Arama Sonuçları
Boş arama ile 217 sonuç bulundu
- Japon Sinemasında İzlemeniz Gereken 5 Film
Japon sineması her zaman karışık fakat tutkuludur. Ayrıca herkesin gözdesi olmasa da mutlaka izlemesi gereken filmler vardır. Kültleşmiş Japon kültürüne, dokusuna, macerasına ve dramatikliğine hâkim olmanızı sağlayacak filmler. Sizler için Japon sinemasında izlemeniz gereken beş filmi listeledim. Spirited Away (Ruhların Kaçışı) Çok klasik bir eser ile başlamak istiyorum. Spirited Away, Hayao Miyazaki’nin baş yapıtı bir anime filmi. Anne ve babasını, kaybolan ruhlar içerisinde arayıp başının çaresine bakmak zorunda olan Chihiro ve onun duygusal yolculuğu. Ringu (Halka) Korku diyarının derinliklerine götüren, nostalji kokulu korku filmi. Kuyunun dibindeki kayıp kız. Küçüklüğümüzün korku filmi “Halka” aslında orijinalde bir Japon filmidir. Çoğu kez yeniden düzenlenen versiyonu çıkmış olmasına rağmen korku filmleri Japonlardan iyi yapılmaz. Küçükken açıp izlediğim ama korkmadığım bu film, korku tarihine işlemiş bir kayadır. Korku ile ilgileniyorsanız bu filmi izlemenizi tavsiye ediyorum. Love Exposure (Aşka Maruz) Bu film hakkında bahsedilecek çok şey var. Kendisi benim için çok özel bir yere sahiptir. Japon sineması adı altında şunlardan bahsedebilirim; aklınıza ‘Japon sineması’ dendiği zaman gelen her sahne ve konuyu bir araya toplayın ve sonucunu düşünün. Sonucu bu filmdir. Aşkın, tutkunun, dramın ve vahşetin havalarda gezindiği film kusursuz bir yapımdır. Mesela artan psikolojik ve sosyal baskı da hayatlarının akışı ve yönünü etkiler. Her şeyden önce gençlik maceraları, hayalleri ve artan dini baskı, aileler ve bizim üstümüzdeki insan topluluğu, her zaman bir şeyleri yerine getirmemizi beklerler. Sonuç olarak bu macerada Yu, Yoko için bu baskıya karşı çıkmaya çalışır. Sion Sono’nun film zekâsı yine bizi hayran bırakıyor. Love Exposure sizi muhteşem 4 saatlik yolculuğa çıkaracak. Mutlaka izlenmesi ve detaylıca incelenmesi gereken bir eser. Tokyo Story (Tokyo Hikayesi) Tokyo Hikayesi, çocuklarını ziyaret eden yaşlı bir çiftin hikayesini anlatıyor. Japonya’nın taşra kentlerinden birinde yaşayan yaşlı karı-koca, uzun zamandır kendilerinden ayrı yaşayan çocuklarını ziyaret etmek için Tokyo’ya doğru uzun bir yolculuğa çıkarlar. Bu yolculuk onlara büyük şeyler katacaktır. Bir anne ve babanın yolculuğuna şahit oluyoruz. Japon sinemasının damarlarından biri olan bu filmi şiddetle izlemenizi tavsiye ediyorum. A Geisha Japon kültürünün bir parçası olan geyşalara güzel bir biçimde değinen film, Japon kültür ve tarihini anlamak için çok güzel bir fırsat sunuyor. Film, yerleşik bir geyşa olan Miyoharu ile Miyoharu’dan, onu çırak bir geyşa olarak alması için yalvaran genç Eiko arasındaki ilişki üzerinden; savaş sonrası Kyoto, Gion’daki hayata odaklanmıştır. Japon kültürünün damarlarına inmek için çok uygun bir yapım. Japon kültürüne hâkim olmak için güzel bir fırsat. Filmin, kültürü yansıtma becerisi gayet iyi. Bu sebeple Japon kültürüne hakimiyetimiz artıyor. Japon sineması, kendi kültüründen bol içerik barındıran bir sinemadır. Herkese iyi seyirler!
- Ben Az Anlatıyorum, Siz Çok Anlayın: CADILAR ÜÇLEMESİ 15+
Her üç kadından biri 15 yaşından itibaren fiziksel ve/veya cinsel şiddete uğruyor. Ben az anlatıyorum, siz çok anlayın. Asılması gereken kadınlar. Kötü insan deyince aklıma ''O'' geliyor. İkinize de yeterim. Canına tak eden kadınlar ,hapishaneden, sevgilerini ve öfkelerini anlatıyor. Kocalarından şiddet gören kadınların canına tak etmesini, yaralarını, sevgilerini, şifalarını ve hikayelerini anlattıkları deneysel bir belgesel. Şiddetin, zaman ve mekan tanımayan döngüsünde iki kadın suçlu bulunmasını sorguluyor. İki kadının hapishaneden duygularını döktükleri mektupları, anlatılanlara göre görselleştiren muhteşem bir dışavurum görüyoruz. İnsanlar hayallerinin peşinden giderken, özellikle bizim gibi ülkelerde, başkasının lafına göre hareket etme, başkası ne der gibi hareketler fazlaca gözlemlenir. Belki de ileri yerine geriye gitmemizdeki en büyük durumlardan biri de bu. Biz toplu yaşayan bir milletiz. Tekil yaşamak, bireyselleşmek bizde hiçbir zaman var olamayacak kavramlardır. Kan davası, töre, namus, intikam gibi sayısız çağdışı olayların hala yaşandığı ve yaşatıldığı bir ülkede yaşamaya çalışıyoruz. Yaşamaya çalışıyoruz diyorum çünkü herkes bizim kadar şanslı olmuyor. Bu ülkenin her yanı eşit seviyede eğitim görmüyor. Eğitimin yine her şeyden önemli olduğunu buradan da anlıyoruz. Belgeselde de yaşanan tüm olayları, eğitimsiz insanların yaşadığını ve yaşattığını görüyoruz. Sevgiden mahrum kalanların şiddet ile mücadelesi her zaman istediğiniz gibi sonuçlanmıyor. Sevgi sadece birisinden gördüğünüz sıcak davranışlar ya da duyduğunuz güzel sözler değildir. Sevgi en zor zamanınızda bile koşulsuz şekilde yanınızda duranlardır. Bazen hapishanedeki bir abla, bazen sizi o hapishaneden uzak tutmaya çalışan bir avukat bile olabilir bu sevginin kendisi. Açıklaması en zor duygulardan biridir sevgi. Herkes için farklı bir tanımı ve dışavurumu vardır. Sevgi gibi duyguların eğitimi olmaz ama sevgiden mahrum kaldığınız anda yapacaklarınızın hepsi eğitimle eş değerde hareket eder. Hayat o kadar acımasız ki en köşeye sıkıştığında bile sana gülesi yoksa seni "asılması gereken kadınlar" olarak bile lanse edebiliyor.
- Görmeden İzlenen Film | The Guilty
Antoine Fuqua’nın yönettiği The Guilty, özgün biçimiyle öne çıkan bir filmdir. Bu yüzden, en başarılı bulduğum Netflix yapımları arasında yer alıyor. Nic Pizzolatto ‘nun ele aldığı bu senaryo; acil servislerde çalışan Joe’nun, gelen aramada ters giden işlerin olduğunu anlamasıyla, bir cinayetin sırrını, sadece telefon konuşmasında çözmesini anlatıyor. Önemli Not : Yazı spoiler içermektedir. Filmi izlemeden bu analizimi ve yorumlarımı okumamanızı öneriyorum. Gerçekten her insana hitap edecek bir filmdir ve mutlaka izlemenizi öneririm. Filmi izlerken gerçekten bir gizem peşinde olduğunuzu unutmuyor, aklınızı kurcalayan her düşünceyle filme daha da odaklanıyorsunuz. Bildiğiniz gibi filmlerin kopma noktaları olabiliyor. Fakat bu film herhangi bir kopukluk yaşatmıyor. Filmin biçimi, izleyiciyi kendine çekiyor. Cinayet ve gizem temalı bu film, birçok yapımı ve yönetmeni izleyiciye hatırlatıyor. Alfred Hitchcock’un geciktirme yöntemi ve “12 Angry Men” filmindeki tek mekân hikayesi ilk akla gelenlerden. Tek mekânın içerisinde Joe ve çalışma arkadaşlarını görüyoruz. Onun dışında, telefon çağrısındaki kişilerin sadece sesleri duyuluyor. Başrolde Joe olarak Jack Gyllenhaal var. Bu oyuncunun bu role seçilmesi gerçekten harika olmuş. Jack Gyllenhaal, jest ve mimikleriyle filme çok büyük bir katkı sağlamış. Bu katkı çok önemli, çünkü telefonla konuştuğu kişinin durumunu ve duygularını bizlere aktarmak zorunda film. Böylece Joe karakteriyle özdeşleşip, telefonun diğer ucundaki kişinin durumunu daha benzer hayal edebiliyoruz. The Guilty filmi yarım bir filmdir. Diğer yarısını izleyici tamamlamalı. Filmde gördüklerimiz bir yarısı, duyduklarımız da diğer yarısıdır. İzleyici, bilinçsiz şekilde bu filmi tamamlayacaktır. Joe’nun konuştuğu bölümde onu görüp, telefondaki kişileri duyduğunuzda artık sesleri görüyor olacağız. Filmdeki en başarılı bulduğum teknik buydu. Bilincimizin tamamlamasını istiyorlar. Bunun başarılı olmasını tamamen senaryoya borçlu film. Senaryo yazılırken soyut kavramlardan tamamen uzak durulmalıdır ki bu sayede her sözcük akılda canlansın. Herkesin anlayabileceği bir dil de çok önemli. Tabii ki olmazsa olmaz aksiyonlar! Bu aksiyonlar ne kadar ayrıntılı yazılırsa, gerçeklik oluşturma olasılığı o kadar artar. Film çekimlerinde başarılı bir senaryoyu başarılı bir şekilde çekmek çok önemlidir. Her şey sözlerle anlatılmaz, görseller de önemlidir. Filmde dikkat dağıtan dekor kullanılmamış ve dikkati tamamen oyuncuya çekmişler. Karakteri izlediğimiz zaman onunla empati kuruyor, olaya tanıklık ediyoruz. Ses! Ses de çok önemliydi bu filmde. Telefondan gelen sesler sayesinde birçok aksiyonu anladık. Görmeye hiç gerek yokmuş demek. Örnek olarak bir sahneden bahsetmem gerek. Telefon konuşmasından bir kesit şu şekilde: “Bir kadının korku dolu derin nefes alış-verişi, bir arabanın kapısının kapanması, ardından bagaj kapağının kapanması”. Bu birkaç ayrıntıyı okurken hepinizin aklında canlandığını biliyorum. Bu sesler; zorla arabaya bindirilmiş bir kadının ve yanında onu kaçıran birinin, yol kenarında duran arabadan inip bagajdan bir şey almaya gittiğini hayal etmemizi sağlıyor. Filmdeki gizemi koruyan ve ters köşe yaptıran biçimsel unsur, tamamen, duyduklarımızın ve göremediklerimizin uyuşmazlığından kaynaklanıyor. Bilinçaltı bunu çok farklı kodluyor. Filmin amacını, biçimsel yorumumdan sonraya bıraktım bilerek. Filmin anlatmak istediği, karakterin çıkarması gerektiği bir ders bulunmakta. Joe karakterimizin film boyunca panik atak geçirdiğini ve astım ilaçları kullandığını görüyoruz, demek ki bazı sorunları var. Bunları görmemiz, bir olayı görerek anlamamızın çok önemli olduğunu da vurguluyor aynı zamanda. Joe, telefonda kurtarmaya çalıştığı kadının aslında akli dengesi yerinde olmadığını onun kocasıyla ve kızıyla konuştuğu zaman fark ediyor. Görmeden yargıladığı yanındaki kişi onu kaçırmıyor, onu seven kocası onu korumak için hastaneye götürüyordu. Bu bölümde gün yüzüne çıkan olaylar; görmeden, duymadan, olayın aslını bilmeden yargılamamanın farkındalığını da anlatıyor. Joe’nun telefonda konuştuğu hastaneye gitmek istemeyen kadın bir köprüden atlamak istiyor. Kendine ve sevdiklerine zarar vermemesi için onu ikna etmesi lazım, ikna etmek için de onunla empati kurmalı. Ve kuruyor. Joe, polis akademisindeyken bir suçluyu cezalandırmak için vurduğunu ona söylüyor kendi pişmanlığını anlatıyor. Filmdeki asıl suçlunun Joe olduğunu ve yaptıklarıyla kendini cezalandırdığını hepiniz görüyoruz. Bu hatanın yine tekrarlanmaması için büyük çabası da filmin ana konusudur. The Guilty. Suçlu. Çevremizdeki tartışmalarda ve olaylarda bir suç işlemek için, iyi ya da kötü olmak zorunda mıyız? Eylemlerimiz bizi kurtarsa da başkalarını cezalandırabilir mi? İzlediğim filmleri ve dizileri, önerilerimi kaçırmak istemeyenler buraya tıklayabilir! 🙂
- Tek Kişilik Rock Monologu: tick, tick…BOOM
Eğer müzikal tiyatroları ve Broadway müzikallerini ve onları yaratan sanatçıları seviyorsanız bu film onlara bir aşk mektubudur. Türünün son örneği olarak kendini tanıtan bir müzikal tiyatro yazarı Jonathan Larson’un hayatını konu alan tek kişilik rock monologu olan tick,tick…BOOM! Bu film, senarist Steven Levenson tarafından, şaşırtıcı derecede yetenekli yazar Jonathan Larson'ın Rent'ten hemen önce olan otobiyografik parçası tick, tick … BOOM!'dan uyarlandı ve ilk büyük müzikal tiyatro projesinin hikayesini anlattı. Larson (Andrew Garfield) 30 yaşına girmek üzereyken başlıyor film ve sekiz yıldır üzerinde çalıştığı distopik, fütüristik bir bilimkurgu tiyatro müzikalinin hayata geçmesi için hala mücadele ediyor. Larson, yıllardır üzerinde çalıştığı bu fantastik müzikal tiyatroyu oynayamadan hayatını kaybediyor; ancak Brodway müzikalleri arasına efsane olarak ismini, tarihe ve bu efsane filme yazdırmış oluyor. Filmin yönetmeni Lin Manuel Mrianda zaman zaman filmin temposunu kaçırsa da farklı açıları ve müzikal sahnelerdeki kamera hareketleri ile filmi çok iyi dengelemiş gözüküyor. Deniz dalgası gibi bir temposu olan film, izlerken sizi ekrandan koparıyor. Filmin kurgusu değişik bir dışa vurum olmuş. Sahneler arası kopukluklar çok göze batıyor ve izleyici olarak, olayı toparlamak çok zor oluyor; fakat bunu, bir eksi yön olarak saymak filme ve konunun işlenişine hakaret olur. Eğer bayadır üzerinde çalıştığınız ve tamamlayamadığınız bir proje varsa, bu filmi mutlaka izleminizi tavsiye ederim. Film öyle bir motivasyon veriyor ki daha izlerken kendinizi, projenizi yaparken buluyorsunuz. Size üzücü bir haber vermek isterim; bu film, kahramanına mutlu son veren bir film değil. Larson’ın o çok istediği oyun gecesi asla gerçekleşmedi. Sadece, bitmeyen çalışmasının, bir gün bu kadar çabaya değeceğine dair bir inancı vardı.
- Rear Window (Alfred Hitchcock)| Bir Kadın Ne Kadar Güçlüdür?
Rear Window filmi, Alfred Hitchcock’un en önde gelen filmlerinden biridir. 1954 yılında yapılmış, en iyi senaryo ve en iyi kadın oyuncu ödüllerini kazanmıştır. Hepinizin dikkatini buraya çekmek istiyorum. Arka Pencere filminin kazandığı bu ödüller, filmdeki en öne çıkan iki unsur çünkü. Hitchcock Tarzı Film, kaza geçirmiş bir fotoğrafçının, eve mahkum kaldığı günlerde karşı komşusunun cinayet işlediğini görmesini ve bu cinayeti çözmesini anlatıyor. Çok akıcı ve serüven dolu bir senaryoya sahip. Alfred Hitchcock’un çekim tekniklerine bayılan insanların yine hayran kalacağı bir film. Özellikle bahsetmek istediğim konu ise filmin tamamen tek mekânda tek kamerayla çekilmesi. Kameranın özgür olmaması, bacakları kırılmış ana karakterimiz Jefferies ile bir bağ kurmamızı sağlıyor. Çoğu zaman filmi, onun gözünden de görmemiz, o özdeşleşmeyi sağlıyor. Alfred Hitchcock, filmlerine her zaman kendi farkını koyup, izleyiciyi büyülemeyi başarıyor. Gizem dolu bu filmlerde insanların kafalarını karıştırmak gerekir. İzleyen herkesin, sonraki sahneler için merakla ekrana bakmaları hedeflenmelidir. Peki ya Hitchcock bu merak uyandırmayı nasıl başarıyordu? Tabii ki, geciktirme yöntemiyle. Geciktirme yöntemi, izleyiciye gerilimi yaşatıp, aklındaki soruların cevaplarının filmin sonuna saklanmasıdır. Hitchcock’un senaryo ödülü almasını sağlayan şey budur. Her filminde bu unsurları görebilirsiniz. Hitchcock her zaman dekora önem gösteren birisidir. Yapmış olduğu tüm filmlerde, kurduğu setler özenle inşa edilmiştir. Özellikle "Arka Pencere" filminin setine hayran kaldığımı söyleyebilirim. Kadınların Gücü Adına! Arka Pencere filminin senaryosu, bu sefer diğer filmlerden farklı tabii. Genelde filmler erkek egemenliğinde, erkeklere yönelik içeriklere sahipken bu film… sahip değil, demeyeceğim. Bu film de öyle; fakat bu film, bu düşünceyi kırıyor. Karakterimiz Jefferies’in güzel bir sevgilisi var. Kadın onu çok seviyor; fakat karakterimiz bazen onu önemsemiyor, başından savıyordu. Senaryonun bu kısmında kadın karakterinin güçsüz olduğu ve işe yaramayacağı vurgulanıyordu. Fakat bir sevgili karakteri bu filme boşuna eklenmemiş. Kadın karakter, sakat sevgilisinin yapamadığını yaparak cinayetin işlendiği eve gidiyor. Katille yüzleşiyor. Kovalamacalar başlıyor. Bu, kadının korkusuzluğunu ve zorluklar karşısında her zaman güçlü bir şekilde ayakta duracağını vurgulayan bir yapıdır. Film süresince kadın karakterini arka planda tutmaya çalışan Jefferies, o kadının değerini sonradan anlar. Hatta filmin afişinde de bu yapıyı görebilirsiniz. Sevgilisi Lisa, Jefferies’in hemen arkasında duruyor. Fakat kadının görünümünden onun güzel, zengin, güçlü bir insan olduğu anlaşılıyor. Alfred Hitchcock’un, karakter seçimini doğru yapması; bir kadın karakteri bu şekilde başarılı bir şekilde anlatabiliyor. Sadece ana karakterlerimiz değil; diğer karakterler, karşı komşulardan da bahsetmek gerekiyor. Mutsuz bir ev kadınının, mutluluğu arayışını izledik. Kadının psikolojik olarak çöktüğünü, fakat pes etmediğini fark ediyoruz. Bir diğer komşu ise balerin bir kadın. Evine sürekli gelen erkek misafirlerini görüyoruz. Ona bakışları ve davranışları cinselliği çağrıştırabiliyor. Bir kadının, cinsel obje olarak görüldüğü yansıtılmış. Başka bir komşudan bahsedelim; bu da bir kadın. Bu kadın ise intihara meyilli birisi. Çünkü yalnızlık çekiyor. Bunu, tek başına, çift kişilik masada romantik yemek yemesinden görüyoruz. Bu, onun kalbinin daha önceden bir erkek tarafından kırıldığını gösteriyor. İntihara meyilli olma sebebi de budur. Büyük zorluklar yaşatmış olmalılar. İlerleyen dakikalarda da onu bir erkekle görüyoruz. Fakat yine sorun yaşıyor. Erkeklerin amacının farklı olduğu ve kadınlara çoğu zaman üstünmüş gibi davrandıklarını vurguluyor. Filmin gizeminden bahsetmezsek olmaz. Bunu da duyunca diyeceksiniz ki “ee bu film tamamen feminist kurama uygun yapılmış”. Evet. Diyeceksiniz bunu eminim. Katil, bir erkek; kurban ise bir kadın. Bir kadını, katil göstermek istememiş Hitchcock. Bu pek doğal olamaz çünkü. Şimdi bu cümlemi bir feminist duysaydı “sen kadınlar katil olamaz mı diyorsun yani” diye eleştirirdi kesinlikle. Hayır! Ondan değil. Yaratılışımızdan ötürü her şey. Kadınlar daha narin ve cüssesi küçük yaratılmış da ondan. Filmde de bilerek iri bir adam seçilmiş katil olarak. Bir kadının cinayetinin, bir kadın tarafından çözülmesi kadın dayanışmasını gösteren ayrıntı bir çizgidir. En iyi kadın ödülünü almasının sebebi de budur filmin. Grace Kelly, kadınların güçlü olduğunu ve her işin üstesinden gelebileceğini bir kez daha insanlığa hatırlattı. İzlediğim filmleri ve dizileri, önerilerimi kaçırmak istemeyenler buraya tıklayabilir! 🙂
- L'evenement/Kürtaj
Audrey Diwan yönetmenliğinde, adını aldığı malum sahneleri nedeniyle izleyicilerin baygınlık geçirerek sinema salonunu terki diyar eylediği spekülasyonlarıyla gündem olmuş film. Üniversite hocası olmak günümüz şartlarında bile zorken, o dönemde bir kadının böyle bir şans elde etmesi neredeyse imkânsız. Zar zor geçinen bir aileden gelen, ancak çalışkan ve başarılı Anne’in şartlarında ise adeta başına tek bir kereliğine konacak bir talih kuşu. Bu talih kuşunun yoluna taş koyacak olan ise kaderin tatsız cilvesi gereği, masum bir bebek. Tekrar eden duş sahneleri, Anne’in bir nevi kendini arındırma çabasıydı. Eh bir de özensiz çıplaklığa eşlik eden bir miktar kıl, Fransız filmi olmanın şanındandır tabii. Yurt banyolarında kızlar, birlikte ve açık şekilde duş alıyorlar. Yani karşı cinse yasak olan kadın bedeni, söz konusu, diğer kadınlar olduğunda haddinden fazla, hatta kişinin özel olduğunu kabul etmesine müsaade etmeyecek derece açık. Çılgın bakire rolündeki sarışın kızımızın, arkadaşlarına seks hikayesi anlatma ayağına yastıkla halvet olma sahnesi bir miktar saçmaydı. O yaşlardaki genç kızların, fazlaca bu tip şeyler konuştuğu doğru; ama kimse, arkadaşlarının yanında kolay kolay mastürbatif davranışlar sergileyemez. Bu nedenle eğreti bir sahneydi. Bir benzerini Nymphomaniac’ta izlediğimiz şişle kendi kendine kürtaj yapma çabası, ne yazık ki o konumdaki bir kız için asap bozucu olduğu kadar doğal; hatta mecburi bir çaba. Bu nedenle bu sahneye yer verilmese film eksik kalırdı. Fikrimce film, Anne’in ikinci kürtajından sonra fenalaşıp hastaneye kaldırılması ve doktorun, dosyasına düşük yazılacağını söylediğini duyması üzerine geçirdiği fenalığın arasında, derin bir oh çektiği anda bitmişti. Devamında izlediğimiz kısacık sahneyle yönetmen, Anne ile birlikte kanırtıp durduğu izleyiciye kıyamayıp gönlünü almak istemiş olmalı. Çağımızın muasır medeniyetler seviyesinde cenin, kadın vücudunun bir parçası olarak kabul edilir ve kimse, istemediği bir bebeği, içinde büyütmeye zorlanamaz; elbette kabul edilebilir bir vakte kadar. Bunun etik yönünü filmin şu repliğinde duyuyoruz: “Bir gün çocuğum olsun isterim ama hayatım pahasına değil. Ama şimdi olsa onu suçlayabilirim. Hatta onu sevebilir miyim, bilemiyorum.” Bugün Türk hukukunda bekâr kadın kendi başına, evli kadın, kocasının onayıyla on haftaya kadar kürtaj yaptırabilmekte olup; 2020 yılında yapılan çiçeği burnunda bir saha araştırması, Türkiye’de yalnızca on tane devlet hastanesinde bu temel hak ve özgürlüğün kullanılabildiğini göstermektedir. https://gender.khas.edu.tr/tr/yasal-ancak-ulasilabilir-degil-turkiyedeki-kamu-hastanelerinde-kurtaj-hizmetleri Dolayısıyla, benim bedenim benim kararım twitleri atarak oturduğumuz fil dişinden kulelerimizde bazı sahnelerini izlemeye tahammül edemediğimiz bu filmin Türkiye’de hala yaşandığını söylemek malesef zor değil.
- AŞIKLAR BAYRAMI: “Babalar Hep Yarım Kalır.”
Yönetmenliğini Özcan Alper’in üstlendiği, Kemal Varol’un romanından uyarlanan film, 2 Eylül 2022’de Netflix dijital platformda yayına girdi. Başrollerinde Kıvanç Tatlıtuğ ve Settar Tanrıöğen’in yer aldığı filmde, babasını 25 yıldır görmeyen Avukat Yusuf karakterine Kıvanç Tatlıtuğ hayat verirken, babası halk ozanı Heves Ali rolüne ise Settar Tanrıöğen hayat vermektedir. Kemal Varol’un üçleme romanından sadece birini beyaz perdeye aktaran Alper, iki protagonist hakkında birçok soruyu da cevapsız bırakıyor. Yusuf Kırşehir’de rutin hayatını idame ettirirken bir gece ansızın babasının kapısına gelmesiyle hem hayatının hem de hikayenin yönü değişir. Sadece bir gece misafir olacağını, ardından Kars’a ‘Aşıklar Bayramı’na gideceğini söyleyen Heves Ali’nin gerçek derdini öğrenen Yusuf, Kars’a kadar babasına eşlik etmek ister. Asıl hikaye bence her zaman yolculukta rengini belli ediyor, yol boyunca babasına öfkesini kusan ama özlemiylede başa çıkmaya çalışan Yusuf’un çaresizliği, Kıvanç Tatlıtuğ’un başarılı oyunculuğuyla yeterince hissediliyordu. Aslında ölümün kıyısında olduğunun farkında olan Heves Ali, Kars’a kadar hayatta olan ya da olmayan aşıklarıyla vedalaşmak istedi belki de ama hesapta olmayan oğlu Yusuf’un tüm bunlara da tanıklık ediyor olmasıydı. Seyir halindeyken polis çevirmesine denk gelen baba- oğul, polisin isteği üzerine Yusuf’un bagajdaki valizi açmasıyla seyirciyi çarpıcı bir sahneyle karşı karşıya bırakır. Valizin içinde kefeni gören Yusuf ne yazık ki gerçek duygularını kendinden ve polisle arasındaki diyalogu babasından gizleyemez. Her ne kadar babasının durumunun farkında olsa da karşı karşıya kaldığı durum Yusuf’u oldukça incitir. Heves Ali’nin durumu aşıklar bayramı arifesinde kötüleşir ama yine de Yusuf ambulansla babasının son isteğini yerine getirmek için götürür, sedyeyle de olsa Heves Ali yetişir ve helallik alır. Dönüş yolundayken Yusuf’un ellerinden babasının elinin düştüğünü gördüğümüzde tıpkı onun gibi sonunu bilmemize rağmen bu ölüm karşısında tepkisiz kalıyoruz. Yolculuk yaparken duraklarından birinde Heves Ali’nin oğlunu çok küçükken götürdüğü o yerde Yusuf, babasına veda eder. Babasının ansızın gelişinde flashbackle Yusuf ve Heves Ali’yle bir fotoğrafçıda tanışmıştık, final sekansında babasına veda eden aslında 25 yıl sonra ki Yusuf değil, fotoğrafçıda babasına öfkeyle bakan ve sadece tek bir yaz babasıyla dışarıya çıkabilmiş Yusuf'un vedasına şahit olmuşuzdur belki de, kim bilir. “Baba dediğin zaten yarım kalmış bir kelimedir, babalar hep yarım kalır.” Sonbahar, Gelecek Uzun Sürer gibi filmlerle tanıdığımız başarılı yönetmen Özcan Alper’in “Aşıklar Bayramı” filmi tam anlamıyla bir dramla karşı karşıya bırakmasa da bizlere iyi bir hikayenin yanısıra iyi fotoğraflar ve akılda kalıcı karakterler sunuyor. Kitabını okumuş ve daha önce “Babam ve Oğlum” gibi bir film izlemiş olanların –benim gibi, hayal kırıklığına uğrayacağını düşünsem de izlemeye değer bir iş ortaya konulduğunu düşünüyorum.
- Arrival | Neden Buradalar?
Yaşamın başından beri, insanoğlu başta olmak üzere tüm canlıların en yüce ihtiyacı olan iletişim, bir uzaylı ziyaretinde dahi gerekliliğini gösteriyor. İletişim kuramıyorsak eğer “Neden Buradalar?” sorusunun cevabını almak adına gösterdiğimiz tüm çaba anlamsız kalıyor. İletişimi sağlamak adına gösterdiğimiz büyük çabaya rağmen, iletişimi engelleyen durumları görmezden gelmek ise aptallık oluyor. Madem ki en yüce ihtiyacımız iletişim diyoruz; bu ihtiyacı karşılamak adına, karşımızdaki canlıya oldukça titiz ve nazik yaklaşmalıyız. İşte Arrival da hayatımızdaki bu yüce ihtiyacın bulunduğu bir durumu konu edinen, olağanüstü görsellik ve hikâye anlatımına sahip bir sinema sanatı olarak karşımızda. Enemy, Prisoners ve Sicario gibi görece sanatsal filmler ortaya koyan Denis Villeneuve, Arrival’da da bu sanatsal anlatımı korumuş. Önceki filmlerinin de üzerine koyarak çok daha gelişmiş bir sinematografi başarısı sağlayan yönetmen, görüntü ve sesin iş birliği ile etkileyici bir sinema deneyimi yaşatıyor. Olası bir uzaylı ziyaretini konu edinen Arrival’ın başrolünde Nocturnal Animals ve Man of Steel’den tanıdığımız Amy Adams var. Arrival filminin tek büyük sorusu var. “Neden buradalar?” Dünya üzerinde 12 farklı konuma yerleştirilmiş olan uzay gemilerinin bulunma amacı ne ve bu sorunun cevabı nasıl öğrenilecek? Uzaylılar ile iletişim kurmak adına Amerikan bilim insanlarının bir araya geldiği bir üsse, dil bilimi uzmanı olan Dr. Louise de çağrılır. Dr. Louise bir üniversitede akademisyen olmakla beraber yakın zamanda kızını kaybetmiş bir annedir. Üsse katılan bir diğer önemli karakter de fizik profesörü olan Ian Donnelly’dir. Ian, hikaye boyunca Dr. Louise’e yardımcı olacak ana karakterdir. Yol ilerledikçe iki karakter arasında duygusal bir gelişim yaşanır. Bu gelişim, hikayemiz adına oldukça önemli bir konumda; tıpkı Dr. Louise’in kızının vefatı gibi. Çünkü Denis Villeneuve, etkileyiciliği artırmak adına filmin kurgusunu zaman kırılmaları ile hazırlamış. Bu sebeple geçmişin ve geleceğin aynı zaman diliminde gösterildiği bir film izliyoruz. Ve bu durum da filmin hikayesi ile kusursuz bir uyum içerisinde. Dairesel bir çizim diline sahip olan uzaylıları anlamak için gösterilen çaba, filmin anlatım bütünlüğüne oldukça katkı sağlıyor. Uzaylıların, dünyayı ziyaret ettiği bir filmde ana konunun iletişim kurmak etrafında dönmesi, günümüz bilim kurgu filmlerinin yanında oldukça sıra dışı kalsa da etkileyiciliğini artırıyor. Bilim kurguyu temelde sevme sebebimiz olan farklı düşünceler ve olayları aktarabilmesiyken, bunu sağlayan oldukça az örnek var. Arrival bu örneklerden birisi. Öyle ki; oluşturduğu evren içerisinde mantıksal bir bütünlük sağlıyor, detaylarının gerçek hayat ile olan uyumuna dikkat ederek altyapısını oluşturuyor ve bilimin görsel aktarımına büyük bir özen gösteriyor. Vermiş olduğum bu başarı örneklerini sağlayan çok az film var ki Arrival’ın bahsedilmesi gereken başarısını da bu getiriyor: Nadirlik. Her ne kadar sevmiş olsam ve sayfalarca övebilecek olsam da Arrival’da eleştireceğim benim açımdan büyük bir nokta var. Dairesel çizimin zamanın ilerleyişini gösteren sembolik bir anlatım olduğunu öğrendiğimizde, 90 dakikadır takip ettiğimiz filmin taşlarını yerlerine koyabiliyoruz. Merak unsurunu hiç düşürmeden etkileyiciliği daima yüksek tutarak ilerleyen 90 dakikada bize ara sahneler ile gelecekten detaylar veren film, bunların ne zaman yaşandığının bilgisini sonunda veriyor. Bu durum her ne kadar bize son dakika tatmini yaşatıyor olsa da öncesinde görmek isteyeceğimiz birçok detayın kaçtığını düşündürtüyor. Bu düşünce sebebi ile filmin tekrar izlenmesi gerektiğini düşünüyor ve tamamlanmamış hissediyoruz. Elbette sonundaki plot twist diyebileceğim bu durumu anlıyorum ve yönetmenin tercihine de saygı duyuyorum ancak oldum olalı bu twist olayından hazzedemiyorum. Filmleri bir hayatmış gibi benimsiyor ve ona göre izliyorum ancak bu durumu yalnızca ilk seyrimde tam olarak sağlayabiliyorum. Bu öznel durum da ikinci seyirlerimde daima daha eleştirel olmama sebep olurken yaşadığım tatmini de düşürüyor. Dr. Louise, uzaylılar ile iletişim kurmak adına büyük bir adım atarak onlara olan güvenini gösteriyor. Bu güven ardından aralarındaki bir duvar yıkılarak -Dr. Louise’in deyimiyle- tanışmış oluyorlar. Bu duvar, yabancı iki insan arasında sağlıklı iletişim kurulması için kırılan samimiyet duvarı olarak görülebilir. Bu samimiyet oluştuktan sonra iletişim çok daha hızlı ilerleyecektir ki Arrival’da da öyle oluyor. Uzaylılar kendi yazım dilini insanlara aktarıyorlar. Dr. Louise de aynısını yaparak uzaylılara dünya dilini öğretmeye çalışıyor. Dairesel bir çizim diline benzeyen uzaylı dili, yapay zekâ ve bilgisayarlar sayesinde çözülürken; uzaylılar, dünya dilini Dr. Louise aracılığıyla öğreniyor. Bu durum insanlara biyolojik olarak yetersiz olduklarını göstermesinin yanında karşısındaki varlığın ne denli yüce bir konumda olduğunu anlatıyor. Öğrenim süreci ve iletişimin kurulması oldukça yavaş ilerliyor ve bu yavaş süreçte dünyanın farklı devletlerinde uzaylılara cephe alınıyor. Oldukça doğal bir durum olarak gözükse de dünya devletleri kendisine herhangi bir zarar vermemiş olan uzay gemilerine şiddet ile yöneliyor. Bu durum, iletişimini son noktasına kadar ilerletmiş olan Dr. Louise için oldukça zarar verici olacak ki Louise iletişimi tamamlamak adına elinden gelen her şeyi yapıyor. Varsayalım ki günümüzde dünyaya bir uzaylı ziyareti oldu. Aynı filmimizdeki gibi 12 farklı konuma yapılmış olan ziyarette insanlara yapılacak bir teklif var. Bir hediye de denebilir. Ancak karşılığının bir gün alınacağı bir hediye. Uzun uğraşlar sonucu, yapılacak teklifi öğreniyorsunuz. Bu bir silah teklifi. Hatta alt metni oldukça yüksek olacak şöyle bir cümle de kuralım: “Dil en güçlü silahtır.” Sunulan silah, uzaylıların sahip olduğu dilden başka bir şey değil. Gelişmiş bir canlı türü olan uzaylılar, gelecekteki çıkarlarını düşünüyor ve zamanın anlaşılmasını sağlayan dil gücünü paylaşıyorlar. Metnimizin başından beri değinmiş olduğumuz iletişimin gücü, yaratmış olduğumuz diller aracılığıyla sağlanıyor. Uzaylı canlıların oluşturmuş olduğu dairesel dil yapısı ise yalnızca kişiler arası iletişimi sağlamanın değil, zaman ile iletişim sağlamanın aracı.
- Birdman or (The Unexpected Virtue of Ignorance)
Birdman veya (Cahilliğin Umulmayan Erdemi), her şeyden önce bir isyandır. Yavaş yavaş sinema sektörünün iki devi olan Disney(20th Century FOX) ve Warner Bros. gibi büyük firmaların finanse ettiği çok büyük bütçelerle yapılıp çeşitlilikten yoksun, gerçekçilikten uzak içerikleri ile sinema sektörüne zarar verdiği inanılan süper kahraman çizgi roman uyarlamalarının film endüstrisine verdiği zarara karşı edilen bir isyan. ''Süper kahraman filmleri bir çeşit kültür soykırımıdır.'' Alejandro González Iñárritu Ama bir isyan ancak bu kadar stilistik olabilirdi. Oyuncu seçimlerinden diyalog yazımına, diyalog yazımından filmin imzası olan tek çekim tekniğine kadar filmin yazarı ve yönetmeni Alejandro González Iñárritu tam bir sanatçı kafasıyla, ince eleyip sık dokumuş ve bizlere de bu 2 saatlik şaheseri sunmuş. Sunmaktan konu açılmışken yönetici ekip kamera karşısında olanlara gösterdiği özeni kamera arkası alanlarda da göstermişler, özellikle de filmin pazarlanma şekline. Birdman, pazarlanış şekli itibariyle bir süper kahraman filmi. Yönetmen süper kahraman filmlerinin beyaz perdede yarattığı etkinin farkında olarak filmin iki konu başlığı olan ''Birdman''i diğer konu başlığı olan ''(Cahilliğin Umulmayan Erdemi)''nden daha büyük ve daha göze çarpar şekilde filmin tüm resmi posterlerine basmış. Elbette de kırmızı fon önünde siyah kuş kostümü giymiş Michael Keaton silüetini eklemiş ki film dışarıdan bakacak birisinin gözüne bir süper kahraman filmi olarak hitap etsin diye. Ancak Alejandro hocam filmin ana fikir başlığı olan ''(Cahilliğin Umulmayan Erdemi)''ni insanların akıllarında bir yer edecek şekilde parantez içine alarak para kapısı olan Birdman yazısının altına ''veya'' bağlacı ile ekleyivermiş. Filmin iki kapağında da filmin drama yönünden ziyade süper kahraman yönlerinin daha vurgulu yapıldığı açık bir şekilde görülebiliyor. Ayrıca filmin başrolünün ve iki önemli yardımcı rolün geçmişte süper kahraman filmlerinde rol almış olmaları da ironik. Ama belki Michael Keaton'un bu filmde başrol oynaması geçmişteki süper kahraman rolü göz önünde bulundurularak yapılmış kasıtlı bir seçim olabilir. Ayrıca filmin, alıştığımız süper kahraman filmlerindeki gibi CGI bir sahneyle açılması da bu illüzyona bir örnektir. Tabi Alejandro hocam filme süper kahraman görmeye gelenleri de boşa gelmiş çıkarmamak için Riggan'ın duygusal olarak yoğun sahnelerindeki duygu patlamalarına metafor olarak çeşitli süper güçler eklemiş. (Bir objeyi elleriyle tutup fırlatmak yerine zihin güçleriyle fırlatıyor vs.) Filmin içeriğine geçecek olursak bunun bir olay hikayesi değil bir karakter hikayesi olduğunu görüyoruz (Süper kahraman filmlerinin aksine). Ana karakterimiz Riggan Thomson 90'lı yıllarda yaptığı popüler süper kahraman Birdman'in sinema uyarlama serisi ile bir zamanların parlak oyuncusudur. Ancak sinema dünyası tarafından en büyük başarısı olarak gösterilen bu film serisi aynı zamanda kendisinin en büyük pişmanlığıdır. Çünkü süper kahraman filmlerinin gerçekçilikten uzak, çeşitlilikten yoksun, düşüncelerin aksine eylemlerin önemli olduğu ve en önemli eylemin kötü adamı yenmek olduğu; en kısasının iki saat olduğu, yeşil perde önünde çekilmiş tonla göz yoran görsel efektlerle yapılmış, vasat hikayelere sahip olan yapımlar oluşu ile Birdman'in yuvarlana yuvarlana bu devasa kar kütlesini oluşturan küçük kartopu olması ana karakterinin pişmanlığının altında bulunan sebeptir. Riggan ayrıca tutkusu olan sinemanın tüm bilinen büyük aktörlerin paranın tatlı varlığına dayanamayıp yavaştan bu janra dahil olmasından da kendisini sorumlu bilir. Hollywood'da yıldızının sönmesi ile New York'ta ünlü Broadway yolunda tiyatro oyunları yazıp yönetmeye başlayan ana karakterimizin süper kahramanlık yılları geride kalsa da tiyatro sektöründe de sinemaya yaptıklarının yansımaları ile karşılaşacak olması kendine bir kefaret yolu olarak biçtiği tiyatroculuk kariyerinin de sona gelme tehlikesi ile karşı karşıya olması demektir. Üstüne üstlük profesyonel meseleler yanında takıntılarının ailesiyle kendini uzaklaştırmasıyla birlikte tüm bu olumsuzluklar ana karakterimizin bunalımına ve kişiliğinin ikiye bölünmesine sebep olacaktır. Ana karakterimiz icra ettiği sanat dalında isminin değerli olduğu ve geliri yüksek olan süper kahraman filmlerine geri dönmek veya ideallerini terk etmeyip kefaret yolunda büyük risk alıp tiyatroda başarılı olmayı denemelidir. Film boyunca çok kez sabrı sınanan Riggan bazen önündeki çözüm yollarını süper kahraman takıntısı yüzünden tercih etmemeyi bile seçer bazen de seçmemeye zorlanır. Ana karakterimiz tiyatroda başarılı olmak için sinemada süper kahramanlar tarafından örülmüş bazı duvarları sahnede yıkması gerektiğini anca o duvarlar aşıldığı zaman geçmişinden koptuğunu kanıtlayabileceğini anlar. SPOILER Ana karakter tüm şartlara rağmen tiyatro gösterisinde sahneye çıktığında oyun içinde gerçeklik namına devrim yaratacak bir hareket yaparak kendini kafasından vurarak intihar edeceği sahnede elindeki tabanca ile burnuna ateş edip sahnede gerçek bir aksiyon ile gerçek kan akıtıp, oyununu eleştirisinde yerden yere vuracak olan ve tıpkı Riggan gibi süper kahramanlara takık olan eleştirmen Tabitha'nın bile onun yaptığı bu devrimi kabul etmesine sebep olur. Filmde o noktaya kadar defalarca kez Riggan'ın süper güçler kullanışının aslında onun zihninde olduğunu ve aslında tüm o gördüklerimizin gerçekte olanın süper güç metaforu ile bize aktarımı olduğunu görmüştük. Bununla beraber ana karakterimizin aynı zamanda intihara meyilli olduğunu da görmüştük. Bu sebeple sinemada intihar ettiği sahne karaktere karşı beslediğimiz ''Acaba kendini öldürecek mi?'' sorusuna bir yanıttı. Ancak Riggan başarılı olup bunalımını sona erdirdiğinde estetik ile yeni burun ameliyatı olduğu bir hastanede gururlu şekilde camdan aşağı bakarken cama tırmanıp kendini boşluğa bırakıyor. Kameranın sabit kaldığı bu sahnede bir süre sonra Riggan'ın kızının odaya geldiğini en son camdan dışarı baktığında güler bir şekilde yükseğe doğru baktığını görüyoruz. Bu da demek ki ana karakterimizin süper güçleri gerçekten de var. Sonuca gelecek olursak, ana karakterin filmin başından beri bu kadar büyük bir öfkeyle süper kahramanlara takık olmasının sebebi kendisinin süper güçleri olması. Bu demek ki tam anlamıyla kendinden olan bir şey en büyük tutkusuna büyük zararlar vermiştir. Kendisini ispatladığında da orijinal benliğine geri dönmüştür. Bu ya da kızının kafası güzeldi ve babasının uçtuğunu felan gördü. :P Uzun uzadıya size film özeti edalarında ana karakterin takıntısını anlatmam filmin sonundaki büyük açıklamanın ağırlığı hakkında fikir sahibi olabilmeniz içindi. SPOILER BITTI Gün geçtikçe filmlerin içeriğindeki aksiyonun arz ettiği önem taşıdığı duygunun arz ettiğinin önüne geçiyor ve bunun en büyük sorumlularından biri süper kahraman filmleridir. Süper kahraman filmlerinin dominasyonundan önceki aksiyon filmleri aksiyonuyla tatmin etse de sinemada yapacağı sükse diğer kategorilerin filmlerinden çok daha fazla olmayacağı için sektörü tehlikeli ölçüde değiştirebilmesi gibi bir tehdit yoktu. Şimdi ise çizgi romanlardan tanınan karakterlerin ana karakter olduğu filmler Bir milyarın altında gişe yapmıyor. Önünde sonunda firmalar da insana daha çok dokunacak, aktardığı düşünceler ile bize kendimizi sorgulatacak ve en önemlisi içerdiği oyunculuklar ile bize ''Vay be'' dedirtecek günlük hayattan kopup gelen filmlerden vaz geçip bu fantezi dünyasına hiç geri dönmemek üzere adım atacaklar. Bu sebeple ana karakterimiz Riggan Thomson'un bu sektörden kopup gelip tiyatroculuğu benimsemesi tiyatro dünyası eleştirmenleri tarafından karşı çıkılan bir durum olmuştur. Öyle ki artık pratik efektlerin kullanımının günden güne azaldığı dünyamızda görsel efektler geleceği temsil eden bir çok teknolojiden biri. Görsel efektlerin kötü olduğunu söylemiyorum asla ama artık aksiyon filmlerinde bile zaman kaybı olmaması için görsel efekt kullanan ve izlediğimiz görsel sanattaki görsel kaliteyi düşüren çokça yapımcı ve stüdyo var. Tom Cruise'nin bu sektörde tutunabilmesinin en büyük sebebi zaman veya para kaybını umursamadan icra ettiği sanat dolayısıyla hala olabildiğince pratik efekt kullanma takıntısıdır. Filmde Riggan'ın burnuna ateş etmesi, görsel efektlerin olmadığı bir sektörde herhangi bir pratik efektten daha gerçek olmasıyla devrim niteliğinde bir hareket olmuştur zaten ve kendisinin de sinema sektöründen geliyor olması da bu devrimi desteklemiştir. Son olarak Birdman'da da vurgulandığı üzere bu filmlerdeki bireysel oyuncu performanslarının öneminin azalmasıyla aktörlerin yavaştan aktör olmaktan çıkıp sıradan bir internet ünlüsü olması ve bu niteliksiz roller için inanılmaz paralar almaları durumudur. Bu sayede sanatçı bile olmayan sözde oyuncuların sektörü ele geçirip şımarık tavırları ile içinde bulunduğu işleri bozmaları film içerisinde Edward Norton'un oynadığı Mike Shiner karakterinin daha hiçbir süper kahraman filminde oynamamış olmasına rağmen şımarıklıklarıyla oyunu bozması ve Riggan yerine başkasını baktığında role uygun gördüğü herkesin büyük marka olmuş sinema işleriyle meşgul olmasına isyan etmesi bu durumun iyi bir özetidir. Edward Norton'un oynadığı Mike Shiner sahne malzemesi olarak elinde olan gin şişesi içindeki içecek gerçek gin değil diye seyirci önünde oyunun ön izlenimini bozuyor. Kapanış Bu eleştiride Alejandro González Iñárritu'nun şaheseri olan Birdman veya (Cahilliğin Umulmayan Erdemi)'nde verilmek istenen mesajları anladığım kadarıyla açıkladım. Ben süper kahraman filmlerine düşman birisi değilim hatta çoğu süper kahraman filmi yukarıda yazdıklarımın aksinde nitelikler sunabilmiştir beyaz perdeye ancak 2019 yılında Avengers: Endgame ile çizgi roman uyarlamalarının babası diyebileceğimiz Marvel'da bile gözle görülür bir düşüş var ama buna rağmen gün geçtikçe süper kahraman işlerinin niceliği artarken niteliği azalıyor, niteliğin azalmasına rağmen de gişe hasılatlarında veya TV reytinglerinde azalmalar olmuyor. Robert Downey JR. ve Chris Evans gibi aktörler Marvel kontratlarındaki 10 film opsiyonundan erken çıkabilmek için cameo vari kısa rollerle çeşitli Marvel filmlerinde yer bile almıştır Alejandro González abimizin ön gördüğü sebeplerden ötürü. Öyle ki Robert Downey JR. kontrattan tamamen çıktıktan sonra Instagram hesabından Marvel ile bağlantılı tüm hesapları takipten çıkmıştır. Sonuç olarak; biz ne dersek diyelim, ne kadar katılırsak veya katılmazsak fark etmez Alejandro González Iñárritu Birdman'ın çıktığı 2014 yılından bu yana haklı çıktığı ve haksız çıktığı farklı zamanlar olmuştur. Bu filmde verilmek istenen net mesaja karşı son söz siiz izleyicidedir.
- Her Şey Her Yerde Aynı Anda
25 milyonluk bütçesiyle ve görsel efektlerini yönetmenler dahil 9 kişinin yapmasıyla "düşük bütçeli bilim-kurgu"olarak geçen Her Şey Her Yerde Aynı Anda, 2022'nin favori filmlerinden biri. Esas düşüncemi başta yazayım: Bu film, The Matrix Resurrections'ın olmak istediği şey. 2022'de Matrix böyle olmalıydı. Her Şey Her Yerde Aynı Anda, The Matrix Resurrections'tan daha "The Matrix 4." Fakat filmi sevdiğimi düşünmeyin. Sevmedim. Ama daha çağa uygun diyorum çünkü yönetmenleri bizden, 87-88'li iki ABD'li. Resurrections'ı eleştirme sebebimiz Lana'nın "bu çağda Matrix böyle gevşek olur" der gibi karakterler ve olaylar yaratmasıydı. Doğru tanıydı fakat kendisi olayı biraz yanlış yansıtmıştı. Esas çağın ruhu; odaklanamayan insanlar, paralel evrene olan inanç, kimi insan için enerji muhabbetleri...ama hiçbirinin pek de önemli olmaması. 90'larda geleceğe ümitle ve heyecanla bakılırken 2022'de "dünya yok oluyor ve bunu düzeltebilecek konumda değiliz, bireysel olarak da bir etkimiz yok, dünyanın ta ..." bakış açısı mevcut, bence. Bu noktada film tam olarak 2000'lerin, Z kuşağının kafa karışıklığını ve hızını yaşıyor/yaşatıyor fakat bir eksisi var: 139 dakika. Uzun. Sanıyorum Marvel fanlarını filme çekebilmek için bolca aksiyon sahnesi koymuşlar fakat benim için "Netflix iyi ki onar saniye sarmaya izin veriyor" dedirten kısım bunlar oldu. Geçerek izledim. Filmin ana hikayesi, normalde yapmayacağı absürt şeyleri yaparak paralel evrenlere geçebilen (kulakta bir alet de var ama açıklanmıyor) bir kadının, her yere gidip her şeyi gören bir üst varlığa dönüşen düşmanını (spoiler vermeyeyim) alt etmeye çalışmasını anlatıyor. Belki bu karakterdeki twist sevilir, her yere gidip her şeyi gören karakter ulvi ermiş biri falan değil, her şey önemsiz koy g*tüne diyen bir karakter. Filme over-reading yaparsak çok şey çıkarırız ama ben düz bakmak istiyorum. Bu film Z kuşağı paketine giydirilmiş eğlenceli bir "drama." Aslında göçmen bir ailenin, gittiği ülkede pek bir şey başaramamış kızının hikayesini izliyoruz. Neo çok yetenekli biriydi ve seçilmiş kişiydi, 90'larda kendimizi öyle hissediyorduk. Evelyn bu dünyada bir halt yapamamış bir karakter hatta evrenler arasında da en beceriksiz olanı. Siz böyle hissetmiyor musunuz? Belki başka bir evrende sizin yapamadıklarınızı yapan çok daha başarılı bir versiyonunuz vardır. Ona ulaşıp yeteneklerini alabilmenin hayali bu film. Filme üst okuma yapmayayım dedim ama sosyolojik bir çıkarım yapmak istedim: bu film ümidini kaybeden kendini beceriksiz hisseden insanlığın hikayesi, ama tiktok kurgusuyla. Filmin mizahi bir yanı var, fakat bana çok düz çok basit şakalar gibi geldiği için ben aksiyon-bilim kurgu olarak izledim. Düzgün kurulmuş mizahi yapılar değil de, yanlış hatırlanmış şeyler veya paralel evrene geçtiğinde oluşan absürt durumlar gibi şakalar. "Düşünsene kanka bi evrene gidiyorsun parmak yok sosis olarak evrimleşmiş puhahaha" gibi. Bu arada filmin bir noktasında şunu düşünmeden edemedim, "ulan benim master bitirme projem az çok böyle bir filmdi :D" Kurguyla zaman mekan atlayan bir adamın hikayesini çekmiştim. Benim ilhamım sanıyorum Cloud Atlas'tı. Bu filmin de ilham aldığı şeyler arasında bariz şekilde Wachowski filmleri var tabii. Tabii Nolan'ın Inception'ını da unutmamak gerek. Bu film bu kadar ünlü oldu, belki ileride kült kabul edilecek. (gerçi bu dönemde bu kadar tuttuysa gelecekte tekrar keşfedilip tapılan bir film olacağını sanmıyorum) Size esas kült filmi göstereyim sevgili okurlar. Eski nesil bilir, yeni nesil izlememiştir. Karşınızda David Cronenberg üstadımın 1983 yapımı filmi Videodrome Oradan da eXistenZ'e geçersiniz.
- Gerçeğin Dansı (La danza de la realidad) - Alejandro Jodorowsky
Yaşlı bir adam, çocukluğunda başına gelenleri anlatsa ne kadarını hatırlayabilir? Nasıl ifade edebilir? Bu adam bir de dünyanın en yaratıcı, deli, sürrealist, tutkulu yönetmenlerinden biri olan Alejandro Jodorowsky olursa ve hikayeleri büyük bütçeli film aracılığı ile anlatırsa film ne kadar kaotik, sürreal olabilir? Jodorowsky, çocukluğunu karikatürize ederek anlatıyor tabii ki. Birçok mekan, insan, olay temsili olarak gösteriliyor. Şu an 93 yaşında olan Jodorowsky, bazen filmin içine girip çocukluğunu yüreklendiriyor. Çocukluk hali hüzünlendiğinde, ümitsizliğe kapıldığında ona gelecekten iyi haberler veriyor. Alejandro Jodorowsky, yarı otobiyografik bu filmi için 1930'ların Şili'sindeki çocukluğuna geri dönüyor. Filmin başında her şey, genç Alejandro ve onun babası Jaime ile şiddet dolu, baskıcı kişiliğinin çocuk üzerindeki etkisini acılı bir şekilde görürken; çocuğun annesi, tüm diyaloglarını bir opera divası gibi şarkılaştırarak konuşuyor. Alejandro’yu şefkatiyle sarıyor; babası tarafından, farklılığı yüzünden başına gelen yaraları sarıyor. Jodorowsky'nin çocukluğu, yalnızca ebeveynleri tarafından değil, aynı zamanda Ukraynalı ve Yahudi kimliğinden dolayı dışlanma ve gruptan izole edilmesiyle de gösteriliyor. Filmin hüzünlü yapısı devam ederken Jodorowsky'nin aklında canlandırdığı gerçeküstü ve bazen mizahi görüntüler filmi salt drama yapısından çıkartıyor. Bazı sahneler için komedi filmi de diyebiliriz pek ala. Jodorowsky, sihir, rüyalar ve melankoli dolu çocukluğuna dayanan bu sürreal başyapıtla bizi, kendisinin küçüklüğündeki anlara götürüyor. Babasını, kendi oğlu Brontis Jodorowsky oynuyor. Babası; Ateist, Rus, Yahudi ve komünist birisi olarak kendi yöntemleriyle oğluna sert davranarak Alejandrito'yu (Jeremias) “adam yapmaya” çalışıyor. Fantastik imgelemler ve takıntılar diğer filmlerindeki örüntülerle aynı: sirk insanları, travestiler, bilgeler, rahipler, canlı renkler ve sakat uzuvlar. Ama bu sefer, sadece şok edici bir Freak Show gösterisi için orada değiller; protest, haklarını arayan, idealist bir topluluk olarak gösterilmişler. Filmin bir sekansı, çocukluk anılarından kopuyor ve at üstünde askeri diktatör Ibanez'e suikast düzenlemeye çalışan babayı, Santiago'ya kadar takip ediyoruz. Generalin güvenini kazanmayı başarmaya çalışırken elleri aniden felç olduğu için fırsatı kaçırıyor. Buradaki geçişin ve babanın bu yolculuğunun, başta gösterilen otoriter ve her şeyi kontrolü altına almaya çalışan baba figürünün çöküşü olarak nitelendirildiğini düşünüyorum. Jodorowsky'nin diğer çalışmalarından temalar ve fikirler sık sık ortaya çıkıyor: din, maneviyat, ideoloji, beden… Bu sahneler, aşırı renkli set tasarımı ve figürasyonu bol kompozisyonlarla, geniş açıda birleştiğinde, The Holy Mountain veya Santa Sangre'deki gibi büyüleyici ve tuhaf bir Jodorowsky evrenine tekrar geçiş yapıyoruz. Jodorowsky geçmişiyle hesaplaşan, çocukluk travmalarını yetişkin farkındalığıyla çözümlemeye çalışan biri. "Gerçekliğin Dansı"nın iki yarısı muhtemelen birbiriyle tam olarak örtüşmüyor ve hikâyenin sonunda tam olarak bir araya gelip gelmediği tartışılabilir. Alejandro Jodorowsky'nin filmlerinde böyle şeyler pek önemli değil. O, izleyicileri gerçek bir yolculuğa çıkarmakla ve onlara, sinema hayatlarında daha önce hiç deneyimlemedikleri ve gelecekte de yanlarında olmaya devam edecek görüntü ve fikirler sunmakla çok daha fazla ilgilenen bir yönetmen. Jodorowsky Sineması Western EL TOPO tek başına tüm “gece yarısı filmi” fenomenini başlatmış; devamı olan THE HOLY MOUNTAIN, John Lennon'un Jodorowsky delisinin filmlerini kendisini tanıdıktan sonra bizzat Lennon tarafından finanse edilmesine neden olmuş. Birlikte zaman geçirmişler. 2021'de tekrar gündeme gelen DUNE uyarlamasında, aslında ilk olarak Orson Welles'ten Pink Floyd'a ve Salvador Dali'ye (aktör olarak!) o dönemin en önemli müzisyen, ressam ve oyuncularına kadar hepsi filmde yer alacaktı. Ancak Beatles menajeri Allen Klein ile yaşanan anlaşmazlık, Hollywood için bütçesinin çok yüksek olduğu gerekçelerle bu proje iptal edildi. İspanyolca bir sitede şöyle bir ifadeye rastladım: "...Bana göre, bir yönetmen olarak yeteneği tartışılmaz. Filmleri ani ve beceriksizce çekilir, ancak belirli bir görsel güç inkar edilemez... ...Film çalışmalarının takipçileri, Jodorowsky'nin bizi tuzağa düşüren sınırlamaları yok etme cesaretinin bir ürünü olan yaratıcılığını ve özgünlüğünü övüyor. -Filmleri farklı çünkü anlatısal bir ipe bağlı değiller, çünkü çok fazla sembolik unsur ve yüksek dozda gerçeküstücülük içeriyorlar. Yani mantığın sınırlarına boyun eğmezler. -Filmleri farklı çünkü birçok deforme olmuş varlık, uzuvları kesilmiş insanlar ve cüceler içlerinde dolaşıyor. Yani estetik yasalara uymaz. -Filmlerinde kan, seks, her türden sapıklık var. Yani ahlak yasalarına boyun eğmezler. Hatta yedinci sanatın kodlarına bile uymadıklarını söyleyebiliriz." Filmlerdeki sembolik yapının anlamlarını algılamaya çalışmak nafile olabilir. Holly Mountain, El Topo yılı, ülkesi ve dönemin sosyolojik durumları altında çekilen ve tiyatro, kabarede ustalığı olan birisinin elinden çıkan eserler. Jodorowsky, herhangi bir uyuşturucu madde, alkol kullanmamakla birlikte, filmlerin insanlarda bu maddeleri kullanmış gibi bir etki bırakması üzerine kurulu bir sinema anlayışına sahip. 70 dönemi filmlerini özellikle bu açıdan değerlendirdiğimizde alt metni anlamadan dahi gördüğümüz şeylerin büyüsüne kapılıyoruz. West Anderson gibi geniş açıda, bir sürü insan, figürlerle sahne tasarlıyor; ancak West Anderson gibi doğrusal hikaye anlatıcılığı yerine şiirsel ve sürreal bir anlatı oluşturuyor.
- Eternity And A Day: Söyle Bana, Yarın Ne Kadar Sürecek?
"Neden anne? Neden hiçbir şey beklediğimiz gibi olmuyor? Neden çaresizce çürümek zorundayız acı ve arzularla ikiye bölünerek? Neden hayatımı sürgün geçirdim? Neden yalnızca o nadir anlarda kendimi evimde hissettim... Neden? Söyle anne, neden sevmeyi bilmiyoruz?" Theo Angelopoulos, yaklaşık 50 yıl önce çektiği ilk filmi Anaparastasi (Reconstruction / Yeniden Yaratma) ile hiç şüphesiz ’'Yeni Yunan Sineması’’ nın doğuşunu gerçekleştirmiş ve 1970’te başladığı bu serüvenden hayatının son anına kadar birbirinden güzel şaheserlere imza atmıştır. Angelopoulos sineması başlı başına bir deryadır, bir de Eternity And A Day ise mevzu, işte o zaman akan sular durur benim için… Bu filmi tanımlamak zordur, izlerken hisleriniz akıntıya kapılmışçasına oradan oraya sürüklenir, ne hissedeceğinizi bilemezken bulursunuz kendinizi ve nihai hissiniz tatlı bir hüzün olur. İşte bu yüzden Eternity And A Day benim için; hafızası, onu dünyadaki son gününde hayatının manzarasında gezdiren bir sanatçının, akıldan çıkmayan şiirsel bir vedasıdır. Film kaba bir tabirle, ölümcül bir hastalığa yakalanmış ünlü Yunan yazar ve şair Alexandre (Bruno Ganz) ‘nin, ölmeden önceki son gününü anlatmaktadır. Onun için ölmek, geçmişi gözden geçirmek ve başkalarıyla bağlantı kurmak için hayatta bir kez karşılaşılabilecek bir fırsattır. Konusu itibariyle çok da alışılagelmişin dışında bir konu olmadığı kabul edilebilir. Ancak Angelopoulos, bir insanın hayatının anlamı üzerine olan bu sıradan anlatıyı, kamerayı ana karakterin düşüncelerinde gezdirircesine kullanarak adeta büyülü şekilde anlatmaktadır. Filmde, duygulu ve yorgun, geçmişi hakkında derin bir kararsızlığı olan yazar Alexandre ana rolü, başta Marcello Mastroianni tarafından oynanacaktı; ancak Mastroianni’nin hastalanması üzerine Angelopoulos bu rolün, tam da Alexandre’nin deneyiminin ağırlığının elle tutulur bir hissini veren Bruno Ganz tarafından canlandırılmasına karar verir, iyi ki de öyle yapar. Ganz filmde performansını aslen Almanca canlandırmış ve kendisine Yunanca dublaj yapılmıştır. Ancak dil, görüntü ve hafıza için o kadar ikincil plandadır ki, Ganz’ın performansının Yunanca’ya çevrildiğini öğrenmek dahi filmin mükemmelliğinden bir şey eksiltmez. Film, ikisi de görünmeyen, yalnızca birinin adı Alexandros / Alexandre olan iki çocuk arasında geçen ve kulak misafiri olduğumuz bir diyalogla başlar: ‘’Dedem, zamanın kıyıda zar atan bir çocuk olduğunu söylüyor.’’ Alexandre’nin çocukluğunu anımsadığı bu açılış sekansından Theo Angelopoulos, bizi bir kez daha başarıyla, her zaman ana hedeflerinden birine kilitliyor: zamanın geçişi ve onun görsel olarak nasıl temsil edilebileceği… Angelopoulos’un filmlerindeki en güzel şeylerden birisi de hiç şüphesiz, tüm zamansal ve uzamsal sınırların silinerek her ikisinin de tek bir dünyada birleşebilmesidir. Sürekli hareket eden uzun, yavaş çekimlerin tekrar tekrar kullanımı Angelopoulos’un görsel stilinin bir imzası olmuştur. Kendisinin de dile getirdiği gibi: ‘’Filmimin karakterleri, zaman ve mekân yokmuşçasına zaman ve mekânda yolculuk ederler.’’ Dairesini, Selanik’in gri sahil sokaklarına bırakmadan önce (Filmin geri kalanında dairesine geri dönmeyeceğinden), Alexandre son kez ses sistemini açar ve Eleni Karaindrou’nun o mükemmel bestesi olan ‘’Sonsuzluk Teması’’ çalmaya başlar. Açık penceresini kapatmaya yönelir ve otuz saniye içinde sokağın karşısındaki açık pencereden aynı şarkı ona çalınmaktadır. Seslendirmeyle bu garip olgu açıklığa kavuşur. ‘’Son birkaç aydır dünyayla tek temasım, bana her zaman aynı müzikle cevap veren bu bilinmeyen komşum oldu. Onlar kim? Nasıllar? Bir sabah gidip onlarla tanışmak istedim ama sonra fikrimi değiştirdim. Belki onlarla tanışmak yerine onları hayal etmek daha iyidir.’’ Komşuyu hiç görmüyoruz. Ne olay tekrar ediliyor ne de Alexandre buraya tekrar dönüyor. Yine de burada onlarla tanışmak yerine onları hayal etmenin daha iyi olabileceği fikri, kahramanımızın ölen karısının yarı hayali görünümüyle geri dönüyor. Alexandre, ölmeden önceki son gününde hastaneye yatışını gerçekleştirmek üzere yola koyulmuşken, tek yoldaşı olan köpeğini emanet edebilmek için kızını (Iris Hatziantoniou) ziyaret etmeye gider ve bu ziyaret esnasında kızına, annesi Anna (Isabelle Renauld) tarafından yazılan mektupları verir. Bilirsiniz ki mektuplar, insan sıcaklığının ve varlığının bir temsilcisi haline gelmiş geçmişin en büyük kalıntılarıdır. Kızı mektuplardan birisini yüksek sesle okumaya başladığında, Alexandre balkona doğru yürür ve yüzündeki tebessümle, Anna’yı ortaya çıkarmak için perdeyi aralar. Alexandre film boyunca Anna’yla çeşitli zamanlarda karşılaşmaya devam edecek olsa da bu sahnede hatırladığı anı, onun hayatına dair pişmanlıklarını hissetmeye başladığı ve hayatının çoğunu neden onu en çok sevenlerden sürgünde geçirdiğini sorgulamaya başlayacağı ilk anı olacaktır. İşte Alexandre’nin yolculuğu, birazdan başlamak üzeredir… O -ya da biz- o son mükemmel güne nasıl ulaşacağına dair herhangi bir fikir edinmeden önce, Alexandre’nin yolu, 9-10 yaşlarında arabasının ön camını silen bir çocukla (Achilleas Skevis) kesişir. Işığın değişmesini beklerken camları temizleyen küçük çocuk, tatlı bir gülümsemeyle bahşişini bekler ve Alexandre de aynı şekilde gülümseyerek çocuğa ödemesini yapar. Çocukla çok farklı koşullar altında tekrar karşılaştığında, kendisini tamamen beklenmedik bir maceraya kaptırır. Alexandre bu çocuğun, komşu Arnavutluk’un Yunanca konuşulan bölgesinden gelen binlerce yasa dışı göçmenden birisi olduğunu ve sokakta yaşadığını öğrenir. Onu zengin Yunanlılara gizlice çocuk satan bir çeteden parayla satın alarak kurtarır ve Arnavutluk’taki büyükannesine geri götürmeye çalışır. (Başta çocuğun yalan söylediğinden ve büyükannenin var olmadığından habersizdir.) Bu, Angelopoulos filmlerinde çok önemli bir bileşen olan ‘’yolculuğun’’ da başladığı sahnedir. Angelopoulos, muhteşem şekilde fotoğrafladığı bu film boyunca, terk edilmiş çocuğun basit, beklenmedik dostluğuna tutunurken, kahramanın hayatından önemli anları ona yeniden yaşatarak şimdi ve geçmiş arasında pürüzsüz bir geçiş yaratmaktadır. İlginç bir şekilde, geçmişe dönüş sahnelerinde de Alexander, daha genç bir aktörden ziyade yine Ganz tarafından canlandırılmaktadır. Alexandre yolculuğu boyunca, ölümü aşmasını sağlayacak bir köprü bulmayı ummakta ve bu köprünün, fiziksel olarak var olup olmayacağına bakılmaksızın onu hayatta tutacak kelimeler olduğuna inanmaktadır. Eternity And A Day, The Suspended Step of the Stork (1991) ve Ulysses’ Gaze (1995)'den sonra Angelopoulos’un ‘’Sınır Üçlemesi’’ nin son bölümüdür. Ancak filmde ele alınan sınır, fiziksel bir sınır değildir. Bizi kuşatan yaşam ve ölüm arasındaki sınırdır. Alexandre sonunda Arnavut çocuğa veda ettiğinde, bu dünyayı barış içinde terk etme kararlılığını hissediyor gibi görünmektedir. Çocuk fiziksel bir sınırı geçerken, Alexandre mecazi bir sınırı geçer ve nihayetinde ikisi de özgürlüğüne kavuşur. Felsefi Yaklaşımlar Filmin başında ilk felsefi yaklaşım ‘’Zaman nedir?’’ sorusuyla başlamaktadır. Film ilerledikçe zamanın anlatımının iç içe geçtiğini ve geçmişin, bugüne ev sahipliği yaptığını görürüz. Geçmişe döndüğü sahnelerde Alexandre, hayatını edebiyat ve şiirlerle geçirirken ailesini ihmal ettiğini hatırlamaktadır. ‘’Tek pişmanlığım Anna, hiçbir şeyi bitirmemiş olmak. Her şeyi taslak olarak bıraktım, şurada burada sözcükleri parçaladım…’’ Filmde varoluşsal sorgulamalar da oldukça yoğundur. ‘’Yarın’’ sembolik bir zamandır. Geçmişin bir sonu vardır ve Alexandre yarının sonsuzluğunu yaşayabildiği kadar vardır. Varlığını kendi zamansallığı aracılığıyla deneyimleyebiliyorsa, ölümünü de ancak zamansallığını idrak ederek anlamlandırabilir. Ayrıca filmde, Alexandre’nin anlam arayışını da gözlemliyoruz. Sadece tamamlayamadıklarından pişmanlık duymaz, aynı zamanda anlam peşinde koşmaktan da umutludur. Hayatı boyunca aradığı kelimelerin aslında ne anlama geldiğini, ona nelerin acı verdiğini araştırmaktadır. Annesini ziyareti sırasında kurduğu cümlelerle aslında hayatını gözden geçirmekte, hangi duyguları yaşadığını, ne açıdan eksik olduğunu, nasıl yaşayabileceğini sorgulamaktadır. Angelopoulos’un tüm filmleri bir maceradır. Ona modern zamanın Homeros’u demek abartı olmayacaktır. Herhangi bir ortamda çok az yönetmen, yolculuğu ve zaman kavramını, yaşam ve ölümün döngüsü için böylesine güçlü bir metafor olarak kullanabilir. Bu filmde zaman ana temadır. Heraklitos’un dediği gibi: ‘’Zaman nedir? Zaman, denizin kenarında çakıl taşlarıyla oynayan küçük çocuktur.’’ Hepimiz sadece komşuyuz, müziğimizi pencerelerden çalıyor, duyulmayı umuyoruz.