"Neden ateş böcekleri bu kadar erken ölmek zorunda?" Spoiler içerir.
Meslektaşı Hayao Miyazaki’nin çalışmaları, Studio Ghibli’nin 1980’lerdeki en popüler varlıkları olmaya devam ederken, izleyiciler üzerinde en büyük etkiyi bırakmış olan belki de Isao Takahata’nın filmleriydi. Yönetmenin o döneme ait en ünlü filmlerinden olan “Ateş Böceklerinin Mezarı” filmi, Akiyuki Nosaka’nın II. Dünya Savaşı sırasında açlıktan ölen kız kardeşinden özür dilemek adına yazdığı, Hotaru no Haka (1967) isimli yarı otobiyografik kısa öyküsünden uyarlanmıştır ve II. Dünya Savaşı sırasında hayatta kalmaya çalışan genç bir çocuk ve kız kardeşinin yaşadığı travmayı ele almaktadır.
Kobe'nin bombalanması, II. Dünya Savaşı'nın son aylarında Japonya'ya yönelik yapılan en yıkıcı saldırılardan biriydi ve Japonya'nın en büyük altıncı şehrinde korkunç hasara yol açarak bir milyondan fazla insanın ölümüne neden oldu. Bu tarihten yola çıkarak Isao Takahata, orijinal tarihte var olan tüm anılara ve karakterlere hayat veren, savaşın diğer tarafını gösteren, derin duygularla dolu “Ateş Böceklerinin Mezarı” filmini yarattı. Bir an önce hayatta kalmayı öğrenmesi gereken iki çocuğun gözünden savaşa bakmak, her türlü senaryoya tanık olmak, farklı insanlarla tanışmak, izleyiciyi kesinlikle başka bir boyuta taşıyor...
1945’te genç bir çocuk olan Seita (Tsutomo Tatsumi), küçük kız kardeşi Setsuko (Ayano Shiraishi) ve ailesiyle birlikte Kobe’de yaşamaktadır. Savaş sırasında müttefikler tarafından düzenlenen bir hava saldırısından sonra, anneleri, vücudunda meydana gelen şiddetli yanma nedeniyle hayatını kaybeder. Deniz subayı olan babaları ise müttefik kuvvetlerle savaşmaktadır. Seita, kardeşi Setsuko’ya, onu savaşın zulmünden ve yaşadığı kederden korumak için annesinin ölümünden bahsetmemeye karar verir. Bu esnada teyzesinin yanına giden iki kardeş, diğer akrabaları gibi hayatta kalmaya çalışmak için elinden gelenin en iyisini yapmakta, kalan az miktarda erzağı toplamakta ve pirinç alabilmek için ellerindeki her şeyi satmaktadırlar.
Ancak zaman geçtikçe teyzeleri, aile içinde şartların zorlaştığını dile getirir ve Seita’yı ulus için görevini yapmamakla suçlar. Bunun üzerine Seita ve Setsuko, teyzelerinin evinden ayrılarak yakınlarda bulunan terk edilmiş bir bomba sığınağına giderler ve burada yaşamaya karar verirler. İlerleyen haftalarda Seita, yeterli yiyecek ve içecek bulamadığı için Setsuko’nun zayıfladığını ve kız kardeşini artık savaşın karanlık yüzünden korumayacağını fark eder.
Kayıp, hüzün, kıtlık, yoksulluk ve umutsuzluğun mükemmel bir şekilde yakalandığı filmde, ana karakterlerin sadece birbirlerine sahip olduklarını öğrendikleri, ağabeyin tüm güç ve cesaretini küçük kız kardeşine verdiği ve tüm bu duyguları aşama aşama iliklerime kadar hissettiğim en etkileyici dört sahne şu şekilde:
-Küçük kız kardeşiyle ilk kez ateş böcekleriyle oynadığı, savaşın onlardan çaldığı masumiyetlerini, gülüşlerini ve komik anlarını bir an için geri kazandıkları sahne,
-Yiyecekleri biterken, Seita’nın küçük kız kardeşine şişedeki son şekeri verdiği sahne,
-Küçük kız kardeşi için tıbbi yardım istediği sahne ve
-Küçük kız kardeşinin öldüğünü fark ettiği sahne...
Ateş Böceklerinin Mezarı, bir savaş hikayesi ile reşit olma dramasını birleştiriyor. Kardeşler arasındaki ilişkide; Setsuko’nun masumiyeti ve yaşama arzusu ile Seita’nın kardeşine bakma ve sadece birkaç gün içerisinde yetişkin olma sorumluluğu arasında keskin bir tezat oluşuyor. Savaşın acımasız gerçekleri Japonya’ya sızdıkça, tüm yetişkinlerde bencillik ve vahşet ortaya çıkarken, çocuksu nitelikler kayboluyor. Bazen Setsuko’nun açlık çığlıkları hava sirenlerine karışıp yankılanırken, Seita ise küçük kız kardeşi için hırsızlık yapmak ve avlanmak zorunda kalıyor. Çelik griler, bulanık kahverengiler ve mürekkep maviler ekrana taşıyor. Neşe yok, umut yok… Seita’nın kız kardeşine sunabileceği tek küçük rahatlama, geceleri çıkan ateş böceklerinin ışıkları oluyor…
Dünyadaki yerlerinden ve geleceğin ne getireceğinden emin olmayan, açlıktan ölmek üzere olan iki kardeşin ekseninde; belki de ekranda “gerçek iki insan” olmadığını unutturacak kadar iyi yapılmış ham ve amansız bir savaş portresi bu film. Diğer savaş filmlerinde olduğu gibi -özellikle Elem Klimov, Come and See (1985) ya da Andrei Tarkovsky, Ivan’s Childhood (1962)- Takahata film boyunca, masumiyetten fedakarlığın gerçek insanlığımızı nasıl kaybettirdiğine odaklanıyor.
Masumiyet kaybının neye yol açtığının yanı sıra, tüm bunların ardından nasıl bir ulus geldiği sorusu da var. Erkek ve kız kardeşin hikayesi her zaman ön planda olsa da Takahata ayrıca yiyecek, içecek, barınak, temiz su ve şefkatin bulunmaz olduğu büyük kıtlık zamanlarından kaynaklanan travmayı da gösteriyor. Bunu, özellikle Seita, Setsuko ve teyzelerinin zamanla değişen ilişkilerinde açıkça görüyoruz.
Temalarının yanı sıra, hikâyeyi oldukça iyi destekleyen animasyon ve karakter tasarımlarıyla da bu film için sanatsal bir başarı diyebiliriz. Özellikle filmin başlarında Kobe’nin bombalanma sahnesi, yıkım ve kaybın miktarını açıkça göstererek devamındaki birçok duygu türü için bir metafor haline geliyor. Ek olarak, besteci Michio Mamiya’nın yakıcı müziği, kayıp ve belirsizlik duygusunu baştan sona hissettirerek zaten can yakıcı olan bu filmin tuzu biberi oluyor.
Müziklere ek olarak, film hakkında okuma yaparken karşıma çıkan ve filmi daha iyi anlamamı sağlayan renk kullanımına da değinmek istiyorum. Filmde kahverengi ve mavi renklerinin doğayı vurgulamasının yanı sıra, kadın ve erkek karakterlerin ayrımında kullanıldığını görüyoruz. Erkekler genelde kahverengi giyinirken; kadın karakterler ise mavi giyiniyor ve bu sayede savaş sahnelerindeki geniş planlarda kadın ve erkek karakterleri ayırt edebiliyoruz. Bu iki rengin yanında pembe ve kırmızının da ağırlıklı kullanıldığını görüyoruz.
Geçmiş güzel günlere dönüldüğünde pembe rengin ağırlıklı olduğunu ve özellikle Setsuko’nun eşyalarının pembe olduğu detayı var. Burada karaktere ait olan çocuksu ve masum iç dünyanın yansıması olarak bu rengin tercih edildiğini düşünüyorum. Yanı sıra sihirli bir dünyanın kapıları aralandığında bütün renklerin yeşil ya da turuncu tonlarına evrildiğini görmek mümkün. Bu durum ise gerçeklikle bu yeni dünyanın ayrımını başarılı bir biçimde yapıyor. Ateş Böceklerinin Mezarı, filmin anlatı yapısında ve hissiyatın izleyiciye sunulmasında renklerin ne denli önem teşkil ettiğini bir kez daha kanıtlıyor.
Ateş Böceklerinin Mezarı filmi benim için savaş hikayesinin yanı sıra, bir reşit olma dramı. Savaşın gerçek etkilerini bi’ nebze olsun hissetmek için, vicdan mastürbasyonu haline gelen gişe filmlerini değil, savaşın gölgesinde kaybedilen masumiyete kazınmış iki kardeşin yaşam mücadelesini anlatan bu filmi izlemenizi tavsiye ederim.
ağlamaktan okuyamadım nerdeyse