Arama Sonuçları
Boş arama ile 217 sonuç bulundu
- What If 2. Sezon Neden Türkiye’de Yok? Disney Plus
Marvel’ın en sevilen animasyon serisi geçtiğimiz yıl ilk sezonuyla yayımlanmıştı. 2023 yılı sonunda 2. Sezonu duyurulan What If, tüm hayranlarını sabırsız beklentiye soktu ve sonunda, dünyaya gösterimlerini 21 Aralık’ta yaptı. Fakat Türkiye’deki Marvel hayranları hayal kırıklığı yaşadılar; neredeyse 1 hafta geçti ve dizi ülkemizde yayımlanmadı. Henüz resmi bir açıklama yok, fakat sizlere dizinin ülkemizde yayımlanmamasının sebebiyle ilgili kendi tahminimden bahsetmek istiyorum. İlk olarak bu dizi noel temasına sahip olduğu için ülkemizde RTÜK tarafından engellendiği görüşündeyim. Ya da henüz dublajları tamamlanmamış olduğu için diyebilirim. (Bu biraz imkansız; dublajlar yapılacağı için zaten dizi, erkenden verilirdi stüdyolara)
- The Marvels - Analizi / İncelemesi
Dizilerle beraber yeni karakterlere merhaba dediğimiz bu dönem, Marvel’ın gerileme dönemlerinden biriydi. Bütçelerin yanlış kullanılması, kötü CGI veya saçmalayan senaryolar… Fakat bu filmle Marvel heyecanı yükseltiyor. The Marvels filmi Quantumania ,Thor ve Dr. Strange filmlerinden çok çok daha iyi bir yapım olmuş. İçerik olarak incelediğimde muazzam bir Marvel filmi diyebilirim. Her zamanki gibi eğlendirdi ve evreni daha da genişletti. Tamamen ara doldurmalık filmdi bu. Gerekli bir film mi? Evet gerekli bence. ŞİMDİ SPOILER ZAMANI Filmlerin temaları bazen karanlık bazen de çok renkli (çocukça değil, RENKLİ!!!) olabiliyor Marvel’da. Eternals ve Ms. Marvel’ın karşılaştırılması gibi düşünün. Ama hepsi mükemmel bir uyum içerisinde. The Marvels, bizlere aslında bir aile filmi sunuyor. Olay örgüsü, bir ailenin birliğini anlatırken; büyük, ortanca ve küçük kız kardeş ilişkilerine tanık oluyoruz. Gerçekten bu filmin konusuna girmeyeceğim, çok saçmaydı. Kreeler oraya saldırmışmış, Captain Marvel da el atmışmış… Bana zorlama bir senaryo gibi geldi. Asıl konuşmamız gereken konu, bu filmin, evreni nasıl etkilediğidir. İlk olarak, Valkyrie’nin, Captain Marvel ile kanka (bence sevgililer ;D) olduğunu öğrendik. Carol onu arıyor. Hemen yanına geliyor. Carol’ın kurtardığı birkaç düzine Skrull’u güvenli bir yere götürüyor. Bence, New Asgard’a götürüyor veya yeni bir yere. Bu yeni bir Thor filmine veya Secret Invasion'ın yeni sezonuna hazırlıktır. Skrullarla insanlar fena savaşa girecekler eminim. İkinci olarak, bahsetmek istediğim, Dar-Benn’in ikinci büyülü-cinli bilekliği bulması... O ikinci bileklik de Kamala’nın eline geçti. Artık çok daha güçlü. Ya cinlerle savaşacak ya da Thunderbolts’u mu kuracak demeliyim? Belki de Young Avengers… Filmin kapanışında, Kate Bishop ve Pizza ekrana gelince çok heyecanlandım. Gerçekten yepyeni ekip kuruluyor ve herkes bir araya gelecek. Thunderbolts yapımı da şu an 2024 aralık veya 2025 ilk çeyreğinde çıkacak gibi duruyor. Üçüncü gözlemim ise... Uzayda bir yarık oluşturmak için kree bir kadının (yani Dar-Benn) ortaya çıkması gerekmiyor. Bu filmin asıl amacı… Bakın, büyük ve kalın yazacağım: BU FİLMİN ASIL AMACI, BU PORTALI AÇMAKTI. Portal açılsın ki başka evrene geçelim. Başka evrene geçelim ki X-Men ile karşılaşalım. Yaaaaaaa. İşte burada heyecanlandı her izleyici. X-Men’den Beast bizi karşıladı. Uzaydaki o yarıktan içeri giren Monica orada kaldı. O evrende de bizim Dünyalılar onu buldu. Monica gözünü açtığında ilk annesini görüyoruz. Öldü sandık hepsini ama öyle değil. Sağlık merkezi gibi bir yerde… Dr. Strange filminde gördüğümüz Rambeau’nun bir varyantı ve yanında Beast. Ya şu an bu yazıyı da büyük bir heyecanla yazıyorum. O kadar harika bir Aftercredits ki bu… Film heyecanlı olduğu için 3.5/5 puan verdim. Hikayesi gereksizdi ve sadece X-Men’leri göstermek için yarık açmak için bahaneydi bu senaryo. O kadar saçmaydı ki Koreli abimiz Park Seo-joon’u harcamışlar. Saçma sapan müzik söyleyen insanlarla Indıan-Barbieland gezegeni gördük. O Koreli abimiz burada prens ve Carol ile evliler. Carol burada bu adamla evli, Dünya’da Valkyrie ile sevgili. Neler olmuş biz Carol’u görmeyeli. Nick Fury yine uzay işlerine devam ediyor. Bu kadar :D Biçimsel olarak incelediğimde, dediğim gibi senaryo çok zorlama; resmen bilinç akışı yazıp her şeyi birleştirmişler. Açıkta kalan konular var ve hikaye, olay örgüsü tamamlanmıyor. Hatta en can sıkıcı olay, Monica'nın saçma bir teori uydurup, herkesin ona "aaa olabilir bak, çok zekisin sen" demesiydi. Kamala'nın ninesinin bilekliklerinin sırrı ve nasıl çalıştığı, kuantum cart curt... Nasıl üçünün de birbiriyle yer değiştirdikleri hakkında saçma konuşmalar gördük. Evet, fark ettim de bayağı kötü bir film. Ama Dr. Strange MOM kadar değil. Ben gerçekten sıkıldım Marvel’dan. Konular bitmiyor evet. Güzel de yapıyorlar. Ama yoruldum. Sanırım bir de Loki yazısı yazıp emekli olmayı düşünüyorum. Artık bu fantastik ve kurgu dünyaların, geçici bir zevk verdiğini ve beynimi boşuna yorduğumu fark ettim. GERÇEK savaşların olduğu ve gerçek insanlarla bir arada yaşadığım dünyaya uyum sağlayamadım. Gerçekleri göremiyorum. Bir sinemacıyım. Film izleyemiyorum, hatta işim gereği film çekemiyorum, senaryo yazıp okuyamıyorum artık. Gün sonunda pişmanlıklarımı yenme isteğiyle içimi bu yazıya döktüm. Keşke diyorum bazen... Kaderim böyleymiş.
- Loki 3. Sezon Gelecek Mi? Loki Bitti Mi?
Marvel'ın en başarılı Disney Plus serisi olan Loki 2. sezonun son bölümü 10 Kasım 2023'te yayımlandı. İlk sezona göre izlenme oranları düşse de yine en harika yapımlar arasında yer almayı başardı. Sürekli hayranları tarafından dillerde. İlk sezonda Kang'in (Fatih'in, Geriye Kalanın; birçok ismi var) gerçekten çok güçlü varlık olduğunu ve her şeyi yapabildiğini görmüştük. Ant-Man and The Wasp : Quantumania filminde de Kang'in 616 varyantıyla tanışmıştık. Fakat kendisi sürgündeydi ve çoklu evrenleri yönetebilen 616 evreni kahramanları tarafından kolayca yok edilebilmişti. Loki'nin ikinci sezonunda da Profesör Timely ile tanıştık. Bu sayede Kang'in varyantlarının nereden geldiği, nasıl yetiştiği konusunda da bilgimiz oldu. Kang'in yenilmez olmadığını da öğrendik. Önemli olan sadece zaman... Zamanın nasıl işlediğini anlayınca her şey mümkün hale geliyor. Bu andan itibaren biraz spoilerlı konuşacağım, bilginiz olsun. İlk sezonda Kang'i ve TVA'nın ne olduğunu öğrenmiştik. Çoklu evrenlerin, korkutucu derecede fazla olduğu ve bunların düzeninin çok önemli olduğunu bizlere sunmuşlardı. İkinci sezon, bu düzen bozulduğunda neler olacağını bizlere gösterdi. Aslında tamamen 616 evreninde göreceğimiz Secret Wars'a bir hazırlıktır bu. Evrenlerin birleşmesi ve sonucunda neler olacağı bizlere sunulacak. Loki'nin yaratıcı ekiplerinin yaptığı açıklamaya göre;"1. sezon hikayenin yarısıydı, 2. sezon da diğer yarısı. Bizim için tamamlandı. Sonrası ne olur bilmiyoruz." Hep, Loki'nin 616 evrenine dahil olacağını düşünürken şimdi bu biraz zor gibi görünüyor. Dizinin sonunda, zamanda kayma sorununu çözen Loki, artık uzay ve zamanı bükebildiği için Kang'in tahtına geçti. Tüm zaman çizgilerini kendi eliyle güvende tuttuğu hâle büründü Loki. Artık, evrenlerdeki insanlar ölmüyor ve Kang'in soykırımı sona ermiş durumda. Hatta artık bahsedilen sonsuz Kang varyantları da yetişmiyor. Dediğim gibi artık taht Loki'de. Benim görüşlerime göre Kang Dynasty filminde büyük bir ayaklanma olacak. Quantumania filminde ölen Kang varyantı çok dikkat çekmişti. Çoklu evrenleri yöneten bu evrenden korkmuştu Kangler. Hatta sadece Kangler değil TVA'da da raporlandı bu. Dizinin sonunda Mobius'un hazırladığı rapora göre 616 evreninde bir Kang varyantı olay çıkartmış. Bu, ya AntMan filmine bir göndermeydi ya da Kangler 616 evrenine savaş açmış durumda; Avengers'ın beşinci filmindeki savaş yaşanıyor olabilir. Bunu erkenden gördüler. Çünkü istedikleri evrenin istedikleri zamanına gidebiliyorlar artık. Evrenlerin birleşmesinin korkunç olduğunu söylemiştim, fakat bu olacak biliyorsunuz. Hatta bunun hazırlığını The Marvel filminin sonunda gördük. Aynı, No Way Home filmindeki gibi yırtıklar oluştu ve evrenler arası geçişler başladı. 616'dan başka bir evrene geçen Monica'yı izledik. Orada yaşayan süper kahraman annesi Cap Rabuae ile karşılaştı. Bizleri şaşırtan olay bu değil, yanında bir X-Men olmasıydı. Beast bizlere merhaba dedi. Yeni evrenler yeni kahramanları bir araya getirecek ve harika savaşlar çıkacak. Bozulan evrenleri düzeltmesi için de One Abone All gelip Marvel Evrenini yeni düzenine sokacak. Böylece sıfırlanmış film evreni de elde edeceğiz. Başlıktaki sorunun cevabını vereyim. Loki 3. sezon bence gelmeyecek. Gelmemesi gerekiyor zaten.
- Aquaman 2 Kaç After Credits Sahnesi Var?
5 yılın ardından devam filmini izlediğimiz DC'nin Aquman filminde sadece 1 after credits sahnesi olduğunu söylemek isterim. Yazıyı uzatmaya gerek yok sahne olup olmadığını öğrenip kapayacaksınız zaten sayfayı. Ama gitmeden önce bizleri takip etmeyi unutmayın! Aquman'i analiz ettiğimizde haberdar olun!
- Sorun Yaratan Adam
Türkçesi "Sorun Yaratan Adam"olan bu film, hayatımızı ne kadar yüzeysel şeyler üzerine kurduğumuzu ve kendimizi bu şekilde avutmaya çalıştığımızı gözler önüne sermiş. Film için çağımız toplumunun portresi diyebiliriz. Filmdeki insanlar, pürüzsüz bir hayat yaşamak istiyorlar ve hiçbir şey onları rahatsız etmiyor. Fakat burada insanlar, her türlü duygudan ve tattan yoksunlar. Karakterlerin saçından tutun da giyimlerine, hareketlerine kadar her şey robotik. Yemekler tatsız, insan ilişkileri kopuk ve çıkara dayanıyor. Aşk kavramı yok, çocuk yok; aşk, salt cinselliğe ya da çıkara indirgenmiş. İnsani olan her şeyden yoksun bir dünya tasarlanmıştır. Bu, bilerek ve isteyerek yapılmıştır. Duygu öylesine yok olmuştur ki fıtratından kopamayan Andreas, onu, çalışmadığı için kovan patronunun vedasında bile ona sımsıkı sarılarak tepki verir. O kopamamıştır, onlar gibi olamamıştır. Patronuna içten sarılır; bu, karşısındaki için hiçbir şey ifade etmez; ama o insan kalmıştır ve direnir. Filmde insan fıtratından uzak, kendine ve doğasına yabancılaşmış insanı görüyoruz. Mimik çok azdır, karakterler duyguları alınmışçasına robotlaşmışlardır. Filmi izlerken aklınıza Samsara ve Baraka belgeseli, Truman Show filmi geliyor; ama bu filmin başka bir yerden çıktığını fark ediyorsunuz; bu, farklı bir tat. Sonra, İzlanda yapımı olduğu geliyor aklınıza… Filmin müziği, sahnelere göre öyle iyi ve yerinde ki Andreas’ın sıkışmışlığını bize göstermeye yardımcı olurken, kaçış yolu bulduğunda bir şahlanış, yeniden doğuş gibi duvarlara vurduğu balyozla ritim buluyor. İçindeki heyecanı, umudu müzikle dahi çok iyi yansıtmış yönetmen Jens Lien. Kamera hareketleri ve yavaş sahneler, bu hayatın tüm sıkıcılığını ve yine Andres’in içindeki bitmişliği hissetmemize çok yardımcı oluyor ve kahramanımız, bir kurtuluş yolu bulduğunda kamera hareketleri de buna eşlik edip daha ritmik bir hal alıyor. Hızlı müziğe eşlik eden hızlı kamera hareketleri ve hızlı kurgu ile,"işte şimdi bu sıkıcı hayattan kurtuluyoruz" dedirtiyor. Bize yakın, ama oldukça uzak olan bu dünyada insanın değeri, çalışmasıyla ölçülür. Çalışıyor ve işe yarıyorsa oldukça değerlidir. Fakat bu değer, sevgi ya da insani herhangi bir değer değildir; misal, odasına yeni bir bilgisayar alınır veya sandalyesi değiştirilebilir. Günümüz kapitalist dünyasında olduğu gibi, işleyen çarkın aksamayan bir parçası olmayı kabul etmelidir birey. Sokaklar aslında bize çok yabancı değildir. Doğaya ait ham bir şeyden eser yoktur. Ağaç yoktur, toprak yoktur, kuş sesi yoktur; kısacası, bozulmamış hiçbir şey yoktur. Sokakta, yolları temizleyen aracın sesi oldukça rahatsız edici olmasına rağmen bu ses kimseyi rahatsız etmiyor gibi görünür. Kim nasıl alıştırdı bu insanları, sadece bu kareden bile insanın, doğasına ne denli yabancılaştığını açıkça görebiliyoruz. Yabancılaşmayı yaşamış biri için burası ideal olan yerdir, her şey rayındadır. Zaten kahramanımız dışında herkes, her şeyi doğal karşılar; asıl anlam veremedikleri, Andreas’in tavırlarıdır. O, gayet rayında ve tıkırında olan bu düzenin sorun yaratanıdır. Andreas, etrafındaki işlere, yapılanlara anlam verememektedir; yaptığı işi anlamsız bulur; bütün gün ne yaptığını niçin yaptığını bile bilmez. Dahası, şirketin ne iş yaptığını, niçin koşuşturduğunu bile bilmez. Andreas, bir makinenin bir parçası gibi kendinden habersiz, emeğine yabancılaşmıştır. Öyle ki kağıt kesen makinenin çalışma mantığını anlamaya çalışırken parmağını keser, şaşırır; bu alet sadece kağıdı kesmiyormuş!!! Parmağını kesilmiş, yerde kanlar içinde gören Andreas kanlar şok yaşar, korkar; fakat etrafını saranlar olayı o kadar normal karşılar ki burada anlarız: insanlık yok olmuş, korkmak, endişe duymak, acı, merhamet yok olmuştur. Andreas ‘’üniformalı düzen sağlayıcılarının‘’ aracında, kendine gelirken ona yardım edenlerle sıcak ilişki kurmaya çalışır; yaptığı şeyden dolayı özür diler. Fakat bunlar sağır, dilsiz, sadece işine programlanmış, etten kemikten kişilerdir. Kesilen parmak, olduğu gibi yerine dikilmiştir; yaratıldığı gibi mükemmeldir. Acaba insan Tanrılaştı mı? Öyleyse o artık insan değildir. Tanrı olması mümkün değilse ne oldu? Bana göre, günümüzde de insan Tanrılaşmaya çalışır; ama sadece, insan olmaktan uzaklaşmaktadır. Her şeyi bilmeye, her şeyi görmeye, ölümsüz olmaya çalışan insan, gün gelmiş eski haline savaş açmıştır. Onu eski, geri, kötü, ilkel olarak görmüş ve ondan kopmaya çalışmıştır. Başarmıştır da. Evet, insan ''eski'' halinden kopmuştur. Peki bu bir zafer midir? Bizlere hep şu söylendi: ‘’insanı hayvandan ayıran şey, sahip olduğu aklıdır’'. Kendimizi ilahlaştırıp ve biyolojik olarak çok da farklı olmadığımız hayvanların, kendimiz için var olduğunu düşünerek; çoğu zaman eziyet ederek, kendi çıkarımız için yok ettik, yedik, öldürdük veya yaşam alanı bırakmadık. Diğer canlılara göre aklımızı daha fazla kullanabiliyor olmamız bizi dünyanın tek sahibi yaptı. Zamanla, duygularını yitiren insan körelmeye başlamıştır. Çünkü biliyoruz ki var etmenin, üretmenin temeli hayal etmektir; duyguları harekete geçirebilmektir. Bunu sanat eserlerinde daha çıplak görebiliyoruz; misal, eski şiirlerin, sanat eserlerinin derin anlamlarını, derin duygularını şimdi yapılan hangi sanatta bulabiliriz? Evet, insanlık ilerlemeye çalıştıkça dibe vurmuştur; aklın esiri olup özünü kaybetmiştir. Bu anlamda film, bize bunu sorgulatır. Bir metro istasyonunda, sanki annemizin karnında görmüş gibi o kadar hızla baş etmeyi kim öğretti? Tek bir kılıf olmayı, aynı konuşmayı, yediklerimizin tadını kim öğretti? İnsan, kendine bambaşka bir dünya kurmuştur ve ilerlediğini sanır ama insanlıktan çıkmıştır; o artık başka bir şeydir. Gelgelelim Andreas‘e... Kendine, özüne yabancılaşmış, bu dünyaya ayak uyduramayan, sorun çıkaran adamımız, bunlarla baş edemez; kaçmaya çalışır fakat kaçamaz. Biz nasıl bazen sarsılıp gerçeği gördüğümüzde mecbur olduğumuz o işi bırakamıyor, anlamsız yaşantımızda bize şart koşulmuş meşgalelerden kaçamıyorsak; o da kaçamadı. Onu getiren otobüsün arkasında koşarak ona yetişmeye çalıştı, ama ileride ne öyle bir otobüs ne de bir yol vardı. Andreas için bu anlamsızlıktan kurtulmanın tek yolu ölümdür. Çalışmaya ve geri kalan zamanını anlamız sohbetlere ayırmaya mahkum bırakılmıştır. Çevresinde huzura dair hiçbir şey yoktur. Tıpkı bizler gibi... Düşünün ki kaç kişi sevdiği işi yapıyor ya da yaptığı işi biliyor. İş dışında geri kalan tüm zamanımızı, verilen parayı harcamakla geçiyoruz. O mobilyanın kahve tonlu olması, on santim daha yüksekte, kenarlarının deri olmaması ve eve katacağı hava, duvar renginin bunlara uyumu gerekli mi gerçekten? Yani anlayacağınız, hayatımız tüketmekle geçiyor, ‘’tükenene kadar tüketeceksin‘’ kaçışın yok. ‘’Bak ne güzel işin var, iyi giyimlisin, mutlu olmalısın, düşünme çalış ve tüket…" Andreas, umutsuz hayatında bir ışık görür. Bodrum katından gelen müzik sesidir bu ve peşine düşer. Uyumsuz adamımızın yine bir başkaldırışıdır bu. Duvar deliğinden gelen müziğe yönelir. Bu, onun asıl doğasıdır aslında ve oraya gitmek ister, tüm gücüyle çabalar ama başaramaz. Orası anne rahmidir, gerçek doğasıdır; bozulmamışlığın, asıllığın yeridir. Duvarı kırıp alabildiği bir parça kek, Andreas’in hatırlamasıdır aslında; olması gerekeni, burada fark eder. Fakat oraya tekrar gitmesi de imkansızdır. Çocuk sesleri, kuş cıvıltıları, taptaze sebzelerle bir mutfak, masada sıcacık mis kokan bir kek... Andreas büyülenmiştir, tüm düşünceleri orada şekilleniverir. Kadın yok olmuştur artık, sistem kadını yok etmiştir. Normalde, duygu dolu olması gereken kadın erkekleştirilmiştir. Aşk kavramının bir erkek için bir şey ifade etmemesi normal karşılanır, fakat bir kadının bu duyguya yabancılaşmasını görüyoruz burada. Eğer kadını erkekleştirirseniz onu yok ederseniz. Filmde Andreas’i en çok kadınlar şaşırtır. O, bu duygusuz yaşamdan bir kadına sığınarak kurtulmaya çalışır; fakat karşısına çıkan tüm kadınlar onu anlayamayacak kadar benliğinden, özünden kopmuştur. İzlerken bir şeyler dank eder bu filmde. Gerçek hayatta yok olan kadını, burada çıplak olarak görüyoruz. Tüm bu anlamsızlıklardan kurtulmak çok mu zordur? İyice dibe battık da çıkamaz durumda mıyız? Bu anlamda karamsardır bu film. Nitekim ölmeyi bile beceremez uyumsuz adamımız. Burası onun için bir hapishaneden farksızdır. Burası onun cehennemidir. Bu kurulu düzene ayak uyduramayan uyumsuz adamımız toplumda istenmez artık. Tıpkı panoptikon gibi toplumun dışına itilir. O bir cüzamlı veya bir vebalı gibidir. Öyle geldiği gibi güzellikle, sevecenlikle değildir gitmesi. Eğer böyle olmazsan, ayak uydurmazsan gideceğin yer ya akıl hastanesidir ya da hapishane. Nitekim kahramanımız Andreas de geldiği otobüsün bagajında bizim göremediğimiz bir yere atılır.
- Altın Küre Adayları Açıklandı!
81. Altın Küre adayları açıklandı! Film kategorisinde Barbie, Altın Küre'yi de domine etmiş gözüküyor :) 2. sırada tahmin edeceğimiz gibi Oppenheimer yer alıyor. Dizi kategorisinde ise Succession son sezonuyla 9 adaylık elde etti. The Bear ve Only Murders in the Building de Succession'un arkasından gelen diziler arasında yer aldı. Netflix 28 adaylık elde ederken Warner Bros ise 27 adaylık elde etti. Geçen senelerden değişik olarak bu sene 5 yerine 6 adaylık olacak. 2 yeni kategori de eklendi, 'Televizyon Stand-Up Komedisi En İyi Performans' ve 'Sinema ve Gişe Başarısı'. Ödül töreni 8 Ocak'ta gerçekleşecek. İşte adaylıklar... En İyi Film, Dram “Oppenheimer” “Killers of the Flower Moon” “Maestro” “Past Lives” “The Zone of Interest” “Anatomy of a Fall” En İyi Film, Müzikal veya Komedi “Barbie” “Poor Things” “American Fiction” “The Holdovers” “May December” “Air” En İyi Yönetmen, Sinema Filmi Bradley Cooper — “Maestro” Greta Gerwig — “Barbie” Yorgos Lanthimos — “Poor Things” Christopher Nolan — “Oppenheimer” Martin Scorsese — “Killers of the Flower Moon” Celine Song — “Past Lives” En İyi Senaryo, Sinema Filmi “Barbie” — Greta Gerwig, Noah Baumbach “Poor Things” — Tony McNamara “Oppenheimer” — Christopher Nolan “Killers of the Flower Moon” — Eric Roth, Martin Scorsese “Past Lives” — Celine Song “Anatomy of a Fall” — Justine Triet, Arthur Harari Sinema Filmi En İyi Erkek Oyuncu, Dram Bradley Cooper — “Maestro” Cillian Murphy — “Oppenheimer” Leonardo DiCaprio — “Killers of the Flower Moon” Colman Domingo — “Rustin” Andrew Scott — “All of Us Strangers” Barry Keoghan — “Saltburn” Sinema Filmi En İyi Kadın Oyuncu, Dram Lily Gladstone — “Killers of the Flower Moon” Carey Mulligan — “Maestro” Sandra Hüller — “Anatomy of a Fall” Annette Bening — “Nyad” Greta Lee — “Past Lives” Cailee Spaeny — “Priscilla” Sinema Filmi En İyi Kadın Oyuncu, Müzikal veya Komedi Fantasia Barrino — “The Color Purple” Jennifer Lawrence — “No Hard Feelings” Natalie Portman — “May December” Alma Pöysti — “Fallen Leaves” Margot Robbie — “Barbie” Emma Stone — “Poor Things” Sinema Filmi En İyi Erkek Oyuncu, Müzikal veya Komedi Nicolas Cage — “Dream Scenario” Timothée Chalamet — “Wonka” Matt Damon — “Air” Paul Giamatti — “The Holdovers” Joaquin Phoenix — “Beau Is Afraid” Jeffrey Wright — “American Fiction” En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu, Sinema Filmi Willem Dafoe — “Poor Things” Robert DeNiro — “Killers of the Flower Moon” Robert Downey Jr. — “Oppenheimer” Ryan Gosling — “Barbie” Charles Melton — “May December” Mark Ruffalo — “Poor Things” En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu, Sinema Filmi Emily Blunt — “Oppenheimer” Danielle Brooks — “The Color Purple” Jodie Foster — “Nyad” Julianne Moore — “May December” Rosamund Pike — “Saltburn” Da’Vine Joy Randolph — “The Holdovers” En İyi Televizyon Dizisi, Dram “1923” “The Crown” “The Diplomat” “The Last of Us” “The Morning Show” “Succession” En İyi Televizyon Dizisi, Müzikal veya Komedi “The Bear” “Ted Lasso” “Abbott Elementary” “Jury Duty” “Only Murders in the Building” “Barry” Televizyon Dizisi En İyi Erkek Oyuncu, Dram Pedro Pascal — “The Last of Us” Kieran Culkin — “Succession” Jeremy Strong — “Succession” Brian Cox — “Succession” Gary Oldman — “Slow Horses” Dominic West — “The Crown” Televizyon Dizisi En İyi Kadın Oyuncu, Dram Helen Mirren — “1923” Bella Ramsey — “The Last of Us” Keri Russell — “The Diplomat” Sarah Snook — “Succession” Imelda Staunton — “The Crown” Emma Stone — “The Curse” Televizyon Dizisi En İyi Kadın Oyuncu, Müzikal veya Komedi Ayo Edebiri — “The Bear” Natasha Lyonne — “Poker Face” Quinta Brunson — “Abbott Elementary” Rachel Brosnahan — “The Marvelous Mrs. Maisel” Selena Gomez — “Only Murders in the Building” Elle Fanning – “The Great” Televizyon Dizisi En İyi Erkek Oyuncu, Müzikal veya Komedi Bill Hader — “Barry” Steve Martin — “Only Murders in the Building” Martin Short — “Only Murders in the Building” Jason Segel — “Shrinking” Jason Sudeikis — “Ted Lasso” Jeremy Allen White — “The Bear” Televizyon Dizisi En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Billy Crudup — “The Morning Show” Matthew Macfadyen — “Succession” James Marsden — “Jury Duty” Ebon Moss-Bachrach — “The Bear” Alan Ruck — “Succession” Alexander Skarsgård — “Succession” Televizyon Dizisi En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Elizabeth Debicki — “The Crown” Abby Elliott — “The Bear” Christina Ricci — “Yellowjackets” J. Smith-Cameron — “Succession” Meryl Streep — “Only Murders in the Building” Hannah Waddingham — “Ted Lasso” En İyi Mini Dizi, Antoloji Dizisi veya Televizyon İçin Yapılmış Sinema Filmi “Beef” “Lessons in Chemistry” “Daisy Jones & the Six” “All the Light We Cannot See” “Fellow Travelers” “Fargo” En İyi Erkek Oyuncu - Televizyon İçin Yapılmış Sinema Filmi, Mini Dizi veya Antoloji Dizisi Matt Bomer — “Fellow Travelers” Sam Claflin — “Daisy Jones & the Six” Jon Hamm — “Fargo” Woody Harrelson — “White House Plumbers” David Oyelowo — “Lawmen: Bass Reeves” Steven Yeun — “Beef” En İyi Kadın Oyuncu - Televizyon İçin Yapılmış Sinema Filmi, Mini Dizi veya Antoloji Dizisi Riley Keough — “Daisy Jones & the Six” Brie Larson — “Lessons in Chemistry” Elizabeth Olsen — “Love and Death” Juno Temple — “Fargo” Rachel Weisz — “Dead Ringers” Ali Wong — “Beef” En İyi Orijinal Müzik, Sinema Filmi Ludwig Göransson — “Oppenheimer” Jerskin Fendrix — “Poor Things” Robbie Robertson — “Killers of the Flower Moon” Mica Levi — “The Zone of Interest” Daniel Pemberton — “Spider-Man: Across the Spider-Verse” Joe Hisaishi — “The Boy and the Heron” İngilizce Olmayan En İyi Film “Anatomy of a Fall” (Neon) — Fransa “Fallen Leaves” — Finlandiya “Io Capitano” — İtalya “Past Lives” — ABD “Society of the Snow” — İspanya “The Zone of Interest” — Birleşik Krallık En İyi Orijinal Şarkı, Sinema Filmi “Barbie” — “What Was I Made For?” Billie Eilish ve Finneas “Barbie” — “Dance the Night” Caroline Ailin, Dua Lipa, Mark Ronson ve Andrew Wyatt “She Came to Me” — “Addicted to Romance” Bruce Springsteen ve Patti Scialfa “The Super Mario Bros. Movie” — “Peaches” Jack Black, Aaron Horvath, Michael Jelenic, Eric Osmond, ve John Spiker “Barbie” — “I’m Just Ken” Mark Ronson, Andrew Wyatt “Rustin” — “Road to Freedom”Lenny Kravitz En İyi Film, Animasyon “The Boy and the Heron” “Elemental” “Spider-Man: Across the Spider-Verse” “The Super Mario Bros. Movie” “Suzume” “Wish” Stand-Up Komedi veya Televizyon Dalında En İyi Performans Ricky Gervais — “Ricky Gervais: Armageddon” Trevor Noah — “Trevor Noah: Where Was I” Chris Rock — “Chris Rock: Selective Outrage” Amy Schumer — “Amy Schumer: Emergency Contact” Sarah Silverman — “Sarah Silverman: Someone You Love” Wanda Sykes — “Wanda Sykes: I’m an Entertainer” Sinema ve Gişe Başarısı “Barbie” “Guardians of the Galaxy Vol. 3” “John Wick: Chapter 4” “Mission: Impossible — Dead Reckoning Part One” “Oppenheimer” “Spider-Man: Across the Spider-Verse” “The Super Mario Bros. Movie” “Taylor Swift: The Eras Tour”
- Anatomie D'une Chute/Bir Düşüşün Anatomisi
Justine Triet yönetmenliğinde, 2023 yapımı, Altın Palmiye’yi kapmış bir Fransız filmi. Başrolde, metanetiyle, sakinliğiyle ve zaman zaman soğuk nevaleliğiyle, belki de gerçekten Alman olması nedeniyle rolüne bu kadar güzel bürünen Sandra Hüller’i izliyoruz. O ne filmdi yahu. Yanlış anlaşılmasın, filme kesinlikle ölüp bitmedim; Altın Palmiye’yi hak ettiğini de düşünmüyorum, naçizane. Ama ilişkisel bazda, kadının mı yoksa adamın mı haklı olduğu tartışmasını derinlemesine yaptırıp; sonra, bir çıkar yol bulmamıza da izin vermemesini çok sevdim. Gerçi, gözlemlediğim kadarıyla, kadın izleyiciler kadına, erkek izleyiciler adama hak vermeye; her iki taraf da karşı tarafın asıl manipülatör olduğunu iddia etmeye meyilli. Ama ben bu kadar kolay karar veremeyerek, kadından da adamdan da ayrı ayrı nefret ettim. Adam, çoğu erkek kadar yıpratıcı bir saldırganlığa sahip. Hele bir soluklan, bir sakin ol da ne derdin olduğunu anlayalım be adam neden bağırıp duvarları yumrukluyorsun? Çok mu bunaldın, ev işlerinden gına mı geldi, vakitsizlikten kitabını mı yazamıyorsun? Çocuğa artık biraz da sen bak kadın, benim vakte ihtiyacım var de. Yok, illa bir etrafı kırma dökme. Vay efendim sen zaten şöylesin böylesin, arkadaşlarıma gülümsemezsin, gudubetsin. Ben kendi ülkemde yaşamak istiyorum demişsin, kadın kalkmış gelmiş; çocuğumu kendim evde eğitmek istiyorum demişsin, kadın tamam demiş; Fransa'ya taşındığımız yetmedi, dağın başındaki eve gidelim ben tadilatla kafamı boşaltıp kitabımı yazmak istiyorum demişsin, kadın eksi yirmi dereceye tıkılmış kalmış, hala kadını suçluyorsun. Bu da klasik, karaktersiz insan davranışıdır zaten. Verdiği karardan pişman olunca, kendine toz konduramadığı için ya hemen karşı tarafa yüklenip sindirmeye çalışır ya da ilk fırsatta, gelmeseydin o zaman kardeşim ayağı çeker. Adam katıksız manipülatör. İkisinin de ana dili olmayan İngilizce'de karar kılmışlar; adam diyor ki benim dilimi öğrenmedin, çocuğumla Fransızca konuşmuyorsun. Gerçek bir Ali Kıran Baş Kesen. Gelelim kadına. Kadın da az saman altından su yürüten değil, tam bir Skyler White. Uçan kuşa da yazmazsın be kadın. Kocasının daha yedisi çıkmamış, avukatın ağzının içine düşer, flörtöz flörtöz konuşur, kadeh tokuşturur; eve röportaj yapmaya gelen kadına bile yazılır; zaten adamı da daha önce kadınlarla aldatmış. El insaf, oğlun kör olmuş, kocan ben kör ettim diye vicdan azabından erimiş, depresyondan intihar edecek seviyeye gelmiş bu ne hız, ne bu vicdansızlık? Adamda zaten tutunacak dal kalmamış, sen neden onun fikrini çalıp, en büyük hayali olan kitabı yazıp onunla ünlü oluyorsun? Adama moral olsun diye ortak yazarlı kitap olarak yayımlatmak bu kadar mı zor? Nerede kaldı iyi günde kötü günde, hastalıkta sağlıkta, mutlulukta ve kederde ortaklık? Evdeki garibim sesi soluğu çıkmayan oğlanı da zaten evlilik birliği temelinden sarsılmış bu çift, birbirinin üstüne ata ata sokak ortasında bırakıp kör etmiş; kadın durumu sineye çekmiş adam sindirememiş. Ben, adamı, kadının öldürmüş olabileceğini; ama eş oranda, adamın intihar etmiş de olabileceğini düşündüm. Çünkü kadından soğukkanlı katil imajını aldığım kadar, adamda da intihar edebilecek psikolojik çöküntüyü hissettim. Görme engelli oğlan da sanki son ana kadar bu çelişkiyi yaşadı. En sonunda babasız kalmışken, köpeğini de az kalsın bu uğurda kaybedecekken annesini affetti ve kendisini de inandırdığı bir masal uydurup annesini kurtardı. En son sahnede, annesini bağrına basan sarılmasında bunu görüyoruz; o yaşta çocuk, ağlayarak annesinin göğsüne yatacağına, annesini kendi göğsüne bastırıyor, affettim seni der gibisinden. Gelelim filmdeki hukuki fahiş hatalara. Tabii, filme Türk hukukunu uygulayamayız da Fransız ceza hukuku da bizden temel farklılıklar içermiyor bildiğim kadarıyla. Bu kadar saldırgan bir savcı görülmüş duyulmuş şey değil. İngiltere veya ABD’de geçmiyor bu film, Kıta Avrupası’nda geçiyor; hem Fransa hem Türkiye bu hukuk sistemine tabi. Türk ceza hukukunda savcı, hem aleyhe hem lehe delilleri toplar; soruşturmayı, maddi gerçeği açığa çıkarmak adına yürütür; kafasındaki suç şüphesi yıkıldıysa beraat talep eder ve asla ama asla bilirkişileri, tanıkları ve sanığı yönlendiremez. Bize yansıtılan, ne biçim bir sistemdir ya da bize magazin olsun diye mi öyle yansıtılmıştır ki Johnny Sins kılıklı savcı, duruşmalarda terör estirmiştir? Anneyi hapse attırmaya yemin etmiştir, öyle bir inanmıştır davasına. Adeta çömez avukatlar gibi, kendini davanın tarafı yerine koymuştur. Olacak iş değil. Bir de tabii, kanunsuz delil meselesi var. Adam, haber vermeden karısıyla ev içi konuşmaları, seks muhabbetine varana kadar kaydetmiş; sonra duruşmada, bunları yedi düvel dinliyor. Bizdeki Hortum Süleyman böyle hukuka aykırı delil yaratmadı. Fransa, kişisel verilere, özel hayatın gizliliğine pek değer atfetmiyor sanırım, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi duymasın. Yani demem odur ki, mesleki deformasyon nedeniyle sanırım bazı insanlar bazı filmleri hiç izlememeliler. Onun dışında, izleyende oluşturduğu çelişkililik açısından doyurucu bir film.
- Sherlock Holmes 3 Ne Zaman Çıkacak?
Sherlock Holmes (2009) ve Sherlock Holmes: Gölge Oyunları (2011) filmleri, eleştirmenler ve izleyiciler tarafından genel olarak beğenilmişti. Her iki film de gişede de başarılı olmuştu. İlk film, Arthur Conan Doyle'un klasik hikayelerine modern bir yorum getirmişti. Robert Downey Jr.'ın canlandırdığı Sherlock Holmes, daha genç ve daha hareketli bir karakter olarak sunulmuştu. Jude Law'ın canlandırdığı Dr. Watson ise Holmes'un en yakın arkadaşı ve ortağı olarak filmin önemli bir karakteriydi. İkinci film, ilk filmden daha karanlık ve gizemli bir havaya sahipti. Film, Holmes ve Watson'ın 19. yüzyılın sonlarında Avrupa'da yaşanan bir komployu çözmeye çalışmalarını konu alıyordu. Her iki film de izleyiciler tarafından da beğenilmişti. İzleyiciler, özellikle Robert Downey Jr. ve Jude Law'ın performanslarını övmüşlerdi. Filmlerin aksiyon sahneleri de izleyicilerden tam not almıştı. Sherlock Holmes 3'ün konusu henüz açıklanmadı. Ancak, filmin yapımcısı Lionel Wigram, filmin daha da karanlık ve aksiyon dolu olacağını belirtmişti. Filmin, Holmes ve Watson'ın daha önce karşı karşıya geldikleri bir düşmanla yeniden karşı karşıya gelmelerini konu alabileceği tahmin ediliyor. Filmin 2024 yılının sonbaharında vizyona girmesi bekleniyor.
- John Doe: Vigilante
Tarihsel anlamda ceza hukuku, kurumsallaşma öncesi dönemde, kısas ve kan davasına dayalıydı. Bu, feodalleşmenin hız kazanmasıyla büyük bir şiddet seviyesine ulaştı. Kimin haklı, kimin haksız olduğu belirlenmeksizin, herkesin kendi adaletini uygulamaya çalıştığı bir yapı oluştu. Rus romanlarındaki düelloya davetler abartı veya çarpıtma değil yani, tarihsel gerçeğin ve "hukuksuzluğun" ta kendisi. İlerleyen süreçteki kanunlaştırma çalışmaları ise adaleti sağlamak adına şiddeti, bireylerin elinden alarak, devletin eline verdi. Son tahlilde şiddet azalmadığı gibi, devlet eliyle gerçekleştiği için kurumsallaştı ve gerçek adalet de sağlanamadı. Aydınlanma çağı ve hümanizm düşüncesiyle birlikte suçlar ve cezalar arasında orantılılık bulunması; cezaların, insani olması gerektiği gibi ilkeler kabul edilmeye başlandı. Giderek, sanık hakları önem kazandı. Bedensel cezalar, yerini parasal cezalara ve hapis cezasına bıraktı. Ödettirici ceza adaleti, yerini, önleyici ve ıslah edici ceza adaletine bırakmaya başladı. Tüm bunlar, failin iyileştirilip topluma yeniden kazandırılması üzerine kurulu anlayışlar olduğu için, koşullu salıverme, denetimli serbestlik ve cezaların kısa tutulması gibi sonuçları gerektirdi. Günümüzde varılan nokta, John Doe filminin ana temasında görüleceği üzere, faile ödettirme anlayışından tamamen çıkılmasına yol açtı. Cezaların yetersizliğinden şikayetçi olan halk ve suçun mağduru, ödettirme konusunda hiçbir tatmine uğramadığı için, filmde adeta geçmişteki kısas dönemine geri dönüş yaşandığını görüyoruz. Özellikle konu, cinsel suçlar olunca, toplumun hassasiyeti zirve yaptığı için, verilen kısa süreli cezalar ve yeniden topluma kazandırılması amacıyla adalet sisteminin faile sunduğu şanslar kişilerde haksızlık hissine neden oluyor. Tek bir kişinin harekete geçmesiyle, sessiz çoğunluk, linç kültürüne başlıyor. Muhabir Sam Foley’den görebileceğimiz gibi insanlar, onunla özdeşim kurarak başkaları üzerinden intikam duygularını tatmin etmeyi amaçlıyor. Bütün bir ülke; halkıyla, polisiyle, basınıyla, suç işleyen bir kişiye destek oluyor. Polisin, John Doe’yu yakalamakta gecikmesine, isteksiz olmasına rağmen, John Doe’nun yeni bir suç işlememesi için alınan büyük çapta önlemler görüyoruz. Film boyunca, şehrin her yerinde kameralar ve helikopterler görüyoruz. Bu da aslında, suçluluğu ortadan kaldırmaktan ziyade, kontrol edebilmeyi sağlamaya çalışan bir neoliberal devlet politikası olarak değerlendirilebilir. Filmin devamında, adaletin bu şekilde de sağlanamadığını görüyoruz. Çünkü, “gereken” adaleti sağladıkları iddiasında olanlar, adalet sağlamada kantarın topuzunu kaçırıyorlar ve suçlu olduklarını düşündükleri insanlar yanında, bunları savunan avukatlara da, suçu onlar işlemedikleri halde saldırmaya başlıyorlar. Uygulamaya çalıştıkları kısasın da gerçek bir göze göz, dişe diş olmaktan çıkarak, orantısızlığa ve işkenceye vardığını görüyoruz. Bunun yanında, filmde John Doe’nun ve Ken Rutherford’un diyalogları aracılığıyla adaletin, asla tek bir kişi yönünden değerlendirilemediğini de anlıyoruz. Bir kişinin öldürülmesinde, meşru müdafaa, üçüncü kişi lehine meşru müdafaa veya bunun dışında bir başka hukuka uygunluk sebebi ya da ceza sorumluluğunu azaltan başka bir sebep olabilir. Bu diyaloglar sayesinde, John’u dinlerken John’a; Ken’i dinerken Ken’e hak veriyoruz. Bu da esas itibariyle olayın taraflarının gerçek adaleti sağlama konusunda büyük yanılgılar içine düşebileceğini ve mutlaka bir üçüncü kişinin -bağımsız ve tarafsız hakimin- olaya dahil olması gerektiği sonucuna götürüyor bizleri. Örneğin, Ken ve John’un diyaloglarından birinde John, Ken’e, eğer biri, boğazına bıçak dayasa ve bu olayın 10 saniye öncesinde olayın yaşanacağını bilecek olsa, olay yaşanmadan bu adamı öldürüp öldürmeyeceğini soruyor. Buradan, John Doe’nun, kendisinin bir tür, üçüncü kişi lehine önleyici meşru müdafaa gerçekleştirdiğini düşündüğünü anlıyoruz. Ayrıca suç işlemiş insanların, yeniden suç işleyeceklerine olan inancı da ortaya çıkmakta. Ken ve polis memurunun konuşma sahnelerinden birinde, polis memuru, çocuk istismarcısını öldüren bir kişidense, genç ve masum bir kadını öldüren bir kişiye öncelik verdiğini söylüyor. Görevi, failleri yargılamak olmayan, maddi gerçeğe ulaşmak için delil toplamak olan bir kolluk görevlisinin, önüne gelen olayda kendi değerlerine göre faili yargıladığını, adeta bir engizisyon soruşturmacısı gibi hem soruşturma hem de kendi içinde bir yargılama yaptığını görüyoruz. John Doe’nun etkisiyle ortaya çıkan toplulukların, suçluları hedef almasına rağmen, toplumda suç işlemeyen insanları da korkuttuğunu, sonuçta, adalet sağlama görevini üstlenen bu topluluğun, adalet tanımaz bir küçük yapıya döndüğünü görüyoruz. Benzer şekilde, John Doe’nun suçları işlediği bölgede gece vakti iş yerleri kapatılıyor ve bu bölgenin ekonomisinin bundan fazlasıyla zarar gördüğü belirtiliyor. İş yerlerinin, işlerini kapatmalarını da, toplumun, suça uğramamak için aldıkları önlem olarak değerlendirebiliriz. Çünkü bunu yapmayıp zarar gördüklerinde, neoliberal devlet, işlenen suçları bilmelerine rağmen önlem almadıkları için zararlarını karşılamayacaktır. Filmin bir noktasında muhabir Sam ve Ken arasında geçen bir diyalogda Sam, John Doe’nun fiillerini, devlet tarafından savaşa gönderilen bir askerin fiillerine benzetiyor. Devlet adına benzer fiiller işlendiğinde, masum insanlar ölmüş olsa dahi ahlak çerçevesinde bunların tartışılmadığını; ancak sıradan bir vatandaş, devletin askerinin gerçekleştirdiği fiilleri gerçekleştirdiğinde devletin, bunun hesabını sorduğunu ifade ediyor. Neoliberal devletin, kararları sorgulanamazken, bireyler sorgulanabiliyor. Filmde dikkat çekici bir nokta, John Doe’nun, en başında aslında genel adaleti sağlamak gibi bir amacı olduğu düşünülmesine rağmen, film sonunda aslında kendi kızına işlenen suç sonucu böyle bir adalet yaratma girişiminde bulunduğu anlaşılıyor. Ayrıca, John Doe’nun en büyük destekçilerinden biri olan muhabir Sam’in de annesinin, daha önce bir suç sonucu öldürülmüş olduğunu öğreniyoruz. Bu, bir miktar da olsa, kendine dokunmayan suçlar konusunda bireylerin sessiz kalma taraftarı olduğu şeklinde düşünülebilir.
- Community Filmi Geliyor!
Geniş bir kitlenin severek izlediği Community dizisi, 6 sezonun ardından izleyicilere veda etmişti. Özgün biçimiyle öne çıkan Community, popüler kültür ve özellikle film kültürü konularıyla büyük ilgi toplamayı başarmıştı. Geçtiğimiz günlerde Jeff Vinger karakterini canlandıran oyuncu Joel McHale'in paylaştığı bir tweet gündeme oturdu. Tweet "...AND A MOVIE" sözcükleriyle "Six Seasons and A Movie" cümlesini tamamlıyor. Bu da dizinin devamı olan bir filmin geleceğini bizlere bildirmiş oldu. Tweet'e göre Alison Brie (Annie), Danny Pudi (Abed), Donald Glover (Troy), Gillian Jacobs (Britta), Yvette Nicole Brown (Shirley), Joel McHale (Jeff) ve Ken Jeong (Chang) filmle geri dönüyorlar. Commuity dizisi film popüler kültürü pastişlerden oluşan bir dizidir. Bu durum film ve dizi severlerin çok ilgisini çekiyor. The Godfather, Apocalypse Now, The Walking Dead, Sesame Street ve çok daha fazla içerikten ilham alınarak Dan Harmon tarafından kaleme alınmıştır. Yönetmen koltuğunda çeşitli yönetmenler otururken, dizinin çoğu bölümlerinin yönetimi Russo Brothers tarafından yapıldı. İzlediğim filmleri ve dizileri, önerilerimi kaçırmak istemeyenler buraya tıklayabilir! 🙂
- Bize Çıkan Yollar: DASH & LILY
‘Bize Çıkan Yollar’ 2020 yılında Joe Tracz tarafından yapılan, 1 sezon, 8 bölümden oluşan bir romantik, gençlik dizisi. Dizinin bölümleri 20-30 dakika aralığında. Dizi aslında, David Levithan ve Rachel Cohn’un yazdığı bir kitap serisinden uyarlanıyor. Yani dizinin 2. sezonu olabilecek iken, Netflix’in istememesi üzerinde dizinin yeni sezonu çekilmiyor. Christmas ve romantik içeriğini bir arada görünce muhtemelen aklınıza nefretle başlayan aşk, şımarık zengin şirket çocuğu, sakar güzel kız vs geliyor. Evet Christmas içeriklerinin çoğunun klişe bir hikayesi olduğu konusunda hepimiz hemfikiriz. Bu diziye baktığımızda aslında diğerlerinin aksine, ütopik olmayan bir konuyla masalsı bir aşk hikayesi işleniyor. Gerçek hayatta karşımıza böyle bir şansın çıkacağını düşünmesem de en azından yapılabilecek en gerçekçi şekilde önümüze sunuluyor. Dizi, kitapları ve yazmayı çok seven iki liselinin, kırmızı bir defter sayesinde birbirlerini görmeden tanışmasını anlatıyor. Kitapları çok seven Dash, kitapçıda gezerken raflar arasında kırmızı bir defter bulur ve içerisinde isimsiz bir not görmesinin ardından Lily’nin notuna cevap verir. Lily ve Dash, kırmızı bir defter üzerinden birbirlerini tanımaya çalışırlar ve cesaret oyunları oynarlar. Birbirlerini görmedikleri halde, yavaş yavaş birbirlerine âşık olmaya başlarlar. Annesi ve babası boşanmış olan Dash, annesinin ve babasının Noel’de yurt dışı planları olduğunu öğrenince annesine babasında, babasına da annesinde kalacağını söyleyerek hiç sevmediği Noel’i yalnız geçirmeye karar verir. Lily ise Dash’ın tam tersine, Noel’i ailesiyle geçirmeyi çok seven bir karakter; fakat o da ailesinin şehir dışında olacağını öğrenir, abisi de sevgilisiyle olacağı için Noel’i yalnız geçireceğini düşünür. Diziye dair en güzel detaylardan birisi de uyarlandığı romanın yazarları, kitabı yazdıkları sırada aynı Lily ve Dash gibi sırayla birbirlerine gönderip yazmaya devam etmişler. Birisi Dash tarafından bakarken diğeri de Lily tarafından hikâyeye bakmış. Kitabın, bu kadar güzel bir şekilde diziye uyarlanma sebebi belki de bu yüzdendir. İzlerken seyirciye sıkıcı bir şekilde her şeyi aynı anda veya arka arkaya çekimler ile göstermek yerine yavaş yavaş anlatılması daha yerinde olmuş. Çoğunlukla paralel kurgunun kullanıldığı çekimler yapılmış olsaydı bence dizi bu kadar beğenilmezdi. Dizinin sonlarına doğru partide birbirleriyle karşılaşsalar da ikisinin de deftere yazan kişiler olduklarından haberleri olmuyor. Bilmeden ikisi de birbirinden etkileniyor ve defterde yazıştıkları kişiye karşı kötü hissediyorlar. Artık yavaş yavaş kendileri hakkında ipuçları veriyorlar. Birbirlerini öğrendikleri kısma gelecek olursam, açıkçası dizinin en önemli sahnesi Dash ve Lily’nin, defterde birbirlerine yazdıklarını öğrendikleri sahne olması gerekiyordu; fakat bu sahne bana çok geçiştirilmiş gibi geldi. Daha güzel bir şekilde anlatılabilirdi diye düşünüyorum. Dizi hakkındaki tek olumsuz düşüncem bu sahne; çünkü gerçekten seyircilerin hepsi, birbirlerini öğrenecekleri sahneyi bekliyor ve o yüzden çok güzel bir şekilde işlemişlerdir diye düşünüyordum. Lily ve Dash her şeyi öğrendikten sonra yaşanılan olaylar yüzünden kırgın gibi gözükseler de yılbaşı gecesi Dash, Lily’yi tüm bu olayların başlangıç yeri olan kitapçıda bekliyor ve Lily de onu yalnız bırakmıyor.
- JAULA - 'Kafestekiler'
Reçel, çizgiler, penguen ve biraz kahve. Bunlar bize ne anlatabilir? Netflix'te 'Kafestekiler' ismiyle 2022 yılında yayımlanan, yönetmen koltuğunda Ignacio Tatan'ın olduğu ve senaryosunu Isabel Pena ile Ignacıo Tatan'ın kaleme aldığı gizem dolu filmi inceleyelim. İspanyol yapımı olan Kafestekiler filmi, birçok gizemi ve soru işaretlerini beraberinde getiriyor. Suç, gizem, gerilim ve psikoloji türlerini muntazam şekilde işleyen İspanyol sineması bu sefer de bizleri merakta bırakmayı başarıyor. Film başlarken, jenerikte özgün bir tarzda tebeşir çizimlerine rastlıyoruz. İlk olarak 'jenerik işte' dedirtip ilgimizi çekmese de bu tebeşir detayını şimdiden aklınızda tutun derim. Görünürde bir ön hikayesi bulunmuyor ve anlık olarak kendimizi olayların içinde buluyoruz. Bir çift arabayla seyir halindeyken önlerine gizemli bir kız çocuğu çıkıyor. Bu karşılaşma, film evreninde daha önce denk geldiğimiz 'senaryolar'. Eğer ortada kayıp birisi varsa, klasik olarak terminaller, ormanlar, otobanlar bu tarz konular için biçilmiş kaftan gibi görünüyor. Klasik dediğime bakmayın, bunu iyimser bir görüşle söylüyorum. Bu saydığım seçenekler ne kadar çürümeye yüz tutmuş olsa da korku filmlerindeki asıl kızın her daim beyaz uzun elbise giymesi kadar dehşet verici değil. Kayıp kız, yani Clara, hastanenin ardından Paula ve Simon'un evinde kalmaya başlıyor. Tamamen bir gizemden oluşan Clara'nın derinlerde yaralayıcı şeyler yaşadığı çok belli oluyor. Hal ve hareketlerini çözmeye çalışan çift, Clara'ya çok kuvvetli bir anlayış sergiliyor. Bu noktada film bizlere travma sahibi çocuklara nasıl yaklaşıp, bağ kurmamız gerektiğini de aktarmış. Anne olmak için her gün kasığından kendine iğne yapan Paula'nın, anne olmasa bile, anaçlığı ile hiç tanımadığı Clara'ya büyük bir sabır, empati ve sevgi ile yaklaşması ise gözden kaçmıyor. Clara'yı tanımaya çalışırlarken bizler de bu vesileyle olayları kafamızda oturtmaya çalışıyoruz. Çünkü filmde hiçbir şekilde Clara hakkında flashback sahnelerine tanık olmadık. Flashback kullanmamalarının sebebi, merakı zinde tutmak ve daha sürükleyici bir pozisyona sürüklemek istemeleri olabilir. Fena fikir de sayılmaz. Clara'nın içine kapanıklığı dışında kendisini sınır içinde daha güvende hissettiğini görüyoruz. Hatırlıyor musunuz tebeşir ismini unutmayın demiştim. Clara, tebeşir ile çizilmiş sınırlarda kalabiliyor; buradan da geçmişinde bir itaatkar olabilme durumunun olduğu çıkarımını yapabiliriz. Söz dinlemek ve verilen sınırlara, emirlere itaat etmek... Sonrasında devam eden olayların bize yansıttığı merak, filmin sonuna kadar devamlı bir şekilde taze kalmaya devam ediyor. Paula'nın yaşadığı sıkıntılara rağmen çabaları bir dedektif gözünden daha yararlı görünüyor. Evde gerçekleşen reçelin içinden cam kırıklarının çıkması ve kişilerin bundan zarar görmesi Clara'yı bize masum oluşu kadar tehdit edici de gösteriyor. Ve böylece Simon'un gözünde evden gitmesi gerektiği kanısına varılıyor. Filmin başlangıcında her ne kadar doğaüstü, paranormal tadını alsak da, izledikçe işin daha ciddi ve karmaşık olduğunu anlıyor ve olayı mistik yönlere çekmediği için İspanyollara buradan teşekkür ediyoruz. Kurgu devamlılığı hakkında ufak tefek ve birkaç mantık hatası olsa da film hala kendini izletmeye devam ediyor. Clara'nın çizmiş olduğu resim ilk başta tuhaf gözükse de hikayenin düğümünü çözmek için en büyük kanıtlardan bir tanesi. Filmde en hoş olan kısımlardan biri, anlamsız gözüken şeylerin filmin bir noktasında gizeminin çözülüp anlamını yakalaması. Clara'nın resminden söz etmişken, karaktere can veren Eva Tennear yaşından büyük bir performans ile izleyiciyi kendine hayran bırakıyor. Çünkü böylesine travmatik bir beyni ve ağırlaşmış bir ruhu canlandırmak yetenek ister, bunu da söylemiş olalım. Paula kendisine yanlış gelen ve şüpheli durumları çözmeye başlarken adli tıpta çalışan bir kadınla konuşuyor. Artık çok sık denk geldiğim, tamamen ikna kabiliyeti olarak bu repliği kullanan film ve dizileri görüyoruz. Birini hemen ikna mı etmek istiyorsunuz? Ona hemen sesinizi titreterek şu soruyu sorun: 'senin hiç çocuğun var mı?' veya 'siz anne-baba mısınız?' İşte tam o an karşınızdaki kişi susacak, gözleri dolacak ve anında ikna olacaktır... cidden bunu yapmayın artık, yeterli... Filmin sonlarına doğru yavaş yavaş doğru ya da emin olduğumuz şeylerin boyutunun çok farklı olduğuna tanık oluyoruz, mesela reçel olayı. Gizemin ve Clara'nın geçmişine açıklık getirmek isteyen Paula, en son, soluğu karşı evde yaşayan misafirinde alıyor ve olaylar daha karmaşık bir hale geliyor. Şimdi de açık bir şekilde olması gerekenleri söyleyelim. Filmi bitirmek için bu kadar aceleci davranmaya gerek var mıydı? Çözümleme konusunda eksikleri var. Film bir anda bitiyor ve olaylar hakkında neyin nasıl olduğunun cevabını alamıyoruz. Oyuncuların replikle anlatılmasından değil, göze görülür bir olay bile yok ortada. Birçok soru havada bırakılmış. Clara ve biyolojik annesinin asıl hikayesi neydi? Neden bu hale geldi, seçilmişler miydi? Güzel bir gizemle başlayan ama birkaç mantık hatası barındıran; konuyu ortadan ikiye bölen, olayların aslını, geçmişini anlatma taraftarı olmayan bir film, değişik bir kapanış ile bitiyor. İzlenmeyecek bir film değil; ortamda, bu havada kalmış konuları konuşabileceğiniz bir 'İspanyol yapım' klasiği.