Men (Adamlar), Ex Machina ve Annihilation filmlerinden hatırladığımız Alex Garland’ın uzun metrajlı son filmi. İngiliz kırsalında geçen filmde, kocasının sarsıcı intiharıyla baş etmeye çalışan bir kadının hikayesi anlatılıyor. Basit ve tek cümleyle aktarılabilen bir konusu olması sizi şaşırtmasın, izlediğim filmler içerisinde en katmanlılarından biri olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Bir kadının travma sonrası yaşadığı içsel yolculuk olarak özetlenebilecek filmin konusu; gücünü ve vuruculuğunu belki de bu sadelik ve basitlikten alıyor. Zira gerek konu gerek metaforlar çok tanıdık olsa da tanıdık olduğu ölçüde vurucu ve etkileyici.
Metaforlar ve sembolik öğeler filmde o kadar yoğun ki hangi açıdan filme yaklaşacağını şaşırıyor insan. Alex Garland, filmin galasının soru cevap kısmında on yıldan uzun süredir sembollere takıntılı olduğunu ifade etmiş. Hal böyle olunca filmin katman katman hali, belki de sandığımızdan daha derin diye düşündürüyor. Basit konulu, fakat metaforlarla dolu çok katmanlı filmleri seviyorsanız, filmden çıkınca üzerine saatlerce hatta günlerce konuşmak istiyorsanız, bu film tam size göre.
“Eğer beni terk edersen intihar ederim”
Eşi James (Paapa Essiedu)’den ayrılmak isteyen Harper (Jessie Buckley)’ın duyduğu bu sözün çıkmazıyla başlıyor film. Çiftin fiziksel ve psikolojik şiddet içeren kavgaları, ardından gerçekleşen intihar ve Harper’ın kendine gelmek için yola çıktığı seyahat, çok bilindik bir hikâyenin tekrarı havasında.
Harper’ın yaşadığı trajedinin şokunu atlatmak için geldiği kırsalda, kiraladığı evin sahibiyle (Rory Kinnear) yaşadığı ilk diyaloglardan birinin yasak elma esprisi olması da bu bakımdan şaşırtıcı değil. Film boyunca Havva ve Adem'e gönderme yapan elma metaforu sıklıkla kullanılıyor. Dikkat çeken bir diğer metafor da Pagan Mitolojisi'nden hatırlayacağımız Green Man (Yeşil Adam) sembolü.
Yapraklar ve dallar arasından bakan, bedeni olmayan, yalnızca başı görünen bu erkek yüzünün; ağzından, burnundan, kulaklarından dallar çıkıyor. Taştan ya da tahtadan oymalarda, kolonlar ve sütunlarda karşımıza çıkan, katedrallerde ve kilise çatılarında gördüğümüz bu figür, farklı kültürlerde farklı anlamlar taşıyor. Doğa/Bitki Tanrıları ile anılan bu figürün “ölümdeki yaşamı ve yaşamdaki ölümü” simgelediğini söyleyenler de var.
Harper, kırsalda yaptığı yürüyüş sırasında onu takip eden çıplak bir adam olduğunu fark eder. Ürperti, şaşkınlık ve korkuyla kaçmaya çalışır. Green Man’i ilk olarak bu şekilde görürüz; alnında yaprak olan çıplak bir adam. Bu adam, Harper’ı evinde de gözetler. Filmin sonunda çıplak adam tam bir Green Man halini alarak dallarla ve yeşilliklerle kaplı bir yüze sahip olur. Bu arada Green Man figürü kilise sahnesi içerisinde taştan bir oyma olarak da karşımıza çıkar. Doğa, doğum, ölüm gibi anlamları simgeleyen bu sembol, Harper’in ruhsal olarak yaşadığı travmatik yolculuğu da anlatır.
Ölümün içinde yaşam olabilir mi?
Kocasının sarsıcı intiharıyla baş etmeye çalışan Harper, kırsala, tüm olanlardan uzaklaşmak için gider. Onu kiraladığı evin sahibi Geoffrey (Rory Kinnear) karşılar. Geoffrey, evli olup olmadığını soran taşralı erkek bakışıyla karşımızdadır. Kasaba içerisinde karşılaştığı diğer erkekler; çıplak adam onu takip ettiğinde aradığı ve konuya ilgisizce yaklaşan polis; ziyaret ettiği kilisede rahatsız edici bir diyalog yaşadığı, kocasının ölümü konusunda onu suçlayan papaz; kilisede karşılaştığı, uygunsuz bir zamanda ısrarla oyun oynamak isteyen çocuk; bardaki adam; hepsi aynı kişilerdir. Tüm bu karakterler Rory Kinnear tarafından canlandırılır. Bu aynılık, Harper’ın karşılaştığı her adamın, kocasının farklı yönlerinin bir yansıması olduğunu düşündürür. Filmin sonunda birbirini doğuran adamlar sahnesinde son doğan kişi kocası James’tir. Yönetmen bu mesajı açıkça verir; bu travmatik içsel yolculukta Harper için karşılaştığı her erkek James’in bir parçasıdır.
Sembollerle ve metaforlarla dolu bu filmde, görüntü ve müzik o kadar başarılı şekilde bir araya getirilmiş ki Harper'ın doğada yürüyüş yaptığı şiirsel sahnede usul usul anlatının içine çekiliyoruz. Bir tünelin içerisinde sesinin yankısını dinleyen Harper’la beraber biz de artık o tünelin içindeyiz. Bu sahnelerde Harper’la, seyirci olarak bizim aramızdaki çizgi adeta ortadan kalkıyor. Kocasının onu suçlayarak intihar etmesinin yaşadığı iç sıkıntısını, çıkmazı içimizde hissediyoruz. Ve çıplak adamın, tünelin sonunda belirmesiyle her şey bir anda değişiyor ve gerilim öğesi artarak filmin odağına oturuyor.
Tekrar tekrar izlenerek çok daha derin okumalarla yorumlanabilecek bir film ortaya koymuş Alex Garland. Filmin korku türünden çok, gerilim türünde bir yapım olduğunu söylemek mümkün. Sheela na gig sembolüne gönderme içeren erkeklerin birbirini doğurduğu kareler, şüphesiz filmin en sarsıcı sahnesini oluşturuyor. Bu sahnede doğumun dehşeti o kadar sarsıcı verilmiş ki bazı anlarda ekrana bakamadığımı söylemeliyim. Filmin pek çok yerinde Freudyen okumalarla da yorumlanabilecek birçok öğe mevcut.
Farklı dönemlerde farklı anlamlarla kullanılan, uzmanların üzerinde çok da fikir birliğine varamadığı sembolleri, sinemasal anlatı içerisinde böyle sarsıcı bir dille kullanmak son derece rahatsız edici ve etkileyici. Filmden çıktığınızda “Neydi bu şimdi?” diyerek Harper’ı, James’ı, aynı yüze sahip fakat aynı ruhun parçası olan kasabadaki adamları, kadın ve erkek olmayı, doğayı, dünyayı, yaşamı ve ölümü düşünürken buluyorsunuz kendinizi. Böylesi soruları sorduran bir filmin verdiği rahatsızlık, çok makul bir rahatsızlık değil mi?
Comentarios