencin öyküsüdür.
Yemeklerle kurtarılan, kaçırılmış polis çocuğunun öyküsüdür.
İlk hikâye modern sanatı anlatan bir yapıda. İntiharın eşiğinde olan alkolik adam, girdiği hücrede tanıştığı kadın gardiyanla olan ilişkisinden sonra sanatçı ruhunu keşfediyor. “Kim bir pis suçluyla birlikte olmak ister ki?” diye sorabiliriz. Bazı kadınlar, suç işlemiş ve hapse girmiş adamları cinsel anlamda çekici bulabiliyor. Gardiyan kadının bu hislerinden dolayı, suçlu Moses Rosenthaler ile çamaşırhanede ilişki yaşıyor. Moses o an kendini keşfediyor. İlişkiden aldığı hazzı resme dökmek istiyor ve resimler yapıyor. Kadının çıplaklığına bakarak, modern sanat yaratıyor. Bu sanatın farkına varan Cadazio ise ondan tablolar isteyerek bir sergi kurmak istiyor. Moses bunu ona veriyor fakat eserlerini birer betona yapıyor. Bu eserler taşınamayacak kadar ağır veya sabit olduğu için hareket ettirilemediğinden ortalık karışıyor. Bu betona yapılan modern sanatın amacı da, Moeses’in güçlü olduğunu bizlere anlatıyor.
1968’de Paris’de geçen bu hikaye devrimci bir genci anlatıyor. Satranç manifestosu mücadeleler görürüz. Erkeklerin kızların okul yurtlarına girebilme isteklerinden doğan bir protestodur bu. Gerçek bir savaşı ve karakterin anlatabileceği bir dilde mücadelesini satrançla izliyoruz. Hikaye, evlerine gelen gazeteci kadın Krementz, lavaboya gittiğinde Zefirelli ile karşılaşmasıyla başlıyor. Banyoda, sohbet ederler. Gazeteci onun aldığı notları okur ve bir amacının olduğunu fark eder. Daha da geliştirilerek kendini daha iyi ifade edebilmesini sağlar.
Zefirelli’nin ilk cinsel ilişkisi de o akşam, yaşlı gazeteci kadınla olur. Kendini keşfettiği bu dönemde Zefirelli, satranç oynayarak zaman geçirir ve politik olaylara girer. Protestoculardan olan Juliette, Zefirelli ile cinsel ilişki yaşar. Bundan önce de kendisinin bakire olduğunu hatırlatır, Zefirelli de kendisinin öyle olduğunu ama gazeteci Kremetz hariç der. Bu da onu ileri taşıyan bir adım olduğunu gösterir. Devrimlerin ardından korsan radyolar ve satışlarla devrim devam eder. Zefirelli’nin manifestolar onu çok kısa sürede ölüme götürür
Üçüncü hikâye benim en sevdiğim. Daha çok biçimsel olarak en sevdiğim diyebilirim. Wes Anderson değişik bir yöntem denedi bu sekansta çünku. Konusu şöyle; Eşcinsel, siyahi ve tipografik hafızaya sahip bir gazetecinin, davet edilip yemeklerini yediği polisin oğlunun kaçırılmasını anlatıyor. Bu hikayede kaçırılan çocuğun kurtarılması için, düşman tarafa zehirli yemek verililyor. Çocukda dahil herkes bu yemekten yiyor. Zehir sadece turplara konuluyor. Çocuk turp sevmediği için yemiyor, yaşıyor. Tesadüf ki, düşman şoför de sevmiyormuş. Çocuğu alıp kaçırıyor. Angoulême sokaklarında kovalamaca izliyoruz.
Bu sahne Fransa'nın Angoulême kentine benzer sokaklarda geçiyor. Bunu birçok kişi izlerken farkına varmayabilir ama Angoulême kenti çizgi romanlarıyla ünlü bir kenttir. Wes Anderson bu yüzden birdenbire iki boyutlu animasyon göstermek istemiş. Yani kafasından uydurmamış.
Bu filmi diğer Anderson filmlerinden ayıran özelliği bence siyah-beyaz ağırlıklı olması. Daha önceden bunu bu kadar uzun gömememiştik. Üstelik 4:3 kadrajla izliyoruz bunları. Bu kadraj olayı benim en sevdiğim biçimsel özelliklerden biriydi. Zaten Wes Anderson’ın renk paletlerini herkes biliyor ve harika olduklarını biliyordur.
Aklıma takılan bir şey var. Fizik! Bu filmler fizik kurallarına uymuyor. Diğer filmlerinde de sürekli görüyoruz. Uçan insanlar, düşen insanlar, insanların uyguladığı kuvvetler… Aşağıdaki sahneye bakın. Bu tekerlekli sandalyedeki Moeses’in bu şekilde uçması mümkün mü sizce? Wes Anderson, sessiz sinema dönemindeki hızlandırma taktiğini çok uyguluyor ve çizgi filmlerin absürtlüğünü de her zaman sunuyor. Bu da farklı bir renk katıyor tabi ki. Bayılıyorum.
Filmle ilgili olumsuz görüşlerim de var. Film çok hızlıydı insanı yormuyor fakat bazen anlamadığım yerler oluyordu. Geri alıp izlediğim sahneler oldu. Devamlılığı korumak ve filmin biçimsel tadını çıkartabilmek için aynı anda dublajlı ve alt yazılı izledim.
Wes Anderson filmleri çok karışık gibi görünebilir, ayrıntıları çoktur evet. Şunu bilin gerçekten basit ve eğlenceli anlatıları olan filmler bence bunlar. Bu filmi bir kere izledim, ikinci ve üçüncüde çok daha iyi anlayacağımı umuyorum. Birden fazla kez izlenebilecek bir sinemadır Wes Anderson sineması.
Kommentarer